Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Güzelliğin yeniden tanımlanması

Güzellik tanımı, gerçek boyutu ile yeniden tanımlanmalı ve Kâinat Sultanı’nın irade ve emri ile bağlantılı olarak algılanmalıdır. Aksi halde, fert kendi doğruları ile Rabb’in doğrularını karşılaştırmak gibi edep dışı bir duruma düşecektir.

İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra, beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu sıfatlamalarla mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp , O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonucun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısını da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zât-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığı ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için, Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zât-ı Mukaddesi, maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse, aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında, anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Âdil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir, aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

İbadetlerin kabul olup olmadığı söz konusu olduğunda da yukarıdaki ölçüler dikkate alınmazsa, tanımlanmış bir alanda karşılıkları belli olan ibadetler ve sevaplar ile hüküm vermek durumunda bir yaratıcı düşüncesi hakim olur ve o yaratıcının tanımlanmış ibadetleri belirlenmiş karşılıklar vermek durumunda olduğu zannedilir. Bu durumda bütün gayret yapılan ibadetin tanımlanmış olan ibadet şeklini eksiksiz yapmaya yönelir. Şekle verilen bu büyük önem zaman zaman rıza-yı İlâhiyi kazanma çabasının önüne geçerek sebep-sonuç bağlantılarının eksiksiz yerine getirilmesi ile tanımlanan güzel ya da doğru tanımı ortaya çıkaracağı düşünülür. Bundan sonra yapılan ibadetin tanımlanmış ibadetle uyumlu olup olmadığı noktasında endişeler, şüpheler ortaya çıkar. Bunun da doğru cevabını bulabilmek mümkün olmayacağı için endişeler ve sıkıntılar zaman zaman hayatı yaşanmaz hale getirebilir. Aslında her şey gibi ibadetlerin de güzeli, onu emreden Zat-ı Mukaddesin güzel algılaması iledir. Aslî güzeli belirleyen ise varlıkların maddî âlemdeki görüntüleri değil uhrevî âlemlere olan yansımalarıdır. Bu, güzelliğin belirlenmesinde ilâhî irade kulun olayla ilgili bilgisi ve niyetini esas hükmü verirken önemli bir faktör olarak dikkate almaktadır. Maddî boyutun bir parçası olan ibadetin şekli pek çok noktadan önemli olmakla birlikte, hükmü veren temel faktör değildir. Yani esas olan şekil değil, rızadır. Her varlığın, her işleyişin, her unsurun kıymetini belirleyen Rabb-ı Kerim’i, Hâlık-ı Kâinatı razı edebilme derecesidir. O Zât-ı Mukaddes şeklen en kötü ibadeti niyete göre ve samimiyet ölçüsünde en makbul ibadet olarak kabul edebilir. Kasıt ve bilgi dışındaki eksiklikler ibadetlerin bu güzellik ve doğruluk tanımını hiç etkilememektedir. Unutularak yeme içmenin orucu bozmaması gibi, abdest veya namaz gibi ibadetlerde de farkında olunmadan yapılan yanlışlar ve eksiklikler ihlâs ve samimiyet ölçüsünde eksiksiz ve güzel kabul edilecektir ve bunların uhrevî âlemlere her şeyin hakikatini kaydedildiği nefs’ül emire eksiksiz ve güzel olarak yansıyacaktır. Bu noktada Mu’tezile mezhebi ibadetin aslında kabahatli ve eksik olduğunu ancak bilmemenin bir özür olarak kabul edilmesi sebebi ile ibadetin yapılmış hükmünü alabileceğini ifade eder. Ehl-i Sünnet itikadına göre bu durumda sadece bir kabul yok ve kulun samimi ifadesi karşılığında bilmediği bir eksik var olsa bile, İlâhî irade öyle kabul ederse bu ibadet aslında ve özünde, hem de nefs’ül emirde noksansızdır.

Bütün bunlardan sonra kula düşen Hâlık-ı Kâinata, Rabb-ı Kerime samimiyetle yönelip ibadetleri şekli boyutuyla da eksiksiz yerine getirme noktasında üzerine düşeni yaptıktan sonra “acaba?”larla uğraşmamak emaresi olmayan eksiklikler ve noksanlıklar üzerinde durmamaktır. Namazı ya da abdesti bozacak herhangi bir durumun belirgin emaresi yoksa her ikisini de eksiksiz ve noksansız yerine getirdiğini kabul etmektir. Bilgi dışında varlığı muhtemel olan eksiklik ve noksanlıklar yok kabul edilir. Kişi abdestini bozduğunu hatırlamıyorsa abdesti var demektir, namazı bozan herhangi bir uygulamanın belirgin emaresi yoksa namaz makbuliyete şayan ve sahih kabul edilmelidir. Bilgi dışındaki eksiklikler ve noksanlıklar kasıt ve irade olmamak şartıyla yok farz edilir. Bütün bunlardan sonra kul en son hükmü İrade-i Mutlakanın vereceğini bilmeli ve ibadetini kabul edilmesi noktasında O’na yönelmelidir. Aksi takdirde, şeklen eksiksiz yerine getirdiği ibadeti Rabb-ı Kerim’in kabul etmesi gerektiğini düşünmek ve bundan emin olmak edebe aykırı olduğu gibi büyük günahlardan olan “ucb” u doğuracaktır. Kul hiçbir zaman yaptıklarının kesin sonuç getireceği ve mutlaka kabul edilmesi gerektiği duygusuna kapılmamalıdır. Belirli ölçüde kalmak şartıyla ve gurura engel olacak ölçüde “kabul oldu mu?” şüphesi kulluk açısından ve samimiyetle Sultan-ı Kâinat’a hakkıyla yönelebilmek noktasında daima faydalıdır ve teyakkuzda olmaya vesiledir.

27.04.2007


 

Mehmed Tahirî Mutlu (1900-1977)

Tahiri Mutlu, 1900 yılında Isparta’ya bağlı Atabey ilçesinde doğdu. Babası Hüseyin Hüsnü Efendi ve annesi de Zübeyde Hanımdır. Çocukluk yılları, manevî değerler ön planda tutulan ve dinî hassasiyetleri olan bir aile ortamında geçti.

Askerlik çağına gelinceye kadar yıllarını memleketinde geçirdi. Aldığı eğitim ve okullar hakkında ayrıntılı bilgi olmasa da iyi bir eğitim gördüğü, önemli bir birikime sahip olmasından anlaşılmaktadır. Vatanî hizmetini yaptığı sırada Kurtuluş Savaşı verilmekte idi. O da 1920 tarihinden itibaren dört yıl demiryollarında askerlik yaptı. Savaş sonrasında gazilik unvanı ve madalyası aldı. Kendisine gazilik maaşı da bağlandı. Ancak, o bu maaşı almadı.

Tahiri Mutlu 1931 yılında ilçesindeki akrabaları vasıtasıyla Risâle-i Nur ile tanıştı. Bu tanışmadan sonra Hafız Zühdü’nün oğlu Eşref ile birlikte Barla’ya giderek Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etti. Bu ziyaret kendisini çok etkiledi. Bunun neticesi olarak Risâle-i Nur hizmetinde yerini almaya başladı. 1942 yılında Ayetü’l-Kübra Risâlesi’nin bastırılması maksadıyla İstanbul’da kırk beş gün kaldı. Bozkurt Matbaası’nda bu risâlenin bastırılmasını sağladı. Bu sırada ekmek karne ile verildiğinden belediyeye gidip karnesini imzalatır ve ondan sonra ekmeğini alırdı. Bu arada sık sık Sahaflar Çarşısı’na giderek Bediüzzaman’ın eserlerinin olup olmadığını sorardı. Bu sormanın neticesinde İşaratü’l-İ’caz, Hakikat Çekirdekleri ve Lemeat adlı eserlerini bulup aldı.

İstanbul’da Ayetü’l-Kübra Risâlesini bastırmaya muvaffak olan Tahiri Mutlu buradan ayrılarak vapurla İnebolu’ya ve oradan da Kastamonu’ya geçti. Bu tarihlerde Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’da bulunuyordu. Görüşme sırasında bastırılan Risâleleri gösteren Mutlu, ayrıca bulduğu diğer eserleri de takdim etti. Bediüzzaman Hazretleri özellikle Lemeat’ı görünce çok sevindi.

Tahiri Mutlu Bediüzzaman ve diğer talebeleri gibi takibattan nasibini aldı. 1943’te Denizli ve 1948’de Afyon hapishanelerinde yattı. Ayrıca, 1958 yılında Ankara ve 1960’ta Isparta’da da hapis yattı. Mahpusluğu sırasında da boş durmadı. Etrafındakilere iman hakikatlerini anlatmak için büyük gayret sarf etti. Karşılaştığı sıkıntıları hiçbir zaman kendine dert edinmedi. Her zaman hizmeti birinci planda tuttu. Onun bu samimî tavrı Bediüzzaman’ın dikkatinden kaçmadı ve kendisini takdir ederek bunu risâlelere kaydettirdi:

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatim gelmiş ki, Risâle-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali (r.h.), Tahirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi’nan-ı kalbleriyle Risâle-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. âmin.” (Şuâlar, s. 282).

Tahiri Mutlu, 1953 yılında Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte Barla’ya gitti. Ayrılıştan yaklaşık yirmi yıl sonra yeniden buraya gelinmekteydi. Onlarla birlikte Zübeyir Gündüzalp de bu seyahate katılmıştı. Beraber kaldıkları mekânları ziyaret ettiler. Kendini iman hizmetine vakfeden Mutlu, Bediüzzaman Hazretlerinin büyük ilgisine mazhar oldu. Talebelerinin kusurlu hareketlerine kızan Bediüzzaman’ın hiddetli ve kızgın anlarında, Tahiri Mutlu’nun gelmesi ile tavrını değiştirdiği ve hemen yumuşamaya başladığı hatıralarda kaydedilmektedir. Böyle durumlarda hemen bu mümtaz talebesini tebessümle karşıladığı, Allah’ın veli kulu diye hitap ettiği nakledilmektedir.

Bediüzzaman’ın talebesi olmaktan iftiharla söz eden Tahiri Mutlu, bu yüzden hapis yattığı halde, mahkemelerde açıkça ifade etmiştir. Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde verdiği müdafaada; “… Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum… Zülfikar: Mucizât-ı Kur’âniye ve Ahmediye mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık. Hâsıl olan parasından Asâ-yı Mûsâ mecmuasının kâğıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asâ-yı Mûsâ mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracü’n-Nur mecmuasının kâğıdını alıp bastık… Bu eserlerle ahlâkımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine “müceddid” dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle üstad kabul ettiğimiz Said Nursî’nin senelerden beri talebesiyim…” (Şuâlar, s. 466-467).

Talebesine kahraman Tahiri olarak hitap eden Bediüzzaman; “Merhum Lütfi’nin ehemmiyetli varislerinden Abdullah Çavuş, Kahraman Tahiri ile Atabeyi, Nurs karyem hükmüne getirmişler.” (Emirdağ Lâhikası, s. 72) ifadesini kullanmıştır. Hizmetlerinden övgüyle söz ettiği gibi, ailesine de yakın alâka göstermiş, selâm ve duâsını eksik etmemiştir; “Başta Nurun şakirtlerinden validesi Zübeyde olarak, akrabasına ve rüfekasına selâm ederim. Cenâb-ı Hak onlardan ebeden razı olsun. Amin!” (Emirdağ Lâhikası, s. 140). “ Bizi ve Kastamonu şakirtlerini kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risâle-i Nur’un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlât ve peder ve vâlideleri ve refikasıyla Risâle-i Nur’a hizmet eden Kahraman Tahirî kardeşim, Cenâb-ı Hak, hanenizdeki hemşireme, hem bana şifa ihsan eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor. Peder ve validenize de benim tarafımdan deyiniz ki: “Tahirî gibi kahraman bir şakirdi Risâle-i Nur’a yetiştiren ve o vasıtayla defter-i â’mâllerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, inşaallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususî duâlarımızda dahildirler.” (Kastamonu Lâhikası, s. 201).

Yazılarında ve mektuplarında ayrıca memnuniyetini belirten Bediüzzaman; “ Tahirî’nin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaya sevk ediyor. Ve onun ma‘sûme iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor, görenleri Risâle-i Nur’a cezb ediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahirî’nin kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı” ifadelerine yer vermiştir. (Kastamonu Lâhikası, s. 86).

Ömrünü iman hizmetinde geçiren Tahiri Mutlu 3 Nisan 1977 tarihinde vefat etti. Vasiyetine uyularak Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi.

27.04.2007


 

AB üyeliği kâr mı getirecek, zarar mı verecek?

B- BATI İLE İLİŞKİLERİ

Avrupa Birliği’ne genel bakış

II. Dünya Savaşı sonrasında sanayi hamlelerinin etkisiyle önem kazanan iki temel hammadde olan kömür ve çelik sektörünü güçlendirmek amacıyla 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmuştur. Daha sonra Avrupa Ekonomik İşbirliği olarak genişleyen Avrupa Birliği; ekonomi, savunma, dışişleri, tarım, ulaştırma ve rekabet gibi birçok alanda ortak politikalar oluşturmuştur.

Avrupa Birliğinin en önemli özelliği; birlik, insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve hukuk devleti vs değerlerden oluşan bir değerler manzumesi olmasıdır. Bu ortak değerler üye ve üye olacak devletler için olmazsa olmaz şartlardır. Bu hedefler, Avrupa Birliği Anayasası’nda da aşağıdaki gibi belirtilmiştir.

21-22 Haziran 1993 tarihinde toplanan Kopenhag Zirvesi’nde, aday ülkelerin AB’ye üye olabilmek için yerine getirmeleri gereken şartlar Kopenhag Kriterleri olarak adlandırılmıştır. Bu kriterler üç ana başlık altında toplanır:

1. Siyasî kriterler: Aday ülke; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve azınlıkların korunmasının güvence altına alındığı istikrarlı bir kurumsal yapı sahibi olmalıdır.

2. Ekonomik kriterler: Aday ülkede; işleyen bir piyasa ekonomisi ve bu ekonominin AB içinde rekabetçi, baskıcı ve piyasa güçleriyle başa çıkabilme kapasitesi olmalıdır.

3. Topluluk müktesebatının kabulü: Aday ülke, siyasî, ekonomik ve parasal birlik amaçlarına uyum dahil olmak üzere, bu konulardaki AB mevzuatını üstlenebilme ve uygulayabilme kapasitesine sahip olmalıdır.

Bütün bu veriler ışığında söyleyebiliriz ki, Avrupa Birliği projesi bir medeniyet projesidir. Hemen hemen her fikre olduğu gibi, bu fikre de sıcak bakmayan insanlar vardır, olacaktır da.

Demokrasi ve hürriyet

Müslümanların geri kalmalarındaki en önemli faktörlerden biri de yukarıda izah edildiği gibi idare, siyaset, ilim, fikir, san’at, v.s. alanlarda görülen baskı ve bağnazlıklardır. Bu baskıların en önemlisi de kuşkusuz idarî anlamda ortaya çıkanıdır. Bunun yegâne çaresi ise hürriyettir.

Hiç şüphesiz hürriyetin insanlık tarihindeki en parlak devri, İslâmiyet’in bir ışık gibi parladığı ve tarih sayfasına ‘Saadet Asrı’ olarak geçen devirdir. O devirde yaşayan Hıristiyanlara ve Yahudilere herhangi bir müşküllerinde kendi hukuklarına göre mi, İslâm hukukuna göre mi muhakeme olunmak istedikleri bile sorulurdu. Bugün bırakın kendi hukuku ile muhakeme olunmak, birçok yerde insanlar kendi dillerinde eğitim bile alamıyorlar.

Dört halife devrinin sona erip, hilâfetin saltanata dönüşmesinden sonra çeşitli şekillerle gelen istibdatlar baş göstermiştir. Hem bu istibdatların, hem de Batı filozoflarının kitaplarının Arapça’ya tercümesinden sonra, İslâmiyet şiddetli yaralar almıştır.

Doğu aşiretleri ile münâzarâsında; “Hürriyet nedir?” sorusuna karşı Said Nursî hürriyeti şu şekilde tarif ve izah etmiştir: İnsanlar ekmeksiz yaşar, ancak hürriyetsiz yaşayamaz, hürriyet, fıtratın gereği ve Yaratıcının muradıdır. Hürriyet ne kendisine, ne başkasına zarar vermemek ve bu sınırlar içerisinde tam serbest olmaktır. İman ile insan Yaratıcıdan başkasına kul ve köle olamayacağından başkasına tezellül ile tenezzül etmez, başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeyi o adamın izzeti ve imanı müsaade etmez. İmandan kaynaklanan şefkat ve merhamet gibi duygular da başkasının hukukuna tecavüz etmeyi engeller. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar. Bunun en mükemmel örneği de Asr-ı Saadettir.

Bu zamanda bazı Müslümanlar, özellikle de İslâmiyetin bazı konularını farklı yorumlayarak ve demokrasiyi de yanlış değerlendirerek, sathî bir fikirle derinlerine nüfuz edemiyorlar. Oysa Said Nursî; “Libası değiştirmekle hakikat değişmez” diyerek Müslümanları daha objektif bir değerlendirmeye çağırmıştır.

Muhakkak ki pek çok taassup sahibi mü’minin aklına hürriyet denilince televizyonlarda izlediğimiz ahlâksızca görüntüler gelmektedir. Bugün Avrupa’nın bazı ülkelerinde tarafımızca ahlâksızlık olarak nitelendirilen hususlar meşrû görülmektedir. Peki hürriyet gerçekte bu mudur? Elbetteki hayır. Bu gibi davranışlar insanların rezalet ve sefahetlerini ilan ve çocuk bahanesi gibi bir hezeyandan başka bir şey değildir. Bu insanların nefislerine esir düşerek ve insanlıktan çıkarak hayvanlık mertebesine düşüşüdür. Hürriyet İslâm ahlâkı ile güzelleşir ve anlam kazanır. Hürriyet ne kendi nefsine, ne de başkasına zarar vermemektir.

Biz, Avrupa Birliğine gireceksek bile, kendi öz değerlerimizi ve her şeyden önce kâinattaki yaratılış düzeninin tefsiri olan Kur’ânî hakikatleri göz ardı etmeyeceğiz. Evet, Avrupa Birliği Hıristiyan ülkelerden oluşmuş bir topluluktur ve eğer girersek tek Müslüman ülke biz olacağız. Fakat bu, Müslüman kimliğimizin dejenere olmasına mazeret değildir.

Avrupa Birliği: Kâr-zarar profili

Peki Avrupa Birliği tamamen hayır mıdır? Ya da hilelerle dolu bir Hıristiyan kulübü müdür? Alınırsak kazancımız ne olur? Alınmazsak ne kaybederiz? Çeşitli kesimlerden insanların düşünceleri doğrultusunda bir mukayese yapmaya çalışalım.

Bir kere ülkemizde AB’ye girmemizi isteyenlerin de, istemeyenlerin de temel bir takım argümanları var. AB’ye girmemizi isteyenler; hürriyet, demokrasi, eşitlik, adalet ve daha yüksek hayat standardı bekleyerek girmemizi istiyorlar. Girmemizi istemeyenler ise, millî egemenliğin zarar görmesi, devletin resmî ideolojisi olan Kemalizm’in tehlikeye girecek olması ve Hıristiyan ülkelerden oluşan AB’de Müslüman bir ülkenin çaresiz duruma düşeceği korkusunu taşımaktadırlar.

Fransa’nın bir önceki müftüsü Soheib Bencheikh; “Biz Avrupalı Müslümanlar Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesini dört gözle bekliyoruz, çünkü o zaman Avrupa’da kendisiyle gurur duyacağımız ve hassasiyetlerimizi paylaşan büyük bir Müslüman ülke olacak” demiştir.

Ayrıca bizim AB’ye girmemiz AB için de çok büyük avantajlar taşımaktadır. Avrupa’nın en genç nüfusuna ve çok önemli yer altı kaynaklarına sahibiz. İnsancıl bir toplumuz ve Avrupa’nın İslâm dünyasına açılmasında çok önemli bir köprü vazifesi görebiliriz. Katılım ile Avrupalılaşmaktan korkuyorsak, biraz etrafımıza bakmamız yeterlidir. Zira giyim kuşamımız, ölçü ve tartılarımız, takvimimiz, anayasamız, alfabemiz, genel olarak hayat şeklimiz yıllar önce zaten Avrupalılaştırılmıştı.

Evet, Türkiye bir yol ayrımındadır; ya devletin baskıcı, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan, insan haklarını görmezden gelen, statükocu, dünyaya kapalı jakoben rejimini sindirip yoluna devam etmeye çalışacak; ya da daha müreffeh, daha demokratik, hukukun üstün olduğu bir sistemin yanında yer alacak. Halihazırda kendi kendine ya da başka oluşumlarla bunları gerçekleştirmesi şimdilik hayal gibi görünüyor. Dolayısıyla AB bazı mahzurlarıyla birlikte ehvenüşşer gibi görünmektedir.

Şimdiye kadar bizim AB hakkında ne düşündüğümüzü belirtmeye çalıştık. Biz AB’ye girsek mi, girmesek mi diye düşünürken, bir de İslâm ülkelerinin üyeliğimiz hakkında ne düşündüklerine bir göz atalım:

Diğer üyelerinden farklı bir kültür ve kimliğe sahip olan Müslüman bir ülkenin AB’ye girmesinin büyük bir başarı olacağı, uzun yıllardan beri Türkiye’nin kendisini Avrupa’nın bir parçası saydığı, AB içinde aktif ve etkin bir güce erişebileceği, Hıristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasında köprü olabileceği, böylece Batı ile İslâmın siyasî değerlerinin bütünleşebileceği bir ülke olacağı, ancak bütün bunlarla birlikte üyelik sürecinin çok zor geçeceği görüşü dile getirilmektedir.

27.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004