Asr-ı Saadet’te yaşanan bir özgürlük hikâyesine yer vermek istiyorum bu haftaki yazımda.
İslâm ordusu komutanı Sad bin Ebi Vakkas, bütün iç bağlardan arınmış sahabelerin oluşturduğu özgür ordusuyla devrin büyük devletlerden biri olan İran imparatorluğunun sınırlarına dayanmıştı. Ne işleri vardı buralarda? Amaçları ülkeler fethetmek miydi? Yoksa dünyanın zenginliklerine mi ulaşmak istiyorlardı? Değildi hiçbiri elbette. Taşıdıkları misyonları buralara kadar getirmişti onları. Yayılma özelliğine sahip dâvâları vardı. Bu bakış açısı bütün dünyaya nüfuz etmeliydi. İnsanlığın önü açılmalı ve özgürlüğün o derin anlamı özümsenmeliydi.
Sayıları fazla kalabalık olmayan bu ordunun amacı da buydu. Sınırlarına dayandıklarını haber alan İran imparatorluğu da Rüstem komutasında iki yüz bin kişilik ordusunu tam bir teçhizatla göndermişti. Rüstem, bu fakir halkın oralara kadar gelmelerinin sebebini öğrenmek üzere peş peşe Sad bin Ebi Vakkas’tan elçiler istedi. O da elçilerini gönderdi.
Rüstem, Müslümanlardan elçi istemekle anlaşılan zaman kazanmak istiyordu. Elçilerin gözünü yıldırmak, gördükleri zenginlik karşısında şaşkına dönmeleri için ordugâh çadırını ipekli halılar ve yastıklarla süsletmişti. Nöbetçilere de çok süslü elbiseler giydirmişti. Aklınca fakirlikten gelen bu insanları korkutmak, böylesi büyük bir ordu ile savaşmaktan vazgeçirtmekti. İnsan ya, kendisinde olmayan bir şey konusunda komplekse girer; en azından muhatabını gözünde büyütür. Rüstem tam bir psikolojik harp uyguluyordu. Rüstem kendini askerlerine âdeta taptırıyordu. Güç ve yetki onun için her şeydi. Herkese de bu gözlükten bakıyordu. Askerleri de ona bu şekilde ve bu gözle bakıyorlardı.
Ama karşısındaki insanlar öyle çevresinde olan türden değillerdi. Yanıldığı nokta da burasıydı. Gönderilen elçiler sanki anlaşmış gibi, Rüstem’in altın taht üzerinde büyük bir debdebe içinde kurulmuş olmasına hiç önem vermemişlerdi. Onlar için her şey olan göz kamaştıran halı ve ipekten yastıklara hiç değer vermediklerini göstererek, mızraklarıyla halıları deliyorlardı. Elçiler için geçicilik damgasını yiyen her şey, özümsedikleri misyon karşısında hiç ama hiç önemi yoktu. O saltanat ve o zenginlik öncelikleri arasında asla değildi. Fakirlik ve belki de çoğu günlerini açlık içinde geçirmiş ve böylesi bir şatafatla karşılaşmamış olabilirlerdi. Akıl ve kalplerini dolduran öte dünya düşüncesiydi onların. Onlarda İran ordusundakilerde olmayan bir şey vardı; o da iç dünyalarının kompleks ve dünya tutkularından arınmış olmasıydı.
İki elçi de tavizsiz üç teklifte bulunmuşlardı Rüstem’e: Ya Müslüman olmak, ya barışla cizye vermek ya da savaş. Yalnızca otuz bin kişilik bir ordunun kendisinden tam yedi kat fazla bir orduya karşı takındığı bu tavrın arkasında elbette dünya hayatından daha değerli bir şey vardı: Ebedî hayat. Yoksa hiç kimse anlamsız bir şekilde kendini tehlikelere göz göre göre atmış olamazdı.
Son ve ikinci kez elçi olarak giden Muğîre bin Şu’be ile Rüstem arasında özetle şu konuşma geçti; Rüstem işi tatlıya bağlamak istedi ve “Şayet açlık sebebiyle buraya kadar geldiyseniz, size bol miktarda yiyecek verelim, birçok ikramda bulunalım” dedi.
Niçin geldiklerinin asıl amaçlarını hâlâ anlamadıklarını gören Muğîre, şu kesin cevabı verdi:
“Biz yiyecek için gelmiş değiliz. Biz dinimize düşmanlık yapanlarla savaşmaya geldik. Ya Müslüman olursunuz, ya boyun eğerek cizye verirsiniz ya da kılıca sarılırsınız!” Biraz da hiddetlenen Rüstem, “Güneşe yemin ederim ki, daha güneş doğmadan sizin ordularınızı imha edeceğim” dedi.
Savaşa tutuştular. Perişan olan Rüstem ve Rüstem’in ordusu oldu.
Bir sinek, bir kartalı yere serdi.
[email protected]
|