Küçük Sözler’le yeniden doğdum
Abdullah Battal, 1929-Çorum doğumlu. 1951 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Battal, Risâle-i Nur’u 1947’lerde tanır. 1959 yılında Çorum’un Kargı ilçesinde savcılık görevinde bulunan Battal, Risâle-i Nur eserleri hakkındaki ilk takipsizlik kararını bu sırada verir. Emekli Cumhuriyet Başsavcısı olan Battal, hâlen Çorum’da ikamet etmektedir.
Abdullah Battal’ın Risâle-i Nur’la tanışmasını, Risâle-i Nur eserlerinin kendisinde uyandırdığı duyguları ve şahit olduğu bazı elim olaylarda Nur Risâlelerinin verdiği teselliyi, bizzat kendi kaleminden takip edelim:
ARAYIŞ İÇERİSİNDE ÇIRPINIYORDUM
“1947’li yıllarda Ankara Hukuk Fakültesinde talebe iken bir lütf-u İlâhî ile Ziya Nur isimli, ismiyle müsemmâ Konyalı bir arkadaş ile tanışmıştım. Yaşantısındaki temizlik, takvâ, dürüstlük, iffet ve bilgi birikimi gözlerimi kamaştırmıştı. Hemen dost olmayı canıma minnet bildim. Bana, gizli kalmak kaydıyla Risâle-i Nurlardan ‘Küçük Sözler’ eserini hediye etti.
“İtiraf edeyim ki o zamana kadar Nurlardan habersizdim; imanımı kaybetmiştim. İnançsız, ibadetsiz, zavallı, sefih, derbeder bir hayat sürüyor ve hayattan hiç mi hiç zevk ve lezzet alamıyordum. Zira İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde ateist bir felsefe öğretmeninin kâfirâne sözleri paslı bir çivi gibi zihnime çakılmıştı. Onun zehirli telkinâtının etkisiyle, rahmetli babamdan aldığım taklidî imanımı kaybetmiş idim. O zayıf imanın sevki ile, okulda yasaklanmasına rağmen idareden gizlice kıldığım namazlarımı da terk etmiştim.
“Eski iman ve huzuruma kavuşabilmek için arayış içinde çırpınıyordum. İmam-ı Gazâlî (ra) Hazretlerinin yazdığı ‘El-Munkız-u Mine’d-Dalâl’ (Sapıklıktan Kurtuluş Yolları) isimli eserini okudumsa da tatmin olmadım. Zira o mübarek zât, onu 12. asırda İslâm akidesini, iman esaslarını yıkmak adına ileri sürülen saçma fikirleri çürütmek için reddiye olarak telif etmiş. Ben ise 20. asırda yaşıyordum. O eser, 20. asrı kasıp kavuran Rasyonalizm, Pozitivizm, Darvinizm gibi safsatalara cevap verecek vasıfta değildi. Anlamış oldum ki, demek her asra ait Allah, Ahiret... inanç sistemlerini müdafaa ve ispat eden ilm-i kelâma ve onu insanlara anlatacak, yazacak âlimlere kesinkes ihtiyaç varmış.
“İşte Risâle-i Nurların bu vasıfta eserler olduğunu bizzat yaşayarak idrak ettim. Zira hediye edilen Küçük Sözler’i okuyunca gözlerimin önüne yepyeni nurânî, parlak bir ufuk açıldı. Yeniden doğmuş gibi oldum. İmanımı tahkikî olarak kazandım. Çünkü müsBet ilimlerle ispatlanarak iman hakikatlerinin ruhuma, kalbime, dimağıma can bahşettiğini hissettim. Ölü hücrelerime hayat verdi; yaralarıma tiryak, dertlerime derman, manevî hastalıklarıma şifa sundu. Risâle-i Nurların gerçekten, insanları hayvanlık derekelerinden insanlık derecesine ulaştırdığına yaşayarak şahit oldum.
“Böylece Risâle-i Nurları tanımak saadetine ermiş olarak Çorum, Kargı ilçesinde Cumhuriyet Başsavcısı olarak görev îfâ ediyordum. Bir ameliyat sonunda, eşim âniden vefat etti. Cıvıl cıvıl saadet dolu, şen-şakır yuvamın tavanı sanki başıma çökmüş, küçük yaştaki iki oğlum öksüz kalmıştı. Ruhen perişan, derbeder idim. Kederim, hüznüm had safhada idi. O kadar genişliğine rağmen dünyam zindana döndü.
“Tam bu acıklı günlerde rahmetli Sinan Omur’un yayınladığı ‘Hüradam’ isimli haftalık dergide Risâle-i Nur’dan 17. Mektub’u okudum. Üstad Bediüzzaman, onu küçük yaşta çocuğu ölen bir talebesine tesellî için yazmış.
“Onu okuyunca bütün kederlerim, üzüntülerim, stresim sabun köpüğü gibi söndü. Sevenlerin sevdiğine ebedî ahiret âleminde mutlaka kavuşacaklarına, ölümden sonra dirilmeye bütün varlığımla inandım; kendimi toparlayıp yepyeni bir hayatı, huzur ve sekînetle yaşamaya başladım.
RİSÂLE-İ NUR HAKKINDAKİ
İLK TAKİPSİZLİK KARARI
“Kargı’da Risâle-i Nur’dan bir bölümü camide namazdan sonra okuyan bir Nur talebesi hakkında soruşturma başlatıp sonra takipsizlik kararı verdim. 3 sahifelik bu gerekçeli karar, anılan dergide yayınlandı. Rahmetli avukat Bekir Berk ve Av. Hüsameddin Akmumcu savunmalarında kullandılar. Karar, hayli ses getirdi. Meğer Nurlar hakkında verilen ilk takipsizlik kararı imiş. O tarihlerde Kargı’da hâkim olarak görev ifa eden değerli dost ve gönüldaşım Vehbi Sabuncu da Nurlar hakkında başka bir dâvâ dolayısıyla beraat kararı mahiyetinde ‘men-i muhakeme’ kararını celâdetle vermişti. Böylece bu hayırlı eserlerde suç unsuru oluşmadığı, onları okuyan ve yazanların topluma faydalı, güzel ahlâklı, faziletli, örnek insanlar olduğu gerçeği mahkeme kararı ile de tebeyyün etti.”
On Yedinci Mektub’un verdiği teselli
Abdullah Battal anlatmaya devam ediyor:
“İman nurlarından ve insaftan mahrum, zavallı nasipsizlerin ihbar ve iftiraları yüzünden 27 Mayıs 1960 ihtilâli olunca hakkımda cezaî tahkikat açıldı. Çorum Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandım. Av. Bekir Bey, Çorum’a müdafaa için fahrî olarak defalarca geldi. Dâvâ sonunda, suçsuz olduğum beraat kararı ile tescil edildi.
“Ayrıca hakkımda Adalet Bakanlığı’nca idarî tahkikata başlandı. Geçici görevle Kastamonu’nun Bozkurt ilçesine tayin edildim. Tayin, asaleten olmadığından değiştirilebilir endişesiyle çocuklarımı Allah’a emanet edip, bir bavuldan ibaret eşyam ile, anılan ilçeye gittim. O ilçenin Adliye Başkâtibine çektiğim telgraf üzerine çarşıda tutulan 2. kat bir eve yerleştim. Göreve başladığım gün, ilçede ne lokanta, ne de kahvaltı türü hizmet verebilecek bir mekân olmadığından öğle paydosunda bakkaldan ekmek, peynir alıp tamtakır bomboş eve gittim. Bavulumu masa yapıp yerde getirdiklerimle kendime ziyafet çekerken, bitişik komşudan bir kadının pat küt elle dövüldüğünü, çığlıklarını, ağladığını duyup üzüntüye kapıldım. Kocası tarafından kıyasıya dövüldüğü, bir başka kimsenin de evde olmadığı anlaşılıyordu. Döven adam dış kapısını çarpıp gitti. Karısının arka bahçeye
açılan pencereye doğru yürüdüğünü, derin hüzünle tâ uzaklara, ormanla kaplı dağlara bakarak ağladığını gördüm. Son derece etkilendim. Lokmalar boğazımdan geçmedi. Olayın sebebini öğrenmek için Adliye’ye gidip başkâtipten sordum. Bir dosya getirip, “O hadise, bu dosyanın dâvâ konusu” dedi. Merakla dosyayı inceledim. Meğer o ilçenin zengin bir ailesinin ineği buzağılamış; ilk sütü (ağzı),—mahallî âdet, gelenek gereği olarak—eşe, dosta hediye için bir kovaya koymuşlar. 1960’lı yıllarda orada en zenginin evinde bile buzdolabı olmadığından, ağız bozulmasın, serin kalsın diye gusülhane denen hamam dolabında muhafaza ediyorlarmış. Peygamberimizin (asm) “Yiyecek ve içeceklerinizin üzerini kapatın” meâlindeki yüce emrine uyulmamasının peşin cezası olarak, üzeri açık bırakılan kovaya, duvarı delik olan gusülhaneye giren zehirli bir yılan zehrini bırakmış.
“Bundan habersiz ev sahibi kaplar içinde akrabalarına bu zehirli ağzı göndermiş. Benim komşum da bu ağzı, iki çocuğuyla birlikte içmiş. Eşi, geç geldiğinden o içmemiş. On civarında kişi zehirlenip şiddetli hastalanınca kamyonla Kastamonu Hastahanesine koma hâlinde acilen nakledilmiş. Ancak 4-5 çocuk, daha yolda, zehrin etkisiyle vefat etmiş.
“Büyük yaştakiler, tedavileri sonunda taburcu olup sağlıklarına kavuşmuşlar. Benim komşu hanım da hastahaneden çıkarken 4 ve 9 yaşlarındaki erkek ve kız iki yavrusunu hasretle aramış; vefat ettiklerini öğrenince şiddetli ıztırabının etkisiyle sinir krizleri geçirip depresyona girmiş. Eşini, tedavi için İstanbul’a götürmüş; tedavi eden kim ise, güya “Eşin yine kriz geçirir de anormal halleri tekerrür ederse, döv!” demiş.
“Türkân Hanım, eşiyle birlikte İstanbul’dan ilçeye döndüğü gün, otobüsten inince, ölen çocuğunun arkadaşlarının, ellerinde okul çantaları olduğu halde, şen şakrak okula gittiklerini görünce yavrularını hatırlamış, kriz geçirip ağlamaya başlamış. Yanında bulunan eşi, o tavsiye üzerine eşini ite kaka evine sokup dövmüş. Olay, benim o ilçeye geldiğim güne rastlayınca hadiseye böylece şahit oldum.
“Türkân Hanımın, şiddetli acısının etkisiyle evinden hiç dışarı çıkmadığını, anne ve babası, kardeşleri dahil hiçbir kimseyi evine kabul etmediğini görüyordum. Annesi, kapısını açması için kızına yalvarmasına rağmen onu bile geri çeviriyordu. Beni son derece üzen ve etkileyen olayda bu aileye yardım etmek için çareler arıyordum.
“Zaten elîm olayı öğrenir öğrenmez bana yepyeni bir hayat bahşedilmesine vesile olup beni krizlerden kurtaran 17. Mektub’u derhal hatırlamıştım. Ancak 27 Mayıs ihtilâlinin dehşetli icraatı bütün şiddeti ile devam ediyor; Risâle-i Nurlardan asgarî ölçüde bahsedenler bile sorgusuz sualsiz zindanı boyluyordu.
“Derken asaleten tayinim, anılan ilçeye çıkınca, çocuklarımı ve eşyamı getirdim. Aynı eve yerleştikten sonra, eşime bitişik komşumun yaşadığı faciayı anlattım. Onun normal hayatına dönmesine ve tedavisine yarayacak bir yazıyı Türkân Hanıma götürmesini rica ettim.
“Mazeretini öğrenince gitmeyi kabul etti. 17. Mektub’u, yazı makinesi ile yazdım; mektubun altına Üstadın ismini ve eserini yazamadım. Zira onun eşi, hergün memurlar kulübüne devam ediyordu. İhbar edeceğinden çekinerek yazının altına ‘Kur’ân-ı Kerim’i tefsir eden büyük bir âlim’ diye yazdım.
Eşim, komşumun evinin kapısını çalınca, pencereden bakmış, eşim kendini tanıtmış; öz annesini bile evine kabul etmediği halde hayrete sezâ durumda eşime kapısını açıp hüsn-ü kabul göstermiş.
“Akşam eve döndüğümde, eşim 17. Mektub’u verdiğini, teselliye çalıştığını anlattı. Mektub’un, komşu hanım üzerinde yaptığı tesiri merak ediyordum. Öğrenmek maksadı ile eşimi bir hafta sonra tekrar gönderdim. Türkân Hanım, hemen onu evine kabul etmiş ve ‘Allah sizlerden razı olsun; getirdiğiniz o mektubu nüsha gibi üzerimde taşıyorum, yavrularımı hatırlayınca açıp okuyorum. O masumların bize şefaat edeceğine, cennette onları görebilme, kavuşabilme şansım olduğuna inandım, tesellî buldum. Kederim, üzüntüm çok azaldı. O mektub bize kaderimize razı olmamızı, Allah’a tevekkül etmemizi öğretti. Ailece çok etkilendik’ demiş. Gerçekten o hanımın, anne-babasını, komşularını eve kabul ettiğini ve tamamen huzurlu, normal bir hayata o mektup sayesinde kavuştuğunu bizzat müşahede ettik. Bir sene sonra bir kız çocukları dünyaya geldi.
“Böylece Risâle-i Nurların yalnız fertleri değil, nice aileleri, toplumları iki cihanın gerçek mutluluk ve kurtuluşuna kavuşturduğu gerçeği, yaşadığım bu ibretli olayla bir kere daha ispatlanmış oldu.”
|
Anarşiden kurtulmanın beş çaresi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Her vakit ihtiyat iyidir. Zaten Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh de kerametkârane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi, Şark tarafında yeni bir hâdise: Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında türbedâr-ı Nebevî tarafından Vasiyetname-i Peygamberî (a.s.m.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Selâhaddin'i bir derece ihtiyata sevk edip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay, Ankara'ya bir vazifeyle gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Selâhaddin kalktıktan sonra, dedim ki:
Risâle-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Evvelâ: Kur'ân bizi siyasetten men etmiş, tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.
Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.
Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risâle-i Nur'a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola.
Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lazım ve zarurîdir.
Birincisi: Merhamet.
İkincisi: Hürmet.
Üçüncüsü: Emniyet.
Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir.
İşte Risâle-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risâle-i Nur'a ilişenler kat'iyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır.
Kastamonu Lâhikası, s. 186
Lügatçe:
halâs: Kurtulma, kurtuluş.
ihtiyat: Tedbirlilik, sakınma.
tevakkuf: Durma.
tevehhüm: Vehmetme, kuruntu.
husul: Meydana gelme.
meşkûk: Şekli, şüpheli.
eşedd-i ihtiyaç: Şiddetli ihtiyaç.
adavet: Düşmanlık.
|