Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Cumhurbaşkanının dört yanlışı

Cumhurbaşkanı’nın Harp Akademileri’nde yaptığı konuşma metninde altı çizilmedik satır bırakmamışım... Satırların sağına soluna iliştirdiğim ünlem ve soru işaretleri de cabası... Ancak bu işaretli yerler arasında üç yer var ki, buralara -şimdi tam da çözemediğim- bir şeyler de karalamışım.

Konuşmanın bu bölümlerinden ilki şu:

“Türkiye’de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır.”

Bu cümlenin yanı başına düştüğüm nottan sadece “Aşkolsun!” sözcüğünü seçebiliyorum.

Evet gerçekten de “aşkolsun”.

Demek ki ülke 80 yılı aşkın tarihi göz önüne alındığında en kötü günlerini yaşıyor... Demek ki geride kalan 80 yılda olup bitenler (en başta 25 yıl süren bir Tek Parti ) “bugün”e kıyasla ülkenin nostalji ile hatırlanacak sayfalarıdır... “Ekonomi”yi, yani bugüne kıyasla arkada bıraktığımız o müthiş yoksulluğu hatırlatmıyorum bile. (Biliyorsunuz bu işler de “siyasal rejim”siz olmuyor.) Bu sözlerde benim hiç mi hiç hoşlanmadığım taraf, Cumhurbaşkanı’nın halkına hitap ederken seçtiği-benimsediği “otoriter” dil-üslûptur. Bir halkın geleceğe yönelik umut, arzu ve beklentileri “yakın tarih”i hiç dikkate almayan bir hüküm ile kolayca harcanacak türden şeyler midir? Bir toplumun bugünü ve yarınına ilişkin umutları, arzuları, beklentileri bu derece “otoriter” bir dil-üslûp ile “kastre” edilmeye çalışılması hoş görülebilir mi? Bir vatandaşlar topluluğu cumhurbaşkanları tarafından peş peşe sıralanan “korkular”la bugün ve geleceğe yönelik bu derece umutsuz, arzusuz ve beklentisiz bırakılabilir mi?

Konuşmanın yanına not düştüğüm ikinci bölümü ise şu:

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli, ilkeler ve değerler bütünü olan Atatürkçülük ideolojisine dayanmaktadır.” Düştüğüm nottan seçebildiklerim: “Bu bana bir zamanlar duvarın arkasındayken bugün artık ‘duvarın altında’ kalmış bir sistemi hatırlatıyor...”

Üçüncü bölüm: “Temelinde Atatürk ilke ve devrimleri bulunan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi, tüm yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisidir.”

Bir bölümünü çözebildiğim “derkenar”dan:

“Ne acı. Bir dönem Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak da görev yapan bir Cumhurbaşkanı’nın ‘Devlet ideolojisi’nden (nedense ‘D’ büyük harf) söz edebilmesi ne acı... Bu ifadeyi kullanan bir başka cumhurbaşkanı kaldı mı günümüzde? (Tabii ki demokrasilerden söz ediyoruz.) Anayasa Hukuku’nun böyle bir “ideoloji”ye işaret edebilmesi mümkün mü günümüzde?

Konuşmanın nasıl bir “Tarih” anlayışının ifadesi olduğunu da söyleyeyim: Cumhurbaşkanının konuşması bizi “döngüsel” bir zaman ve tarih anlayışını kabule davet ediyor. Yani bugüne ve özellikle “geleceğe” kapalı, geçmişin özlemiyle yanıp tutuşan ve “oradan geldik orada kalacağız” diyen bir tür döngüsel zaman ve tarihe çağrı bu...

Şimdi de gelelim “sonuncu yanlış”a.

Cumhurbaşkanı Sezer’in 23 Nisan konuşmasından:

“Ve yine O’nun (Atatürk’ün-K.B.) anlatımıyla ‘Türk milleti mukadderatını Büyük Millet Meclisi’nin kifayetli ve vatanperver eline tevdi ettiği günden itibaren karanlıkları sıyırıp kaldırmış ve ümitle istikbale yönelmiştir.’Bugün de, TBMM, O’nun yüce kişiliği ve devrimlerine layık olduğunu kanıtlamak zorundadır.”

İki satır yukarıda özetlemeye çalıştığım bir “zaman ve tarih” anlayışında ısrar eden büyük bir yanlış daha...

Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini bir gazete bakın ne güzel tercüme etmiş: “Cumhurbaşkanı’ndan Meclis’e: Atatürk’e bağlılığını kanıtla!”

Bu taze yanlışı da şöyle değerlendireyim: Bir kere her şeyden önce, resmi açıklamalarda Atatürk’ten “Yüce Atatürk” (ya da eski dili tercih edenlerce söylendiği gibi “Ulu Atatürk”) diye söz etmekten bir an önce vazgeçilmelidir. Çünkü bu türden hitaplar demokrasinin terminolojisine yabancıdır. Eğer hemen her şey önce bir terminoloji meselesi ise, bundan vazgeçilmelidir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı (ve de diğerleri) eğer “laiklik” ya da “sekülarizm” konusunda samimi ise, kendisine önce “kutsal”dan arınmış bir politik dil yaratmak zorundadır. Mevcut terminoloji içinde kalarak ne demokrasi ne de cumhuriyet mümkündür.

Meclis’e yönelik “O’nun yüce kişiliği ve devrimlerine layık olduğunu kanıtlamak zorundasın” uyarısına gelince: Bu sözler demokrat ve cumhuriyetçiler açısından o derece inciticidir ki, böyle yanlışlarla ancak “monarşik cumhuriyet”te karşılaşılabilir.

Yeni Şafak, 24.4.2007

Kürşat BUMİN

25.04.2007


 

Sessizce Nokta

Dergi haberciliğinin pastadan kız çıkarır gibi, haberden cinsellik çıkardığı, magazin kapaklı o eski tiraj stratejisi; son dönemde azalmış, hele Nokta’yla tamamen noktalanıyordu oysa.

Haftalık bir haber dergisinin sansasyon yapmadan, dekupeli, imalı, kışkırtıcı kadın resmi kullanmadan, ‘numara yapmadan’ satıp satmayacağı sorusuna olumlu cevap vermeye hazırlanıyordu oysa…

Gay trendleri ya da İslamcı+cinsellik dosyalarından değil, “ne anlatıp da şaşırtırım”, “ne yapar eder, biçimbozarım” mantığından değil, “gazetelerin gündelik hengamesi arasında buharlaşan hangi gerçeği yakalarım”ın izini sürmekten yana olan dergicilik anlayışının taşlarını -yıllar sonra yeniden- üst üste koyuyordu oysa…

Nokta Dergisi, yayınına nokta koydu.

Bütün bunlar neden oldu? Tersinden ‘andıç’ haberinin, yani Genelkurmay’a akredite olan ve olmayan gazeteciler listesinin yayınlanması, ardından şimdilerde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başında duran, ‘Laiklik elden gidiyor’ mitingleri falan düzenlemek gibi aktivitelerle iştigal eden emekli Orgeneral Şener Eruygur ile emekli Oramiral Özden Örnek’in 2004’te görev başındayken planladığı ama, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün sağduyulu problem yönetimiyle hayata geçiremediği darbe günlüklerinin yayınlanmasından sonra…

Hemen ardından çalışanların duvara hizalandırıldığı baskın geldi. İmtiyaz sahibinin adresini açıklamadığı ‘baskılar’ sebebiyle kapatmaya karar verdiği haberi de, onu takip etti. Süperpoligon sitesi de birkaç gün önce, derginin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’e, Özden Örnek’e basın yoluyla alenen “hakaret” ve “iftira” edildiği iddiasıyla, 6 yıl 8 aya kadar hapis istemiyle dava açıldığı haberini verdi.

Örnek’in avukatının dava açmasında yadırgatıcı bir taraf yok; memlekette bir depreme sebep olması gereken belgelere değil de, bu belgeleri yayınlayanlara karşı pozisyon alan ve bu dolaylı yolla günlük sahibinin temize çıkmasına sebep olan bu kadar çok kişi varken, avukatın kalkıp ‘müvekkilime hakaret edilmiş, iftira atılmıştır’ diyerek soluğu mahkemede alması, normalleşebilir, gösterişli bir hak arayışına dönüşebilir.

“Nasıl yani, darbe günlüğü tuttuğu iddia edilen de, gazeteciyi mahkemeye veren de aynı kişi” demeyin, ‘çoğunluğun tiranlığı’ diyesi John Stuart Mill’e selam ederek, asıl tiranlığın çoğunluğun sessizliğinden kaynaklandığını bilin, geçin.

Savcılığın, dönemin Genelkurmay Başkanı bu tertibi reddetmediği, Dışişleri Bakanı ‘bu planla ilgili bilgimiz vardı’ dediği halde, darbe günlüklerine değil de, suçu faş edene gösterdiği ‘senin dilin fazla dönüyor’ tavrı da kabul edilemez olmasına rağmen bir yere kadar anlaşılır, çünkü bu işler bu ülkede gerektiği zaman böyle döner. Kimilerinin kanındaki militarizm seviyesi, demokrasi oranını aştığında, hukuk sözkonusu olduğunda dahi böyle yalpalamalar vakidir.

Gelgelelim, rögara düşen çocuk ya da okul önlerine düşen uyuşturucu satışı konusunda başarıyla yerine getirdiği ‘kolektif vicdanı temsil’ görevini bu tür konularda ihmal eden ve konjonktür böylesini gerektirdiği anda hemen otomatik pilota geçerek ‘üç maymun’a başlayan medyaya hiçbir hafifletici sebep bulamıyor insan. Andıç ve darbe günlükleri ortaya saçılır saçılmaz başlayan “TSK’yı yıpratmayalım” kampanyasından bahsediyorum.

Kendi çalıp kendi söyleyen, yetkisiz ve etkisiz birkaç basın etik kuruluşunun kınaması da medyayı temize çekmiyor. Bilakis o kurumların yönetimindeki koca koca isimlerin her gün yazı yazdıkları büyük gazeteler konuya sessiz kaldıkça, o sözler gülünçleşiyor, o kınamalar karikatürleşiyor.

Oysa, ana akım medya Nokta’nın iddialarının üstünü örtmek yerine merak etseydi, bu iddialar ortaya çıkarılıp gereken incelemeler yapılır, ordunun şaibe paratoneri olarak tarihe geçerdi. Yıpranan da TSK falan değil, darbecilerin itibarı olurdu. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başına geçerek kursağında kalmış hevesini bu kez ‘sivil’ olarak, ‘sivil’ STK metotlarıyla ikame etmek isteyenler için de iyi bir ‘demokrasi’ dersi.

Oysa, üç maymunculuk, muhabir heyecanıyla yaşayan az sayıdaki basın kuruluşlarından birinin yeni başlamış hayatına malolduğu gibi, medyanın “kolektif vicdan temsiliyeti”ni de işine geldiği gibi, işine geldiği zamanlarda üstlendiğini bir kez daha kanıtladı. Gerçeklerin ortaya çıkmaması da cabası…

“Gerçekleri ortaya çıkarmak, üç beş baldırı çıplak gazeteciye mi kaldı” mı diyorsunuz yoksa? Böyle düşünüyorsanız bile, çekinmeyin, korkmayın.. Siz çoksunuz.. Sessiz çoğunluğun kendi küçük, egosu büyük tiranısınız. Size kimse dokunamaz, merak etmeyin…

Yeni Şafak, 24.4.2004

Özlem ALBAYRAK

25.04.2007


 

Kanun önünde eşit

Nokta dergisinin kapanma kararı, nasıl bir dönemde yaşadığımıza dair önemli br sinyal verdi.

Medyadan, bunun dergi sahibinin kararı olduğunu öğreniyoruz. Onun bu kararı nasıl bir ruh hali altında verdiğini bilemeyiz tabii. Ama herhalde çok sevinerek bu karara vardığını düşünmek anlamsız olur. Niye aldı, niye bıraktı? Dergiden hoşnut, yayın biçiminden hoşnutsuz olsa, kadro değiştirir, devam ederdi...

Yayımlayan kadronun karardan hoşnut olmadığıysa ortada. ‘Sözde değil, özde demokrasi’ gelince, devam edeceklerini söylediler.

Gazetelerin, dergilerin eğlence sayfalarında, okurun belirli bir ilkeye göre çizgiler çizerek tamamlaması gereken resimler vardır. Bugünlerde Türkiye’de olan pek çok olay, insana bunları hatırlatıyor. Yalnız, bizim yaşadığımız durumda, sayfayı hazırlayan, çizgileri neye göre, nasıl çizeceğimizi belirtmemiş. Ya da elimizde çizecek kalem yok. Yani sonuçta resim tamamlanamadan kalıyor.

Ama bu tip bulmacalar, yapıları gereği, öyle fazla gizli kapaklı olamazlar. Nereden nereye çizileceğini belli edecek noktalar oradadır; çizmeseniz de, çizmiş olsanız nasıl bir şey çıkacağı aşağı yukarı bellidir.

Nokta herkesin konuştuğu ve herkesin aklında kalan iki haber yaptı: bir ‘andıç’ vardı, bir de ‘anı’, yani, emekli bir amiralin görev başında bulunduğu dönemde devam edegelen darbe hazırlıklarına ilişkin tuttuğu notlar. Derginin yayımlandığı yerin polis tarafından basılması, uzun süren arama, ardından gelen ‘kapatma’ kararı, hepsi bu haberlerin sonucu olarak gerçekleşti. Yani, yukarıda dediğim gibi, resmin ‘nokta’ları orada, ama bazılarının arası çizgilerle bitiştirilmiş, bazılarınınkiyse bitiştirilmemiş, öylece duruyor.

‘Andıç’ konusunda, olayın biz seyircilerinin söyleyecek bir sözü yoktu. Ama ‘darbe günlüğü’ konusunda günlüğün sahibi olduğu söylenen kişiyle herhangi bir şey yapılmaması, buna karşılık Nokta dergisine ‘halkı askerlikten soğutma’ gibi bazı gerekçelerle dava açılması, herkesin fazlasıyla garibine gitti. Herhalde pek çoğumuz ‘Bu kadar da olmaz!’ dedik.

Ama oldu. Üstelik sık sık oluyor bugünlerde.

Şemdinli iddianamesini yazan savcının başına gelenleri hep birlikte izledik. ‘İddianame’sini tutarlı bulmadığımı o zaman da söylemiş, ama bu ülkede daha ne iddianameler gördüğümüzü de eklemiştim. Evet, onu izledik, şimdi de Nokta’nın kapatılmasını izlediğimiz gibi sadece izledik.

Yeniden o konulara girmeyeyim, ama şu dönemde Yargı kolunun çeşitli düzeylerde gösterdiği davranışlardan bazıları, adaletin uygulanmasında, ‘Kanun önünde herkes eşittir’ ilkesinin geçerli olup olmadığı konusunda şüphe yaratacak nitelikte oluyor.

Bu ilkenin geçerliliğinden şüphe duymaya başlanırsa, bunun arkası iyi

gelmez -hiçbir toplum için.

Bir düzeyde böyle bir seyir izlerken, bir yandan da, Trabzon-Malatya çizgisinin bir ‘istikrar’ kazandığını görüyoruz. Bu gibi olayların ‘birkaç sapığın eseri’ olduğu söylenirdi hep, gene söyleniyor. Ama başlı başına ‘tekrarlılık’ bunu yalanladığı gibi, her seferinde, internette ve başka yerlerde canilere destek mesajları yağıyor.

‘Elimin altında bulunsun, x’e karşı onu kullanırım’ mantığıyla, doğmasına, var olmasına, büyümesine imkân tanınmış bu odaklar, şimdi denetlenemez hale geliyor. Bütün bunlar, hayırlı bir geleceğin alametleri değil.

Radikal, 24.4.2007

Murat BELGE

25.04.2007


 

Sezer’in demokratlık katsayısı

Meclis’e hücumlar bugün de sürüyor. Son olarak 23 Nisan mesajında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “ Meclis Atatürk’e ve devrimlerine layık olduğunu kanıtlamalıdır “ gibi gayet talihsiz bir cümle kurdu.

‘Talihsiz’ diyorum çünkü bu cümle en az iki açıdan problemlidir:

1) Birincisi ‘bireysel’ açıdan: 1938’de vefat eden Atatürk’ü, günümüzde Sezer mi temsil ediyor? Hangi hakla? Neye dayanarak? Sezer’in yaptıklarının ve söylediklerinin Atatürk çizgisinde olduğunu nereden biliyoruz? Her fırsatta, hatta yerli yersiz, Atatürk’ten, laiklikten ve inkılaplardan ‘ söz açarak’ mı Atatürkçü olunuyor? Sezer giderayak sanki kendine bir halef belirlemeye çalışıyor.

2) İkincisi ‘ilkesel’ açıdan ki bence bu nokta daha önemli: Meclis’in kimseye bir şeyi kanıtlama yükümlülüğü yoktur. Meclis sadece Anayasa’nın sınırları içinde çalışır. O kadar! Sezer’in kendisini seçen Meclis’e karşı daha saygılı olmasını beklemek hakkımızdır sanırım. 2000 yılında onu seçen Meclis iyiydi de, bugünkü Meclis mi kötü? Ancak Sezer’i de anlamıyor değilim: Cumhurbaşkanı olmadan önce Çankaya’nın yetkilerinin fazla olduğunu ısrarla söylüyordu. Seçildikten sonra bu fazlalığı hiç ağzına almadı, yetkilerini sonuna kadar kullandı. Şimdi kendisi gibi olmayan birisi tarafından kullanılacak diye kaygılanıyor. Böyle davranan bir kişinin, Meclis’e ‘ liyakatini kanıtla’ demesini gayet normal buluyorum.

Geçenlerde yaptığı bir konuşmada, “ tüm yurttaşların taraf olması gereken “ bir ‘ devlet ideolojisi’nden söz ediyordu. O da talihsiz bir cümledir. Böyle bir cümleyi ancak totaliter bir rejim hayalleri kuranlar söyleyebilir. Çünkü ancak totaliter rejimlerde her yurttaşın taraftar olduğu bir devlet ideolojisi olabilir. Böylece Sezer’in demokratlık katsayısını da anlamış bulunuyoruz.

Sabah, 24.4.2007

Emre AKÖZ

25.04.2007


 

Fransa’da Amerikan çizgisi

Bilindiği gibi..

Sarkozy, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine açıkça karşı çıkan, imtiyazlı ortaklık öneren bir isim. Azgın bir Türkiye muhalifi..

Sosyalist Royal ise Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmamakla birlikte, açık bir destek de vermiyor: ‘Zamanı geldiğinde bir referandum yapılacak, bu sonuca saygı göstereceğim’ diyor.

Türkiye’yenin katı muhalifi Sarkozy, Atlantik yanlısı... Aslında tüm söylemine rağmen Sarkozy’nin iktidara gelmesi halinde onun Türkiye politikasını Amerika çizgisi derinden etkileyecek... Tabii Türkiye -ABD ilişkileri de... Bunu gözardı etmemek lazım.

Almanya Başbakanı Merkel’in de Amerikan çizgisine yatkın olduğu hatırlanırsa, Sarkozy’nin durumu daha da ilginçleşiyor... Çünkü Avrupa’nın iki çok önemli ülkesinde Avrupacı çizgi iktidarını yitirmiş olmakta.

Türkiye’ye nispeten daha sıcak duran sosyalist aday Segolene Royal ise daha Avrupacı...

Fransız seçimlerinde bir yandan da çok farklı iki temel görüş çarpışmakta..

Amerikan çizgisinde bir Fransa ve Avrupa mı?

Eski anlayışın devamı Avrupacı bir Fransa mı?

***

Sanayi devriminin ışıltılı ülkesi Fransa yeni çağı yakalamakta çok zorlanıyor.

Toplum elde ettiği sosyal avantajları yeni çağın zorlamalarına karşı savunuyor.

Sanayi sonrası dönemin gerekleri ile eskinin alışkanlıkları çatışıp duruyor.

Siyasal yönetim, trenin kaçtığının farkında... Ne var ki toplum yarın ödenecek faturaya rağmen eskiyi sürdürmekten yana.

***

Sarkozy eski İngiltere Başbakanı Thatcher örneği radikal bir reform süreci izleyecek gibi...

Royal ise daha ılımlı... Daha ılıman.

Fransa seçimleri Avrupa ve dünya dengeleri açısından önemli nirengi noktalarından biri..

Bakalım ikinci tur ne gösterecek?

Star, 24.4.2007

Mehmet ALTAN

25.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004