Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Yargıç tarafsızlığı,’ Türmen ve Erdoğan

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) hakimleri, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin belirlediği hakimlerden oluşur. Beş yıl süreli görev yapan hakimler, ilgili ülke hükümetinin teklifi üzerine Avrupa Mahkemesi’nce seçilir.

Ecevit hükümetinin son yılında yapılan teklif üzerine Avrupa Mahkemesi hakimliğine 2002 yılında yeniden seçilen Rıza Türmen’in görev süresi 2007 yılı sonunda sona erecek. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Rıza Türmen’i önceki listede teklif ettiği halde sonradan geri çekmesi eleştiri konusu olduğu gibi, sonradan teklif edilen isimlerden Anayasa hukukçusu Prof. Mustafa Erdoğan, bir kısım köşe yazarları tarafından eleştiri konusu yapılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne hakim olarak teklif edilebilmenin şartları açısından, iyi bir yabancı dil -İngilizce-Fransızca- biliyor olmak, -hukukçu olmadığı halde bazen büyükelçilik yapmış kişiler atanmışlarsa da- hukukçu olmak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak yeterlidir. Onun için 10 yıla varan bir süredir görevde bulunan Rıza Türmen’in aynı göreve yeniden teklif edilmesi gerekmediği gibi, teklif edilmemesi de bir eksiklik değildir.

Diğer taraftan ister Avrupa Mahkemesi hakimi olsun isterse ulusal yargıda görevli bir hakim olsun “hakimliğin olmazsa olmaz” şartı “tarafsız ve bağımsız” olmasıdır. AİHM, hakimlerin “yansız, tarafsız, önyargısız ve bağımsız” olmalarını öngören “adil yargılanma hakkına” çok büyük ehemmiyet atfetmesi nedeniyle Avrupa Birliği ülkelerinde yargının tarafsız ve objektif yargılama yapmasına büyük katkılar sağlamıştır. Türkiye’de “yargı içinde yargı” anlamına gelen devlet güvenlik mahkemelerinin kaldırılış öyküsünün altında da Avrupa Mahkemesi’nin “adil yargılanma hakkının ihlaline dair” kararlarının yattığı bilinen bir gerçektir. Hal böyle iken Rıza Türmen’in “adil yargılanma hakkı” açısından Avrupa Mahkemesi’ni Türk yargısına dönüştürdüğü söylenebilir. Rıza Türmen’in üçüncü kez niçin teklif edilmemesine günümüz siyasi yapılanmasına karşı muhalif gözle bakanlara, Avrupa Mahkemesi’nde 1997-2007 sürecinde “adil yargılanma hakkı” açısından Türmen’in ne ifade ettiğine bakmalarını öneririz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kuruluşundan bugüne geçen süreçte ilk kez Rıza Türmen’in tavırları ile çok hassas olduğu (!) “adil yargılanma hakkını” ihlal eder hale gelmiştir. Avrupa Mahkemesi üzerinde Rıza Türmen, yargı mensuplarını yönlendiren “brifingci bir general” fonksiyonu icra etmiştir. Rıza Türmen’in ihlallerine karşı mahkemenin suskun kalması ve zımni onay vermesi bunun teyidi mahiyetindedir.

Türkiye’deki 28 Şubat süreciyle paralel olarak Rıza Türmen tarafından, Türkiye ile ilgili davalar -özellikle dindar kesim tarafından açılan tesettür, inanç özgürlüğüne ilişkin davalar- mahkemece karara bağlanmadan önce basın aracılığı ile sonuçlandırılmıştır. Dolayısıyla Rıza Türmen bir hakim gibi değil, Türk toplumunu -baskı, dayatma ve gerçek dışı bilgilerle kamuoyunu yönlendirmesi ile- dizayn etmeye çalışan asker-sivil darbecilerin amacına hizmet eder mahiyette davranmıştır. Türmen, AİHM’de göreve başlarken ettiği “bir hakim olarak görevlerini şerefli, bağımsız ve tarafsız bir biçimde yerine getireceğine ve müzakerelerin gizliliğini koruyacağına” dair yemine ihanet etmiştir.

Özgürlük abidesi Erdoğan’a

yapılan haksızlık

Rıza Türmen’in, Avrupa Mahkemesi’nde görülmekte olan Şahin/Türkiye davası ile ilgili olarak “karar verilmeden önce” Hürriyet gazetesinin 12 Mart 2004 tarihli nüshasının 1. sayfasında, “AİHM’den türban kararı: Ret” başlıklı bir beyanı yayınlanmıştır. Haberin içeriğinde davanın neden reddedildiğine ilişkin bilgiler yer almaktaydı. Bu haber, Rıza Türmen’in açıklamalarına dayandırılmakta idi. Nitekim bu açıklamalardan sonra Leyla Şahin davası hem İkinci Daire tarafından hem de Büyük Daire tarafından reddedilmiştir.

Rıza Türmen’in “adil olmayan, yanlı taraflı” davranışları bununla kalmamıştır. Üniversite öğrencisi Leyla Şahin dışında yüzlerce üniversite öğrencisi ile kamu görevinden kılık kıyafeti nedeniyle çıkarılan onlarca bayan memur da AİHM’ye başvuruda bulunmuştur. Türkiye’deki brifinglere paralel olarak “başörtüsüne ölüm” anlayışıyla diğer başvuruların da sonuçsuz kalması için gerekli görevi ifa etmiştir. Leyla Şahin davasının dışında sonuçlanmamış, inceleme aşamasında olan başvuruların bir çırpıda bitirilmesi kararı verilmiştir. Bunun zeminini hazırlama görevi de Rıza Türmen’e verilmiştir. Nitekim Rıza Türmen’in 16 Şubat 2006 tarihli Hürriyet gazetesinde manşetten verilen “100 türban başvurusu da reddedilir -reddedilecek anlamına geliyor-” açıklaması diğer davaların akıbetinin habercisiydi. Bu açıklamadan 12 gün sonra 28 Şubat 2006 tarihinde verildiği bildirilen bir kararla 22 başvurucunun başvurusu reddedilmiştir. Her birisinin ayrı mahiyeti ve şartları olan, tek ortak yanı başvurucuların “başörtüsü kullanıyor olması” olan bu 22 başvurunun bir sayfalık kararla reddedileceğini hâkim Türmen, 12 gün önce açıklamıştı. Başörtülü başvurucuların davalarının reddedileceğini 12 gün önce açıklayan Rıza Türmen’in “keramet gösterdiğini” söyleyemeyiz. Bu, “adil yargılanma hakkı” açısından başvuruculara karşı “ön düşünceye sahip olmama” ilkesinin özünden ihlal edildiği anlamına gelmektedir. Tarafsız ve bağımsızlığını yetirmiş bir kişinin bir beş yıl daha görev yapması için teklif edilmemesi bir yana, çoktan görevinden ayrılmış olması gerekirdi.

Avrupa Mahkemesi için teklif edilen isimlerden Prof. Mustafa Erdoğan, “Türkiye için bir demokratikleşme ve sivilleşme perspektifi” adlı makalesinden alıntılarla Avrupa Mahkemesi için uygun olmadığını ima eden kişilere, önerilmemesine hayıflandıkları Türmen’in açıklamalarına bakmalarını salık veririz. Kafalarında zerre kadar “tarafsız ve bağımsız yargıç” anlayışı varsa... Prof. Mustafa Erdoğan’a yöneltilen iddialar, AİHM hakimliği için olumlu referanslardır. Zira hakimi Türk devleti teklif eder, ancak bir başvurunun incelenmesinde hakim, devlete karşı da başvurucuya karşı da aynı mesafede olmalıdır. Mustafa Erdoğan’ın hak ve özgürlüklerden yana görüntüsü, Rıza Türmen’in devletin yanında görüntüsü ile uyuşmayacaktır. Ancak tercih edilmesi gereken, hak ve özgürlüklerden yana ve tarafsız olandır.

Zaman, 27.3.2007

Hüsnü TUNA

28.03.2007


 

BOP çöküyor

ABD Büyük Ortadoğu Projesi ile bölgede geleneksel ve modern diktatörlükleri devirecek, demokrasi ve piyasa ekonomisini getirecekti; buna Irak’tan başlamıştı! Şimdi, tam tersine, otoriter Sünni Arap rejimleriyle “stratejik ittifak”a yöneliyor, BOP çöküyor!

İran’a karşı başka yol bulamıyor çünkü!

Bunun işaretini ocak ayında ABD Dışişleri Bakanı Rice, Senato Dışişleri Komitesi’ndeki konuşmasında vermişti. Rice “Ortadoğu’da yeni stratejik ittifaklar”dan, “radikallere karşı reformistleri desteklemek”ten bahsederek başta Suudiler olmak üzere Sünni Arapları işaret ediyordu.

Ardından Dick Cheney aynı ay içinde Riyad’a gitti, Suudiler de Hamas’la FKÖ’yü barıştırarak Hamas’ı İran ve Hizbullah desteğine bağımlı olmaktan uzaklaştırdı. Şu anda Rice Ortadoğu’yu turluyor. Arap zirvesine Türkiye dahil Arap olmayan dört Sünni ülke davet ediliyor, bir tek İran dışlanıyor!..

Amerikan askerleri Erbil’de İran Konsolosluğu’nu basarak Sünni Arap devletlerine dayanışma mesajı veriyor. Güvenlik Konseyi İran’a karşı daha sert yaptırım kararları alıyor!..

Ve İran Basra Körfezi’nde 15 İngiliz askerini rehine alarak, nükleer programını temelli hızlandıracağını açıklayarak, Hizbullah’ın Lübnan’da hareketlenmesini sağlayarak meydan okumayı sürdürüyor!..

En büyük düşman?

Politzer ödüllü gazeteci Seymour M. Hersh, The New Yorker dergisindeki uzun yazısında bu yeni durumu analiz ediyor. Yazısının başlığı ilginç: “Yeni Yöneliş; Strateji Değişikliği!”

Hersh, görüştüğü uzmanların çok ilginç sözlerini aktarıyor:

“En büyük tehdit hangisidir? İran mı, Sünni radikaller mi? Suudilere ve Amerikan yönetiminde bazı kimselere göre en büyük tehdit İran’dır; Sünni radikaller ikinci derece düşmandırlar.”

Bu sebepledir ki Amerikalılar Suudilerin Hamas’ı İran etkisinden çekip FKÖ ile bir araya getirmesini zafer sayıyor.

İran’dan niye bu kadar korkuluyor? Birçok sebepten birini Hersh aktarıyor:

“İran’ı durduracak tek ordu Irak ordusu idi, onu da ABD tahrip etti!”

Üstelik Şii İran’a karşı bir kale olan Irak, şimdi Şii etkisi altında! Sünni direnişçilerin terörü devam ederken ABD, İran’ın Irak’taki ellerini kesmeye çalışıyor.

Uzmanlara göre, ABD ile İran arasında askeri bir çatışma çıkarsa petrol fiyatları 80 doları aşacak! Onun için ABD, İran’ı “siyasi yollardan” durdurmaya, zamanla zayıflatmaya çalışıyor.

Türkiye’ye etkisi?

Türkiye Hamas’ı İran ve Hizbullah etkisinden çekmek, Ortadoğu’da kuvvet dengesinde bir kayma olmasını önlemek için platform oluşturmak gibi çeşitli teşebbüslerde bulunduğu zaman Bush yönetimi sinirlenmişti. Şimdi aynı noktaya geliyorlar!

Bu stratejik değişimin etkileri neler olabilir?

Irak’ta Sünnilerle ABD’nin yakınlaşması Sünnilerin “Irak’ın bütünlüğü” tezini güçlendirir; Arap ülkeleri de zaten bunu savunuyor.

İran’la gerilimin yükselmesi Irak’ta Türkiye’yi bir ölçüde rahatlatsa bile, İran’la olan enerji ve güvenlik ilişkilerimizde sıkıntılara yol açabilir.

Türkiye’nin dengeleyici rolüne ihtiyaç artabilir, bu da elimizi güçlendirir. Arap zirvesine Türkiye’nin davet edilmesi, Irak’a komşu üyeler platformunun güçlenmesi ve İstanbul’da toplanacak olması bunun işaretleridir.

Yeni ve yine meçhul bir dönem açılıyor Ortadoğu’da.

Milliyet, 27.3.2007

Taha AKYOL

28.03.2007


 

AKP hangi eksende?

Artık Atatürk’ün “Orta Doğu’ya bulaşmama” doktrini tarihte kalmış gibi görünüyor.

Çünkü uluslararası irade bizi adım adım bir Orta Doğu devleti olmaya itti.

(...)

AKP iktidarının temel misyonu buydu ve yavaş yavaş yerine getiriyor.

Artık Türkiye Avrupa’da bir oyuncu değil ama Orta Doğu’daki önemli güçlerden biri.

Peki Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü ne?

(...)

Türkiye bu çatışmalarda taraftır.

Bakmayın siz İslam kökenli hükümetlerin, “Arap kardeşlerimiz”, “Filistin’le dayanışma içindeyiz!” vs. sözlerine.

Bunlar politik olarak söylenen ve sadece ağızda kalan laflar.

Amerika’nın Orta Doğu’daki çıkarları Amerika-İsrail-Türkiye-Kürdistan ekseninden geçiyor.

AKP iktidarı bu eksenin dışında önemli bir karar alamaz, başka güçlerle ittifak içine giremez.

Bu iktidara göre, çok daha keskin Batı ve İsrail karşıtı konuşmalar yapan Erbakan’ın bile İsrail anlaşmalarını nasıl imzaladığını unutmayın.

Bu eksenin şimdilik tek aksayan ayağı, Türkiye-Kürdistan ilişkileri.

Yakında bu sorunun da nasıl çözüldüğünü hep birlikte izleyeceğiz.

Zaten hiç beklenmedik ağızlardan, bu yönde konuşmalar duyulmaya başlandı bile.

Önümüzde gergin ve heyecanlı günler var.

Gazetelerdeki haber bombardımanı ve gündelik gelişmelerin yarattığı toz duman içinde yitip gitmez de olayları Amerika-İsrail-Türkiye-Kürdistan eksenini göz önünde tutarak yorumlarsak, sanırım ki yanılmayız.

Unutmayalım ki İncirlik, incir yetiştirilen bir alanın adı değildir.

Vatan, 27.3.2007

Zülfü LİVANELİ

28.03.2007


 

Ka-Der’cilere çağrı: Başörtüsü taksanıza

Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği Ka-Der şu günlerde son derece ilgi çekici bir kampanya yürütüyor. Siyasete kadın katılımına dikkat çekmek üzere, bir başarılı kadının bıyıklı fotoğrafları ile “Meclis’e girmek için erkek olmak şart mı?” diyor. Siyasete kadın katılımı konusunda çok farklı düşünsem de, kampanyayı çok ‘sempatik’ buldum. Ayrıca, kadınların siyasete daha fazla katılmasına tabii ki hiçbir itirazım yok.

Benim itirazım bu katılımın kota yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmasında. Ancak o konuya gelmeden önce, Ka-Der’cilere sürekli sorduğum, ancak geçen seçimlerden bu yana cevabını alamadığım bir soruyu tekrar sormak istiyorum. Malum, bu ülkede, siyasete katılma arzusunda olan birçok kadın, yasal engeller yüzünden parlamentoya giremiyor. Bunlar başörtülü kadınlar. Diğer kadınlar için hiç olmazsa yasal engel yok, ancak başörtülü kadının önüne, her şeyden önce yasal engel çıkıyor. Ka-Der’ci kadın arkadaşlarımızın bir kısmının bu konuda özgürlükçü düşündüğünü biliyorum. Ancak, aralarında bu konuyu bir türlü halledebilmiş değiller ve belli ki, başörtüsü takıntısı ağır basıyor ve bu konuda hiçbir açılımda bulunamıyorlar. Sonuçta, Meclis’e girebilmek için bıyıklı olmak gerekmediğine dair az da olsa örnek var ve en azından yasal bir ayrımcılık yok. Bu durumda, ‘Meclis’e girebilmek için başı açık mı olmak lazım?’ sorusunun cevabı son derece net. Ayrımcılığa karşı iseler, taksınlar bir başörtüsü, bir de öyle kampanya yapsınlar isterdim.

Geçen seçimlerden önce, bu tartışmayı yaptığımız bir TV programında, Ka-Der’den bir arkadaşımıza, Merve Kavakçı’nın Meclis’ten kovuluşunu hatırlattığımda. Onun başörtüsü ‘siyasal simge’, ‘Meclis’e siyaset soktu’ cevabını aldım. Kendilerine, siyasetsiz Meclis çalışmalarında başarılar dilerim.

Radikal, 27.3.2007

Nuray MERT

28.03.2007


 

Sezer halkın tümünü kucaklayabildi mi?

Halkın çoğunluğunun, “içine sinecek” bir cumhurbaşkanının Çankaya’ya gönderilmesi, acaba ne derece mümkün olabilir? Şu andaki cumhurbaşkanımız Sayın Necdet Sezer’in, halkın tümünü “kucakladığını”, ileri sürebilir miyiz?

Hiç sanmıyorum. Sayın Sezer’in yüzünün pek gülmemesi hoşuma gitmese de, Cumhurbaşkanı sıfatıyla yaptıkları, genellikle hoşuma gidiyor. Fakat benim hoşuma giden pek çok uygulamasına, halkımızın bir bölümünün tepki duyduğunu da biliyorum.

Bugün, 27.3.2007

Toktamış ATEŞ

28.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004