Resûl-i Ekrem’in (asm) şahs-ı mânevîsi
On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem'a’nın;
BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:
Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o Lâ ilâhe illallah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen “Doğru dedin ve söylediğin haktır” derler.
Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.
İKİNCİ REŞHA: O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin(Hâşiye) yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkàniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.
Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî "Risâle-i Hamidiye"sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihât varmış.
Sözler, 19. Söz, s. 214
Lügatçe:
muarrif: Tarif edici.
kitâb-ı kebîr: Büyük kâinat kitabı.
âyet-i kübrâ: Büyük âyet.
Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu.
bürhan-ı nâtık: Konuşan delil.
irhâsât: Peygamberimiz (asm) üzerinde peygamberlikten önce görünen harikulâde haller.
hâtif: Gaybdan doğru haber veren cinler.
beşârât: Müjdeler.
kâhin: Gelecekten haber verdiği söylenen kişi, falcı.
Şakk-ı Kamer: Peygamber Efendimizin işaret parmağıyla Ay’ı ikiye bölmesi mu’cizesi.
|
Sivil üniversite: Risâle-i Nur hareketi
Bediüzzaman, kurulan yeni devletin kurum ve kuruluşlarının yapılandırıldığı bir sırada, asrın iman ve irfan hareketinin ilk adımlarını atar. Barla’da, ücra bir köşededir. Hiç alâkası olmadığı halde, Şeyh Said isyanı bahane edilerek Doğu’dan, Van’dan koparılıp alınmış ve hiç tanımadığı bir çevrede ve tanımadığı insanlar arasında ikamete mecbur edilmiştir. 1926-1934 yılları arasındaki ülke şartları göz önüne alındığında, yolu olmayan ve dağlar arasında kurulmuş küçük bir yerleşim birimindeki hayat şartlarının ne kadar zor olduğu anlaşılır. Üstelik yabancıdır. Ve etrafa da, bu sürgünün Kürt ve tehlikeli olduğu propagandası yapılmaktadır. Orada bulunan Jandarma Karakolu’na da, köylülerle temasına mâni olunması için tâlimat verilmiştir. Fakat o, kendisini kuşatan bu kadar baskı ve zulüm halkalarına hiç önem vermez. Zira onun için Allah’ın yâr olması kâfidir ve “O yâr ise herkes yârdır.”
48 yaşında Barla’ya getirilen Bediüzzaman, ilk olarak Yokuşbaşı Mescidi İmamı olan Muhacir Hafız Ahmed’in misafirhanesine yerleşir. Burada kısa bir süre kalır. Bu kısa süre içerisinde, onun farklılığını müşahede eden ve kendisi de bir ehl-i kalb olan Muhacir Hafız Ahmed, büyük bir muhabbet ve hürmet duymaya başlar. Böylece Barla’daki ilk talebesi olur. 8,5 yıllık Barla sürgünü boyunca bütün aile efradı ile birlikte her daim hizmetine koşar.
1926 yılının hemen başında ve soğuk bir kış gününde Barla’ya gelen Bediüzzaman’la birlikte bu belde, farklı bir hüviyet kazanmaya başlar. İlk olarak 10. Söz, aynı yılın bahar aylarında yazılır. Haşir bahsi, iman esasları içerisinde çok çetin ve önemli bir rükün olmakla birlikte, münafıkların ehl-i imanı şüphe ve evhama düşürmek için çok sık kullandıkları bir meseledir. Barla’nın yemyeşil dağlarını ve bağlarını gezerek kısa bir süre içerisinde bu harika eseri tamamlar. Her hakikatı yazılırken “yüzer âyât-ı Kur’âniyyenin bariz yardım ve himayesini” müşahede eder. Bu eserin el yazması bir nüshası Barla’lı bir tüccar olan Bekir Dikmen Bey’e verilir. Bekir Bey, ticaret için İstanbul’a gittiğinde bu eseri de beraber götürür ve orada Harf inkilâbından önce bin adet bastırır. Böylece bu “Sivil Üniversite”nin ilk kitabı basılır. Bediüzzaman bu olaya çok sevinir.
Gaybî bir istihdam ile yazdırılan ve zor bir dönemde basılan bu eser, aynı zamanda, Allah ve ahireti inkâr için başlatılacak bir kampanyanın aynı dönemine tevafuk eder. Bediüzzaman, basılan bu Haşir Risâlesi’nden bir miktarını Ankara’ya gönderir. Bu risâlelerden bir tanesi de eski Van Valisi ve dostu Tahsin Bey vasıtası ile yeğeni Abdurrahman’ın eline geçer. Yeğeni Abdurrahman, amcası Üstadın emrine muhalefet ederek ondan ayrılmış ve Ankara’ya yerleşmiştir.1 O sıralarda bir bunalımda olduğu anlaşılan Abdurrahman’a bu kitab tam bir ilâç olur. Abdurrahman, bu eseri okuyup tam mânâsıyla istifade ettikten üç ay sonra çok genç yaşta, daha otuzuna gelmeden vefat eder. Haşir Risâlesi’nin bu nüshaları, Ankara’da önemli kişilere verilir. Bir nüshası da, inkâr kampanyasının aktörlerinden Abdullah Cevdet’in eline geçer. Bu kitabı okuyan Abdullah Cevdet, büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve ahireti inkâr etmek maksadıyla yazmayı düşündüğü kitabı yazmaktan vazgeçer. Çünkü Haşir Risâlesi’nin yazılmasıyla birlikte, eserinin hiçbir etkisinin olmayacağı kanaatine ulaşmıştır. Bu kitabın ortaya çıkmasıyla birlikte, Barla’daki baskı ve zulüm de artmaya başlar.
Bu zulüm ve baskılar arttıkça, insanların ilgi ve teveccühü de o nisbette çoğalır. Risâleler arka arkaya yazılmaya devam edilir. Barla ile birlikte çevre köy ve ilçelerde de risâleler okunmaya ve yazılmaya başlanır. Bu muhteşem okuma ve yazma seferberliği, İlâhî inayete tam mazhar bir şekilde, iman ve Kur’ân hizmetinin inkişafına vesile olur.
İnsanlar tam bir şevk ve heyecan içinde yeni telif edilen risâleleri yazmak ve okumak için gayret göstermektedirler. Bunlardan bir tanesi de İslamköylü Hafız Ali’dir. Yeni yazılan Risâleler, öncelikle Barla’nın çok yakınında bulunan ve Eğirdir’e bağlı bir köy olan Bedre’de imamlık yapan Hoca Sabri’ye gönderilmektedir. Hoca Sabri kendisi için bir nüsha yazdıktan sonra, genellikle İslamköy’e, Hafız Ali’ye göndermektedir. Risâlelerin kendisine ulaşması geciktikçe Hafız Ali sabırsızlanmakta, evinin damına çıkarak Bedre’ye yönelmekte ve Hoca Sabri’ye hitaben “Keçeli İmam, mes’ulsün, mes’ulsün” diye seslenmektedir. Hafız Ali, bu hitablardan sonra, yeni yazılan risâlelerin daha kısa bir sürede eline ulaştığını müşahede etmektedir. Hafız Ali’nin yaşadığı duyguların benzeri, birçok köy ve beldede hamiyet sahibi insanlar tarafından da yaşanmaktadır. Dalga dalga yayılan bu imana hizmet çalışmaları ve manevî seferberlik sonucu binlerce nüsha yazılır ve perde altında elden ele dolaşmaya başlar. Bu manevî cihad ve gayretlerin sonucunda yüzbinlerce risâle elle yazılır. İmkânsızlıklar ve baskılara muhatab olunsa bile, imana hizmetin en müşahhas örneğinin verilmesi sayesinde “İman, tekniğe meydan okur” ve “sivil itaatsizliğin” en destansı bir numunesi sergilenir.
Her ne kadar Bediüzzaman’ı ücra bir köye göndererek unutturmak için böyle bir sürgün planlanmışsa bile, o Barla’ya sığmamış; daha doğrusu Barla bir hitab kürsüsüne dönüşmüş, Bediüzzaman da sabır, azim ve kararlılıkla büyük bir manevî mücahedeye girişmiş, maddî kılıçlarla ve siyaset yoluyla neticeye ulaşılamayacağını, âhirzamanın bu büyük fitne ve inkâr fırtınasına karşı ancak müsbet iman hizmeti ile karşı konulup muvaffak olunacağını hadislerden çıkararak, bu yolu tercih etmiştir.
Bu nurları söndürmek için yapılan her hamle ve girişilen her faaliyet, tam aksi bir şekilde neticelenmiş, insanların dikkatinin ve merakının bu eserlere yönelmesine vesile olmuştur. Bu dikkat ve merakın neticesinde, bu eserleri okuyarak imanını taklidîden tahkîkîye inkişaf ettiren insanlar, tam bir hizmet aşkı ve heyecanı ile dolmuşlardır. Üstelik bu eserleri okuyan insanların ilminde meydana gelen inkişaf, sosyal hayata yansımış ve her biri mahallerinin en muteber insanları haline gelmişlerdir.
1934 yılına kadar Risâle-i Nur’un mühim parçalarının büyük bir ekseriyeti Barla’da yazılmış; bu 8,5 yıllık sürgün, kıyamete kadar ümmet-i Muhammediyeyi (asm) sahil-i selâmete çıkarıp, şaşmaz bir Kur’ânî pusula olacak muhteşem Risâle-i Nur Külliyatın yazılması için mümbit bir zemin olmuştur. Daha sonra ikamet ettiği Isparta’da, Eskişehir Hapishanesi’nde, Kastamonu’da, Denizli Hapishanesi’nde, Emirdağ’da ve Afyon Hapishanesi’nde yazılan diğer risâleler ile tamamlanan bu paha biçilmez Kur’ânî hazine; ehl-i iman için büyük bir istinadgâh, tükenmez bir ümit kaynağı ve yanılmaz bir rehber vazifesini deruhte etmiştir.
“Bediüzzaman; gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir; rejimin temel nizamlarını yıkıyor” gibi uydurma ve hükûmeti aldatıcı tertip ve ittihamlarla 1935 senesinde Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, îdam kastıyla ve muhakkak sûrette mahkûm edilmesi direktifiyle yargılanmak üzere2 Isparta’dan Eskişehir hapsine doğru götürülürken, binlerce insan yollara dökülmüş, duâlar ve gözyaşlarıyla uğurlanmıştır. Hükümetin bu meseleye verdiği ehemmiyeti göstermek ve halkın üzerinde psikolojik baskı yapmak maksadıyla, bu sırada İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Jandarma Genel Komutanı Kâzım Özalp, yüz kişilik özel bir Jandarma Birliği ile Isparta’ya gelmiş ve bu operasyonu bizzat yönetmişlerdir. Etrafa Bediüzzaman ve talebelerinin idam edileceği söylentileri yayılmasına rağmen, bu korku ortamı bile halkın alâka ve muhabbetine engel olamamıştır.
Eskişehir Hapishanesi, İsmi Azam’ın altı nuru olan Otuzuncu Lem’a’nın telifiyle aydınlanmış, burada düşünülen her türlü plan ve suikast akim kalmış ve bu hapsin sonunda gönderildiği Kastamonu sürgününde, baskı ve zulmün dozu daha da arttırılmış, fakat her sürgün memleketi, yeni hizmet ve inkişaf merkezlerine dönüşmüştür. Öyle ki, sürgünde ikamet edeceği yerler özellikle emniyet karakollarının hemen yanıbaşında veya karşısında olan meskenler olarak tesbit edilmiş, böylece sürekli tarassut ve kontrol altında tutulmuştur. Kastamonu’da kendisinin ilk talebesi olan Çaycı Emin Bey’le görüşmek için, yatağını ona satmış, sattığı yatağını ondan kiralayarak kirasını ödemeyi, bir görüşme vesilesi yapmıştır. Sekiz seneyi aşkın bir süre Kastamonu’da kalan Bediüzzaman, burada hedef olduğu yalan ve iftira dolu suçlamalar ile Denizli Hapishanesine gönderilmiştir.
Denizli Hapsinin bir hediyesi olan Meyve Risâlesi, hapishaneyi adeta bir medreseye çevirmiştir. Denizli Hapsinin ardından getirildiği Emirdağ’da bir ara baskı ve şiddet o kadar artmıştır ki, kapısına bekçi konmuş, günlerce yanına kimsenin gitmesine izin verilmediği gibi, hava almak için dahi dışarı çıkmasına müsaade edilmemiştir. Bu duruma bir çare bulmak için, hizmetinde büyük bir gayret ve ihtimam gösteren Çalışkanlar ailesi tarafından komşu dükkânın duvarı delinerek, zarurî ihtiyaçları bu şekilde karşılanmaya çalışılmıştır.
Afyon hapsi, zulüm ve haksızlığın zirveye çıktığı, insan hak ve hürriyetleri ile insaf ve merhametin ayaklar altında çiğnendiği muamelelere sahne olmuştur. Öyle ki, camların birkaç milim buz tuttuğu soğuk Afyon kışlarında, camı kırık büyük bir hücreye tek başına konmuş ve yetmiş yaşını geçmiş ihtiyar âlim bir zat, böyle bir ortamda ölüme terk edilmiştir. Hayatının her safhasında olduğu gibi, burada da tecellî eden İlâhî inayet sonucu, dayanılmaz zulüm ve işkencelerin uygulandığı bu kara zindandan sağ olarak çıkmış ve artık demokrasinin yavaş yavaş güzel yüzünü göstermeye başladığı bu ülkede, demokrasi, din ve vatan düşmanları kendi kahırları ve mağlûbiyet sancıları ile baş başa kalmışlardır.
Hiçbir şekilde yılmayan ve ümitsizliğe kapılmayan Bediüzzaman, bu eşsiz mücadelesi ve manevî cihadı sonucu “büyük bir irfan ve iman üniversitesinin” kurulmasına vesile olmuş, yüzbinlerce vatan evlâdının bu gönüllü ve sivil üniversitede manevî bir arınma ve tekâmül eğitiminden geçmesine hizmet etmiştir. Bu büyük sosyolojik olgu, bugün Türkiye’nin olduğu kadar, bütün dünyanın da bir gerçeği haline gelmiştir. Maddî ve manevî her türlü feragat ve fedakârlık ile ulaşılan bu görkemli muvaffakiyet, yirmi birinci yüzyılda da, bütün ihtişamıyla tesirini ve varlığını göstermeye devam edecektir inşallah.
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat. Sayfa. 32
2- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat. Sayfa. 191
|
Mekânlara ve zamanlara sığmayan muhabbet
Geçen hafta “Bediüzzaman Haftası” münasebetiyle birçok ilimizde düzenlenen “sevgi, muhabbet, uhuvvet” temalı programlar çoktandır kurak geçen günlerimize ve gönüllerimize rahmet damlaları yağdırdı. Yurdun dört bir yanında hemen her gün devam eden sevgi toplantılarına olan yoğun ilgiyi gördükçe, muhabbete olan susuzluğumuzu anladım. Muhabbet damlaları bir, iki derken toplantı salonlarını, kongre merkezlerini doldurdukça damlalar birikti deniz oldu, sonra derya oldu, sonra dışarılara kadar taştı. Sevgiye susayan kalpler de bu muhabbet ziyafetlerinden kana kana içti.
Böylesi rahmet, muhabbet ve uhuvveti yaşadığımız günlerden birisi de geçtiğimiz 23 Mart günü idi. O gün Üstadın ebedî âleme intikalinin 47. yıldönümünü. Yine bir sevgi toplantısı ile anmak üzere Bursa’ya yola çıkacakken, nur fabrikasının hizmetkârlarından biri olan çok değerli bir ablamızın vefat haberi ile sarsıldık. Ne güzel bir tevafuktu ki Üstâdımız ile aynı gün ebediyete yürümüştü. Taziye için evine gittiğimizde, kalabalık, merhumenin evinden sokağına kadar taşmıştı. O kalabalık içinde öyle sessiz, sâkin bir hüzün hâkimdi ki, merhumenin annesi başta olmak üzere bütün yakınları son derece teslimiyet ve sabır içerisindeydiler. Aynı duyguları gökyüzü de yaşıyordu o gün. Hava sakin ve her an rahmet damlaları düşecek gibiydi. Daima tebessüm eden çehresi ile hatırlayacağımız şefkat kahramanı Bedia Ablamızı, rahmet damlaları eşliğinde asıl vatanına uğurladıktan sonra yola koyulduk.
Bursa istikametine doğru yola çıktığımızda yağmur sağanak halde devam etti. O gün hüzün, sevinç, muhabbet, uhuvvet kavramlarını iç içe yaşadık. Tayyare Kültür Merkezi’ndeki yerimizi aldığımızda erken gidip oturma şansına sahip olduğumuz için mutluyduk ama gittikçe artan kalabalığı ve yüzlerce kardeşimizin ayakta kaldığını gördükçe bir taraftan üzüldük, bir taraftan da toplantıya olan ilginin olağanüstü olmasına sevindik. Biz ayakta kalan kardeşlerimizi düşünüp onlar için üzülürken onlar da salona girebildikleri için şükredip dışarıda kalan kardeşleri için üzülüyorlarmış. Daha sonra öğrendik ki, bir o kadar kişi de dışarıda kalmış. Dr. Senai Demirci’nin ayakta kalan insanları sahneye dâvet edip, sahnedeki boş yerlere oturmalarını sağlaması çok ince bir davranıştı. Bir arkadaşımızın saydığına göre sahnede o akşam 128 insan oturmuş. Buna rağmen yine yüzlerce kişi ayakta ve yüzlercesi de salonun dışındaydı. Görevliler üst katlardaki balkonların çökmesinden endişe edip insanları sık sık uyarıyorlardı.
Muhabbet, yani sevgi öyle mucizeli, esrarlı bir güç ki, mekânlara sığmıyordu. Onun sığabildiği tek yer sonsuz bir sevgiyi barındırabilecek kabiliyette olan insan kalbi idi. Konuşmacılar konuştukça, yüzlerce yüzde güller açıyor, etrafa nurlar saçılıyordu. O akşam yeryüzünde yapılan bu ilmî ve dinî toplantıyı melekler de gıpta ile seyretmiş, alkışlamıştı. Mevlâna’dan Bediüzzaman’a, evliyalardan velîlere ve şehitlere kadar kim bilir kimler oradaydı… Toplantı sonunda bir ışık seli gibi şehrin karanlığına dağılan muhabbet fedailerinin her biri kesif caddelere nur saçan bir yıldız olmuştu. Bu yıldızlardan bir kısmı şehrin çeşitli ilçe ve mahallelerine, bir kısmı da ikamet ettikleri şehre dönmek üzere araçlarına doğru yol aldılar. O gece yeryüzü gökyüzünden daha parlak yıldızlarıyla, gökyüzü sakinlerini kıskandırmıştı.
Yazımızı burada noktalarken, bir kez daha muhabbetin, kardeşliğin; yer, zaman, mekân tanımadığını belirterek, Üstâdımızın “Birimiz şarkta, bizimiz garbda, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz” ifadesini hatırlatmak istiyorum. Bu vesile ile kâinatın sebeb-i vücudu ve nuru olan Sevgili Peygamberimize (asm), âl ve ashabına, onun kardeşleri olan diğer peygamberlere, Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a ve talebelerine Cenâb-ı Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Kısa bir süre önce ebedî âleme uğurladığımız nur bahçesinin bir gülü olan salihâ, fedâkâr, kanaatkâr Bedia Ablamıza da Cenâb-ı Erhamürrahiminden rahmet dilerken, başta annesi Zehra Teyzemiz olmak üzere değerli eşine, sevgili çocuklarına ve bütün yakınlarına baş sağlığı diliyor, Allah’tan sabr-ı cemil niyaz ediyorum.
|