Tarih, ibret alınmadığı için tekerrür ediyor. Toplumsal meseleler karşısında kanun yolu dışına çıkılarak, sokakta ve şiddet marifetiyle çözüm arayışına girilmesi şeklindeki komitacılık, cuntacılık eski bir hastalıktır. Geçtiğimiz günlerde Sultan Abdülaziz’in ortaya çıkan kanlı gömleğiyle Türkiye’deki ilk darbe örneği olan hadise yeniden hatırlandı. Bu darbeden ders alınmadığından ordu, yeniden “kazan kaldırdığı” için söndürülen Yeniçeri Ocağı’na döndü. Siyasete karışan subaylar ve onların komitacılıkları yüzünden hem II. Meşrutiyet’te kazanılan hürriyet hem de Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, gitti. 14 Mayıs 1950’de başarıya ulaşan çok partili demokratik hayatımız da, ordudaki cuntalar yüzünden 27 Mayıs darbesiyle son buldu. Başbakan Menderes ile bakanlar Zorlu ve Polatkan’ın alçakça katledilmeleri, milli vicdanda hâlâ kanayan bir yaradır. 27 Mayıs’tan sonra ordudaki cuntacı ve komitacı hizipleşmeler ise hâlâ demokrasiyi tehdit ediyor. 28 Şubat rezaletine ilişkin tartışmaları görüyoruz. 28 Şubat işi, siyasî kısmıyla bırakmayarak toplumsal kutuplaşmayı arttırmak için milli ve manevi değerlere fütursuzca saldırmayı da iş edinmişti. Bu cümleden olarak İstiklal Marşımız’ın yazarı ve Türkiye’deki hemen her görüşün üzerinde ittifak ettiği bir sembol olan Mehmet Akif Ersoy’a da saldırılmıştı. Üstelik üzerinde İstiklal Marşı’nın ithaf edildiği “kahraman ordumuza” ait üniforma olan bir general tarafından. Bu hususta, şimdiye kadar Türk milletinden ve Akif’in aziz ruhundan “kurumsal” olarak özür dilenmemiş olması ve telafi edecek hiçbir hamlenin yapılmaması ayıbı büyütmektedir. “Kurumsal” görüş bildirmekte oldukça cömert olanların, bu konudaki suskunluklarını bilhassa kaydetmeliyiz. Bu vesileyle Akif’in komitacılık karşısında Asım’ın nesline verdiği öğütleri hatırla(t)mak, ona hakarete yeltenenlere en güzel cevap olacaktır.
ÇANAKKALE’NİN SEBEBİ İTTİHATÇI CUNTADIR
12 Mart’ta kabul edilişinin yıldönümü kutlanan İstiklal Marşı’nın müellifinin, İstiklal Marşı’nın dışarıya karşı bağımsızlığının yanısıra, içeride de özgürlükçü bir nizam taraftarı olduğunun bu şekilde yeniden vurgulanması elzemdir. Keza 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi dolayısıyla yaşanan kutlamalarda, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na niçin ve nasıl katıldığının sorgulanmaması, Çanakkale’ye giden yolu hazırlayan 1913 İttihatçı cuntasının unutulması Türkiye’nin Akif’i, Çanakkale’yi yeniden ve başka bir çerçevede düşünmesi “farz” haline getiriyor. Bu “akıl tutulması”ndan kurtulmak, şehitlere ve onların ahfadı olan vatandaşlarımıza yapabileceğimiz en büyük hizmet olacaktır. Çanakkale deyince cuntadan bahsetmemek ise, Asım’ın yeni nesline hikayeyi eksik anlatmak olacaktır.
Anayasal düzeni ve demokrasiyi koruması gereken kurumların, meşruiyet anlayışından uzak cuntacı ve komitacı anlayışı, bu işin sivil ayağını da tahrik ediyor. Son günlerdeki çeteler ve Hrant Dink cinayeti işin kesbettiği vahameti gösteriyor. Türkiye, bu komitacılık anlayışından demokrasi, hukuk ve kamu düzeninin bozulması bakımından ciddi zararlar görmüştür. Toplumsal meselelerin gerçekçi tasvirini ve tenkidini yapan Mehmet Akif Ersoy’un yaşadığı devrin bu temel meselesini ihmal etmesi düşünülemezdi. Nitekim Mehmed Akif Ersoy, Safahat’ın altıncı kitabında İkinci Meşrutiyet’ten Birinci Cihan Harbi’nin sonuna kadar olan dönemi anlatır. Bu dönem, Akif’in hiç sevmediği II. Abdülhamid istibdadını takip eden hürriyet atmosferinin, fırkacılık, komitacılık ve cuntacılık yüzünden ortadan kalkmasının hikayesidir. Balkan Harbi’yle başlayan on yıllık savaşta, Osmanlı İmparatorluğu da dağılacaktır. Akif, gerçekçi toplumsal tasviriyle bu dönemin oldukça sert eleştirisini yapacaktır. Eski nesilden ümidini kesmiştir. Yeni nesli ise Asım’ın nesli temsil etmektedir. Bu yüzden Akif’in tasvir ve tenkidi, Asım’ın nesline yönelir. Asım’ın nesli, biraz da genç İttihatçılardır. Müthiş bir dinamizmle sağa sola hücum eden bu nesil, kendine de cemiyete zarar vermektedir. İyi niyet yetmemektedir. Bir tür komitacılıkla toplumsal meseleleri düzelteceğini zanneden Asım ve nesli çıkmaz bir yola girmiştir. Bir başka deyişle Akif’in de eleştirdiği rezail-i içtimaiye karşı yönelen bu reaksiyon, onun kadar büyük bir rezail-i siyasiye yaratmıştır. Rezail-i içtimaiye karşı efelik, güzel görünse de çözüm getirmeyecektir:
“-Efelik, çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun”
Asım çıkmaz bir yola girmenin ötesinde, kendisine de zarar verecektir:
“-Asım, bana bak! / Yol yakınken geri dön, nafile çıkmaz bu sokak, / Koşuyorsun, be çocuk, çarpacak alnın duvara, / Dağılır sonra kafan, etme, çekil bir kenara.”
Sonra Asım’ın yaptığı efelikler, rezail-i içtimaiyeyle beraber sıralanır:
“Sen o meyhaneyi basmakla mükellef miydinı / Ya kumarbazları mânâsı nedir tehdidinı / Toplanıp cümbüş ederken elin evladı, gece, / Hangi bir hakla gidip hepsini dövdün deliceı / Nara atmış gibi sarhoşları tut sen, kovala... / Bari git bekçi yazıl, aylık alırsın, budala! / Niye cebren ayırırsın kocasından kadınıı / Komşular, baksana, “kel kahya” komuşlar adını!”
Asım mücadelesinde tamamen haksız değildir... Cemiyette sahiden rahatsız olunacak meseleler, hastalıklar vardır. Lakin mücadelenin yolu, efelik değildir. Kanun dışında bir güç aranması cemiyeti, millet olmaktan sürü haline getirir. Akılla kanunla değil hisle hareket edilirse, memleketin kurtarılması bir yana batmasına yol açılacaktır. Bu yola tevessül eden hükümet de, yer altına çekilecek, meşruiyet krizine girecektir.
“Biz , Asım, ne şunun yumruğu lazım, ne bunun, / Birinin pençesi ister yalınız. Kanunun. / Ver bütün kudreti kaanuna ki vahdet yürüsün... / Yoksa millet değil, ancak dağınık bir sürüsün!.. / Memleket zaten, ayol, baksana: allak bullak, / Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak. / Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükümet sürenin, / Yeri altındadır, üstünde değil kürenin!”
Asım’ın nesli, bu tür efelikler yerine cephede savaşırken şehit düşse, ana babalar bunu kabul edebilirler. Zaten Akif’in Çanakkale şehitleri için yazdığı o anıtvari şiir de, bu bağlamda yazılmıştır. Akif aynı zamanda Çanakkale’deki bu sarsılmayan imanı, milletin köklerine, Mecnun’un Leyla’sı gibi gördüğü yarınına umudun bir karinesi olarak görmektedir. O yüzden asla “Korkma”yacaktır. Bu onun aynı zamanda gayri meşru yollara ve ümitsizliğe kapıları kapayışıdır. Fakat efelik yolunda ölür veya öldürülürlerse, aileler bunu nasıl kabul edebilir?
“Hem gazâ, hem de şehadet, ne saadet bu!” derim / Ciğerim yansa da söndürmek için cehd ederim. / Ama “kaatil” deseler oğlumu, yahut “maktul”, / O zaman işte benim akıbetim pek meçhul.”
Akif de toplumsal meseleleri çözmek için radikal bir yol aramakta, “inkılap” istemektedir. Mamafih onun inkılap anlayışı, efelik, Babıali basmak ve adam asmak değildir. İttihatçı komitacılığın yaptığı bu yanlışları tasvip etmediğini açıkça söyleyen Akif, Asım neslini de bu yanlıştan kurtarmak ister. Onları siyaset ve savaş yüzünden tamamlayamadıkları tahsillerini tamamlamaya çağırır...
KOMİTACILIK DEĞİL İNKILÂP
“İnkılab istiyorum, ben de, fakat, Abdu gibi.../ Yoksa, ellerde kör alet efeler tertibi, Babıali’leri basmak, adam asmakla değil. / Çek bu işten bütün ihvanını kendin de çekil. / Gezmeyin ortada, oğlum sokulun bir sapaya, / Varsa imkanı, yarın avdet edin Avrupa’ya”
Milleti ve memleketin geleceği için eğitimini tamamlaması gereken Asım’ın nesli, medeniyeti ihtiva eden marifet ve ahlakı ihtiva eden faziletle mücehhez olmalıdır:
“Hadi tahsilini ikmale tez elden, hadi sen! / Çünkü milletlerin ikbali için, evladım,
Ma’rifet, bir de fazilet...İki kudret lazım.”
Bunun için Asım’ın nesli derhal eğitimini tamamlamalı ve yurda dönmelidir.
“Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz! / Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size; / O zaman varmanın imkanı olur gayenize; / O zaman dinlerim artık seni, Asım, bol bol... -Yarın akşam gideriz. / - Öyle mi? Berhudar ol.”
Mehmet Akif, İkinci Meşrutiyet’te büyük ümitlerle başlayan hürriyet döneminin komitacılık yüzünden sona ermesini, kanun ve ilim yolundan sapılmasının getirdiği yeni istibdatı, toplumda her alanda ortaya çıkan yoksulluğu ve yeni neslin bu yolda heder olmasını eleştirir. Asım’ın nesline meselelerin kanun yolu dışında çözülemeyeceğini, vurdu kırdılı kolay çözümlerin mümkün olmadığını, inkılabın ancak marifet ve fazilet kazanmanın yolu olan eğitimle gerçekleşebileceğini anlatır.
Asım’ın neslini cephelerde perişan eden ve tahsillerini yarım bıraktıran süreç, 1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın katlini takiben 1913 İttihatçı cuntasının iktidara gelmesiyle başlayacaktır. Bir sene içinde parlamentoyu bırakın, hükümete bile sormadan Birinci Dünya Savaşı’na girme faciasına ve sorumsuzluğuna imza atanlar, Çanakkale, Sarıkamış ve daha birçok cephede Asım’ın neslinin yok oluşuna yol açacaklardır. Bu itibarla bugün Akif’in Çanakkale Destanı’nı okuyanlar, komitacılığı ve cuntayı hicvini de okumalılar... Çünkü Akif tarih tekerrür etmesin diye, ders almak için Safahat’ı yazmış, sebep-sonuç ilişkileri kurarak analitik bir bütünlük ortaya koymuştur. Yoksa Akif, bir hamasetin şairi değildir. Çanakkale’deki şehitlerden bahsedenler, Türkiye’yi bu felaketlere sürükleyen cuntadan bahsetmiyorlarsa ne tarihten ders alınmış ne de Safahat tam okunmuştur. İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif, yeniden bir İstiklal Harbi yaşanmaması için istikbal neslini bu şekilde uyarır. Son dönemlerdeki hadiseler, bize, Akif’in ne kadar haklı olduğunu yeniden hatırlatıyor. Akif’in geçmişte rezail-i içtimaiye karşı yaptığı mücadelenin bugün bilhassa rezail-i siyasiyenin bir şubesi olan komitacılara karşı yürütülmesi gerekiyor. Siyasî ihtirasları için İstiklal Marşı’nın yazarına dahi dil uzatabilen komitacıların ismi bugün hatırlanmazken, Mehmet Akif’in “temiz -Tahir” ismi yurdumuzdaki sönmeyen ocaklarda ebediyen anılacaktır.
Yeni Şafak, 20.3.2007
|
Dünkü Star’da Ahmet Kekeç feryat ediyor: “Sayın hakimler, kıymetli savcılar, değerli Adalet Bakanı, bizim bu ülkede dava kazanmamız için ne yapmamız lazım?”
Bir gazetenin Genel Yayın Danışmanı’nı isyana sürükleyen konu şu: Kekeç’in fotoğrafını basan bir gazete sürmanşetine “Utanmaz Adam” başlığını atar. Hızını alamayan gazetenin bir yazarı da “İktidarın yalaka köpeği, kemik bulmuş gibi havlıyor...” sözleriyle Kekeç’e yüklenir. Dört sene önce yaşanan bu olay üzerine dava açılır ve bilin bakalım ne olur? Ne sürmanşette ne de yazıda hakaret unsuruna rastlanır.
Yargının standardı yok maalesef. Bir fiil birileri tarafından işlendiğinde suç sayılıyor; başkaları tarafından aynı davranış sergilendiğinde “ifade özgürlüğü kapsamına” alınıyor. Meclis Başkanı Bülent Arınç “4 yıldır 5 ayrı davadan yargılanıyorum. Bana hakaret edenlere ‘ağzına sağlık’ deniyor. Ben Kamer Genç’e ‘saygısızlık yapma’ demişim. Bu laftan dolayı tazminata mahkûm edildim. Maalesef söylenen söze değil söyleyene bakılıyor.” diyor. Örnek çok. Vakit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın Bağcılar Adliyesi’nde görülen davasında savcı “suç unsuru oluşmadığından beraatını talep etti” ancak davadan 1 yıl 2 ay hapis cezası çıktı. Başörtülülere fahişe dediği iddiası ile gündeme gelen Muazzez İlmiye Çığ adında bir sümerologa benzer ifadelerinden dolayı dava açıldı, sonuç beraat.
“Falana ceza verilsin, filan tutuklansın” gibi bir talebim yok. Adalet, herkese eşit dağıtılsın; demek istediğim tek şey bu. Adalet cübbesini giyen bir insan ideolojilerden arınmak, sıyrılmak zorunda. Böyle bir algıya sebep olmak bile vahim bir hatadır. Üzülerek söylüyorum; kamuoyu, yargının herkese eşit davrandığına inanmıyor. Başbakan Erdoğan bile “Yargıdan bazen adamına göre karar çıkabiliyor. Bu, uygulayıcılarla ilgili. İçim yanıyor, Başbakan’a hakaret edilince suç değil, başkasına yapılınca suç oluyor.” diyor. Mesela Rektör Yücel Aşkın davasında inanılmaz gelişmeler yaşanıyor. 51 klasörden oluşan dava dosyası duruşmadan bir gün önce Savcı Akın Karakaş’tan alınıp diğer Savcı Sezgin Kanmaz’a veriliyor. Kanmaz, Şemdinli davasını temyize götüren beyefendi. Her neyse... Başsavcı cep telefonuyla Karakaş’ı arıyor ve dosyaların yeni görevlendirilen savcıya hemen devredilmesini istiyor. 51 klasörlük dosya bir gecede okunduktan (!) sonra mütalaa sanıkların lehine dönüyor. Avukat Hüsnü Tuna, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) önümüzdeki hafta suç duyurusunda bulunacakmış. Bir sonuç çıkar mı? Bilinmez HSYK zaten Şemdinli davasında ağır yara aldı. İddianameyi hazırlayan Ferhat Sarıkaya’yı meslekten men etme cezası vererek orantısız bir adalet anlayışı ortaya koymakla kalmadı; Türkiye’nin itibarını zedeledi.
Konu sadece ideoloji bulaşmış davalarla da sınırlı değil. Mesela hortumculuk davalarına ceza yağdıran Hakim Mustafa Akın’ın görev yeri aniden değiştirildi. HSYK’nın oyçokluğuyla aldığı atama kararında Adalet Bakanlığı bürokratı Akın’ın görevde kalması için oy kullanmış. Bankalar konusunda uzman bir hâkimin aniden Ağır Ceza Mahkemesi’ne atanması ile Akın’ın önündeki bazı davalar (Mesela Kent Bank, İktisat Bankası ve Yurt Bank davaları) arasında bir irtibat olduğuna dair endişeler, şüpheler var...
Zaten kamuoyu, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın Bodrum’daki evinin tadilatını Alaattin Çakıcı’nın arkadaşı olan müteahhit Süha Hakkı Şen’e yaptırdığı ve Çakıcı’nın Yargıtay’daki davasının geciktirilmesi için Özkaya’dan talepte bulunulduğu iddiasını unutmuş değil. Sonuç ne olursa olsun kamu vicdanında soru işaretleri belirmiştir...
Tabii ki işini hakkıyla yapan hâkimlerimiz, savcılarımız büyük çoğunluktadır. Ancak kamuoyuna mal olmuş onlarca dava adalet dağıtımının eşit yapılmadığına dair çok büyük ve korkunç şüphelere neden olmaktadır. Zaten eski adalet bakanları Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay döneminde ayrımcılık yapıldığı ortaya çıkmıştı. Bugün hâlâ yargı aynı faturayı ödüyor. Oysa devletin aslî varlık sebeplerinden biri güvenliği sağlamak, diğeri adalet dağıtmaktır. Yargının siyasî parti gibi davranması, vatandaşlar arasında ayrımcılık yapması vahim bir hatadır; bu algının zararını sadece adalet mekanizması değil bu ülkenin bütün kurum ve kuruluşları öder. Dün Adalet Bakanı Cemil Çiçek “Yargıda reforma ihtiyaç var.” dedi. Şüphesiz doğru bir tespit; ama her şeyden önce zihniyet reformuna ihtiyaç olduğu kesin...
Zaman, 20.3.2007
|