‘Andıç’ yanlış oldu. İlki de, yâni 28 Şubat 1997’deki de yanlıştı, on yıl sonra, şimdi ortaya çıkan da. Andıç’ın yanlışlığı sâdece demokratik hukuk devleti ilkelerine ters düşmesi ile de sınırlı değil. Şurası herhâlde çok net olarak anlaşılmış olmalıdır.
Kamu kaynaklarını kullananlar, kamusal iktidar tekelini ellerinde bulunduranlar, tüm gerçek ve tüzel kişilere yasa önünde eşit davranmakla yükümlüdürler. Andıç, bu bakımdan hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Demokrasi, tüm yurttaşların kamusal tartışma ve karar alma süreçlerine özgürce ve eşit biçimde katılmalarını gerektirir. Bu bakımdan, ifade özgürlüğü vazgeçilmez önemde bir ilke ise, kamusal sorunlarla ilgili bilgi kaynaklarına erişmek bakımından herkesin eşit imkân sâhibi olması ilkesi de en az o kadar önemlidir. Bu açıdan bakıldığında Andıç, demokratik devlet ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Özetle Andıç, üzerine ihtimamla titrememiz gereken Cumhuriyet’in Anayasa’da belirtilen temel ve değişmez/değiştirilemez niteliklerine uygun düşmemektedir. Ancak, Andıç’ın yetkili ağızlarca da te’yid edilen mevcûdiyetinin ortaya koyduğu bir başka vahâmet var ki, aslında “demokratik hukuk devleti” niteliklerine uymamanın ötesinde bir kaygı nedeni olmaktadır. Bu vahâmet, Andıç’ın bir Cumhuriyet kurumu olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin yıpratılmasına zemin oluşturabilme potansiyelinden kaynaklanmaktadır. Cumhuriyet’in demokratik hukuk devleti olma niteliği, bu niteliği hayâta geçiren, somutlaştıran devlet kurumlarından soyutlanarak tasavvur dahi edilemez. Dolayısıyla, potansiyel hâlinde ortaya çıkıyor olsa bile, böyle bir kurumsal yıpranmanın behemehâl önlenmesi ve bir daha asla gerçekleşmemesi için tedbir alınması bir zorunluluktur. Bu tedbirlerin bir bölümü kamu bürokrasisinin kendi iç mekanizmaları aracılığıyla, bir diğer bölümü de bağımsız yargının devreye girmesiyle gerçekleştirilebilirse de, Türkiye’nin siyâsî hayâtında Andıç yanlışlığının tekerrür etmemesini te’min etmek bakımından yeterli olamayacaklardır.
Andıç’ı üreten kültüre bakmak...
Çünkü Andıç, esâsen halkın kendi kendisini yönetmesi anlamında demokratik Cumhuriyet pratiğinin yerleşememiş olmasının bir ürünüdür ve aynı zamanda böylesi bir kültürün yerleşmesinin önünde de önemli bir engel olmaktadır. Andıç varsa demokratik Cumhuriyet pratiği yerleşememekte, demokratik cumhuriyet pratiği yerleşemediği için Andıç var olmaya ve kendini yeniden üretmeye devam edebilmektedir. Dolayısıyla asıl sorun, bu kısırdöngünün nasıl kırılacağıdır. Bu asıl sorunu çözmek için sorunun kökenine gidelim ve biraz târihi hatırlamaya çalışalım. Şöyle başlayabiliriz, sanırım: Cumhuriyet, bir millî mücâdele sonucunda kuruldu ve bu kuruluş, “saltanat-ı şahsiyyeden saltanat-ı millîyeye” geçilmiş olmakla târif edildi; hanedânlık bitti, millî egemenliğe geçildi. Bu değişimin adetâ bir devrim niteliğinde olması, hanedân devletinin örf-i padişâhîyi de sarmalayan ilâhî meşrûiyet temelinin terk edilip, dünyevî (toplumsal kaynaklı) meşrûiyet temeline geçişi ifâde etmesinde kavranabilirdi. Eski devlet yönetimi, ilâhî bir referansa sâhip dâire-i adâlet içinde Sultan tarafından gerçekleştirilirken, Cumhuriyet’in amacı, yönetim erkini artık topluma, II. Meşrutiyet’ten beri rüştünü ispat etme mücâdelesi vermekte olan eskinin “re’ayâ”sına, yeninin yurttaşlarına aktarmaktı. Lâkin, iki önemli problem bu amacın gerçekleştirilmesinin önünde büyük engeller olarak yükseliyordu. Birincisi, yeni devletin, Cumhuriyet’in meşrûiyet kaynağını oluşturacak olan toplumun nasıl tanımlanacağı problemiydi. İkincisi de, toplumun Cumhuriyet ile birlikte eline alacağı düşünülen devlet iktidarını gerçekten sâhiplenebilecek ölçüde ehliyetli olup olmadığıydı.
Aslında birbirinden kopuk olarak düşünülmesi pek de mümkün görünmeyen bu iki problem ile ilgili olarak, Cumhuriyet’e giden millî mücâdele yolunda iki farklı eğilim belirmişti. Birinci eğilim “millî mücâdele halkçılığı,” ikinci eğilim ise “tek-parti döneminin bürokratik vesâyetçiliği” olarak ayrıştırılabilir. Burada birinciye kısaca “demokratik halkçılık,” ikinciye de “bürokratik vesâyetçilik” diyeceğim. Hukukun temel kavramlarına biraz aşina olanlar özellikle bilirler; vesâyet aslında kendi hayâtını kendi irâdî eylemleriyle sürdürebilecek olan bir kişinin, akılcı düşünme yeteneğini yitirmesi nedeniyle, kendisi için neyin iyi olduğunu bilemeyecek bir duruma düşmesi sonucunda, hayâtı bu kişi adına yürütmek üzere hukukî irâde ortaya koyacak bir başka öznenin belirlenmesinin adıdır. Olağan koşullar altında, rüştünü ispat etmiş, akıl sağlığı yerinde olan herkes, kendi hayâtını kendi tercih ettiği gibi yaşayabilir ve bu bakımdan da kendi irâdesiyle kendi adına, meselâ borç altına girebilir. Bu bakımdan vesâyet, rüşt yaşına erişmiş olduğu hâlde, akıl sağlığını şu veyâ bu nedenle yitirmiş olan bir kimsenin, kendisine zarar verici eylemlerinden korunması için hukukta benimsenmiş olan bir kurumdur. Medenî hukukun bu kurumunda yer alan kişi yerine, bir “toplumu” da koyabilirsiniz. Bu takdirde vesâyet, kendi hayâtını kendi irâdesiyle sürdürme yeteneğinden yoksun bir özne olarak toplumun, onun iyiliği adına “başkaları” tarafından yönetilmesi gerektiği düşüncesinin adı olur.
Türkiye’de Cumhuriyet’in tek-parti döneminden beri yaşamakta olduğu derin çelişkilerden biri ve belki de en temel nitelikte olanı da bu noktada karşımıza çıkar. Şöyle izâh edeyim: Cumhuriyet, modern hukuktaki teknik tanımıyla devlet başkanının verâset dışı bir yolla belirlendiği bir yönetim biçimidir. Burada verâset dışı yol, aslında çoğu kez seçim mekanizmasıdır ve Cumhuriyet, artık “cumhurbaşkanı” adını alacak olan devlet başkanının yurttaşlar tarafından seçildiği bir yönetim biçimidir. Şimdi, böyle bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyet’in özü nedir diye de sormak gerekir, çünkü modern hukuktaki bu teknik tanımın arkasında Cumhuriyet’in özüne ilişkin bir temel kabûl yatmaktadır. Bu kabûl, Cumhuriyet’in tüm yurttaşların ortak iyiliğini (kamusal iyiliğini, res publica’yı) gerçekleştirmeyi amaçlayan bir devlet tipi olmasında temellenir ve “seçim”, yurttaşların kendileri için iyi olanı kendi özgür irâdeleriyle belirlemeleri gerektiği ilkesinin bir sonucudur. Dolayısıyla Cumhuriyet, bir yönetim biçimi ve bu biçimin gerçekleştirmeye yöneldiği amaç ile belirlenen özü bakımından, aslında “demokratik” olmak zorundadır. (Parantez içine alarak belirtelim ki, demokratik olmayan cumhuriyetlere tanıklık etmiş ve etmekte olan beşerî târih, bugün gelinen noktada bu zorunluluğun nasıl açığa çıktığının da sayısız örneğini vermektedir.)
Halkına güvenmeyen Cumhuriyet
Türkiye Cumhuriyeti de bu zorunluluğun farkına varıldığı bir târihî ânda kurulmuştur. Şöyle ki, kuruluşa giden yolda ortaya atılan temel görüşler, Türkiye’de artık “halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil eline alması” gerektiğine yönelmekteydi. 23 Nisan 1920 Ankara’sına, Büyük millet Meclisi’ne hâkim olan bu anlayış şöyle temellendiriliyordu: Türkiye’de, Batı toplumlarından farklı olarak, iki ayrı sınıf vardı, bürokrasi ve halk. Bürokrasi, yıllardır sanki Allah tarafından iktidar sâhibi kılınmışçasına, halk üzerinde tam bir hâkimiyet kurmuştu. Artık buna son verip, halka kendi kaderini (hayâtını) kendi irâdesiyle, kendi fiilleriyle bizzât belirleme imkânı verilmeliydi. Bunun için düşünülen birinci yol “meclis üstünlüğü” ise ikinci yol vâlilerin dahi seçimle belirlendiği, seçimlerin tek dereceli olarak yapıldığı, doğrudan bir halk yönetimi kurmaktı. Millî mücâdele döneminin “demokratik halkçılık” düşüncesine göre, halkın kendi kendini yönetme yeteneğinden yoksun olduğu gerekçesi ma’kûl değildi çünkü halka kendi kendisini yönetme imkânı ne zaman verilirse verilsin geç verilmiş olacaktı.
Bir bakıma Tanzîmat reformlarıyla Osmanlı Devleti’nin yaşamaya başladığı merkezîleşmenin sonucu olan bürokratik yönetim geleneğini aslında tasfiye etmeye yönelen demokratik halkçılık, bunda kısmen başarılı da olmuştur. Millî mücâdele döneminde benimsenen meclis hükûmeti sistemi, 1924 Anayasası ile de teyid edilmiştir. Yâni halkın kendi kendisini yönetmesi gerektiği ilkesi, yasama organının üstünlüğü ile neticelenmiştir. Ama, önemli eksiklerle. Bir kere, halkın kendi kendisini yönetecek olan temsilcileri seçmekteki özgürlüğü, (a) siyâsî rekâbetin yok edilmesiyle ve (b) iki dereceli seçim usûlünün muhafaza edilmesiyle neredeyse ortadan kaldırılmıştı. Böylece, demokratik olması kavramsal ve târihî bir zorunluluk olan Cumhuriyet’in birinci çelişkisi belirmiş bulunuyordu: Halk kendi kendisini yönetecekti ama henüz bu siyâsî olgunluğa erişmediği için, ancak bürokrasinin vesâyeti altında bu halk yönetimi gerçekleşecekti. Cumhuriyet, Türkiye’de demokratik halkçılığı tasfiye etmeye yönelik bir bürokratik vesâyetçilik ile netîcelenmiş oluyordu ki, sonradan adına “demokratikleşme” denecek olan süreç, bu süreç içindeki mücâdeleler de, dolayısıyla, hep bu bürokratik vesâyetçilik ile karşı karşıya gelecekti.
Demokratik halkçılık ile bürokratik vesâyetçilik arasında sürüp giden çatışmalar, aslında 1923-1960 döneminden farklı olarak, 1961 sonrasında, bürokratik vesâyetçiliğin kurumsallaşmasıyla iyice görünür bir hâl almıştır. Bilindiği üzere, 1961 Anayasası ile Türkiye’de, millî mücâdele döneminin demokratik halkçılığının bir bakıma kötürüm edilmiş mîrası olan meclis üstünlüğü anlayışı terk edilmiş, bunun yerine yasama ve yürütmenin yargısal denetimi ile birlikte ve belki de en az bunlar kadar önemli olmak üzere Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurum olarak ihdas edilmiştir. Demokratik halkçılık-bürokratik vesâyetçilik karşıtlığının Türkiye’nin siyâsî hayâtındaki bir diğer ifâdesi gibi görünen “seçilmişler-atanmışlar” çelişkisinin kurumsal ifâde bulması gibi de değerlendirilebilecek olan bu yeni düzenin temelinde, “çoğunluk korkusu”nun yattığı açıktır.
Burada sorulması gereken en önemli soru, bu “çoğunluk korkusu”nun neye dayandığıdır. Yâni, çoğunluğun nesinden korkulmaktadır? Yaşayan en eski anayasa unvanına sâhip Amerikan anayasasının kurucuları gibi, korkulan “çoğunluk zulmü” müdür? Yâni, seçimle işbaşına gelen yasama çoğunluğu ile bu çoğunluğa hâkim olan yürütmenin bireysel özgürlükleri ortadan kaldıran despotik bir yönetim kurma ihtimâlinden duyulan korku mudur? Böyle ise, o zaman 1961 Anayasası’nın gerçekten liberal-demokratik bir anayasa olduğu yargısına varmamız gerekecektir. Oysa Türkiye’de durum farklı gibi görünüyor. “Çoğunluk korkusu”nun dayanağı, bireysel özgürlüklerin korunması gerektiği gibi bir liberal kavrayış olmaktan çok, câhil halk yığınlarının kandırılarak, kendileri için aslında cahil olmasalardı istemeyecekleri şeyleri istiyormuş gibi davranmaya yöneltilmelerinden duyulan korkudur. Bu korku, zaman zaman “komünizm,” zaman zaman “bölücülük,” zaman zaman da “şerî’at” tehlikesinin mevcut ve yakın tehlike olarak kavranması biçiminde dile getirilmiştir ve getirilmektedir.
Bürokratik vesayetçilik
Bürokratik vesâyetçiliğin kendi varlığını sürdürme ihtiyâcı, dönem dönem, İttihâtçılıktan müdevver ve mülhem bir Cumhuriyet bekçiliği gerekçesine dayanma biçiminde kendisini ortaya koymaktadır. Millî mücâdele döneminin demokratik halkçılığında öne çıkarılmak istendiği gibi, emekçi ve düzenin gadrine uğramış sınıfların ve kesimlerin oluşturduğu bir özne olarak halkın kendisini siyâsî olarak ifâde etmesi imkânının önündeki (barajlı seçim sistemleri, siyâsî ifâde, örgütlenme ve faaliyet özgürlükleri önünde hâlâ mevcûd olan kısıtlamalar, merkezîyetçilik gibi) tıkaçlar da, bürokratik vesâyetçiliğin kendi korkularını gerçekmiş gibi sunmasına ve taraftar da bulmasına destek olmaktadır. Andıç yanlıştı; yanlış, kişilerden olduğu kadar ama, onlardan daha çok, bürokratik vesâyetçiliğin târihi olarak kökleşmiş mevcûdiyetinden kaynaklanmaktadır. Andıç yanlışı, yanlışın kendisini yeniden üretebilmiş olması demokratikleşme/demokratikleşememe döngüsüne de işâret etmektedir. Döngünün kırılması şarttır. Bunun için Türkiye, âcilen daha kapsamlı ve daha derinlemesine, daha kökten demokratikleşmek zorundadır. Bu zorunluluk, Türkiye toplumunun talebi olduğu kadar, devletin iki yüz yıllık değişmez hedefi olan Avrupalı olma tercihinin de bir ifâdesidir, çağın da gereğidir, ilkesel olarak da şarttır. Böylece Türkiye, salt yönetim biçimi olarak değil, öz olarak da sâhici bir Cumhuriyet olabilecektir.
Zaman, 10.4.2007
|
Provokasyonun üç sıcak noktası...
Kuruyor muyum, bilmiyorum... Hafta sonuna doğru... ‘Irak’a komşu ülkeler toplantısının’ adresinin değiştiğini okuyunca kuşkulandım...
Riyad’dan dönerken... Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu toplantının İstanbul’da yapılacağından çok emindi.
Mısır alternatifinin...
Şarm El Şeyh ihtimalinin ortadan kalktığını benim sorum üzerine bir kez daha teyit etti.
Halbuki toplantının adresi değişmiş gözüküyor.
Resmi neden ise Bağdat’ın İstanbul’a tavır koyması.
Gerçek bu mu?
***
Üstelik...
Aynı anda...
Barzani de kostaklanıveriyor.
Bununla kalsa iyi...
Dün Bingöl’ün Yayladere kırsalında...
Bir uzman çavuş daha şehit oluyor...
Üç günde ölen askerlerimizin sayısı ona çıkıyor.
Sanki bir el...
Hem içerde...
Hem de dışarda Kürt meselesini eş zamanlı kaşımakta...
***
Dış politika nedeniyle sinsice gösterilen kırmızı bir kart mı?
Cumhurbaşkanı seçimi arefesinde şahinlerin ‘derin’ dayanışması mı?
İkisi birden mi?
İlkbaharda beklenen...
Kürt sorunundaki muhtemel provokasyonlar da başladı.
Sürpriz maalesef yok.
***
Statükocuların...
Değişime karşı en çok medet umdukları nokta olan...
Kürt meselesi hareketlenmeye başladı.
Türkiye’yi öfke dolu bir ıstıraba doğru sürüklemek amaçlanmakta.
Sadece bu mu?
***
Statükonun...
Bir diğer avlanma alanı da KKTC.
Ankara...
Cumhurbaşkanlığına sabitlendiği için...
Adada artan gerilimi hissetmiyor gibi davranmakta.
Halbuki...
Orada da gerginlik hem asker ile sivil otorite arasında...
Hem de yerliler ile ‘sonra gelenler’ arasında tırmanmakta.
Şunu anlıyorum:
Kürt Sorunu olmaz ise KKTC...
Ya da ikisi birden...
Yeter ki siyasal iktidarın seçim öncesi ayağı iyice tökezlesin...
***
Üçüncü sıcak nokta da Ermeni sorunuydu.
Yetmiş küsür milyonuz...
Ermeni vatandaşlarımızın sayısı yetmiş bini bulmaz.
Ama bir ‘Ermeni sorunumuz’ var.
Üstelik bu sorun Hrant’ı da kurban almış.
Hem de katilin ardı el çabukluğuyla karartılmış durumda.
Provokasyonların memba suyu kesilmesin diye...
Kürt sorunu...
Olmadı Kıbrıs...
Daha olmadı yeniden Ermeni konusu...
Yeter ki Türkiye karışsın.
Cumhurbaşkanlığı seçimi istenilen istikamet dışına çıkmasın.
***
Çare ne?
Öncelikle üç provokasyon noktasına dikkat tabii.
O dikkatle birlikte soğukkanlılık...
Tuzaklara düşmeyecek bir irade...
Ve berrak bir akıl.
Akıl, zayıflatılmaya geçit vermez.
Provokasyonları boşa çıkartır.
Ülkeyi kurda kuşa yem etmeyi önler.
İttihatçı geleneğin, kan ve gözyaşına aldırmadan...
Egemen pozisyonları için...
İktidar için...
Ortalığı kanlı bir arenaya dönüştürmesine yolu açmaz.
Dışarıya karşı da...
Kaygan zeminde vals yapmayı engeller.
Star, 10.4.2007
|