|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Nuh "Mağlûp düştüm; benim intikamımı al" diye Rabbine duâ etti. Biz de gök kapılarını açtık, sel gibi su akıttık.
Kamer Sûresi: 10-11
|
05.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Ey Ademoğlu, Rabbine itaat et ki, sana akıllı denilsin. Ona isyan etme ki, sana câhil denmesin.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 39
|
05.03.2007
|
|
Kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiârıdır
Aziz âhiret kardeşim Hafız Halid Efendi,
“Başlarına bir musibet geldiği zaman ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz’ diyerek sabredenleri müjdele.” (Bakara Sûresi, 2:155-156.)
Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat, “El-hükmü lillah” (Hüküm Allah’ındır / Mü’min Sûresi: 12) Kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiârıdır. Cenâb-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin; merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçi yapsın. Size ve sizin gibi müttakî mü’minlere büyük bir müjde ve hakikî bir teselli gösterecek Beş Noktayı beyan ederiz.
Birinci Nokta
Kur’ân-ı Hakîm’de “Vildânün muhalledûn” (Ebediyen yaşlanmayacak çocuklar / Vâkıa Sûresi, 56:17; İnsan Sûresi, 76:19.) sırrı ve meâli şudur ki:
Mü’minlerin kable’l-bülûğ vefat eden evlâtları, Cennette ebedî, sevimli, Cennete lâyık bir sûrette, daimî çocuk kalacaklarını; ve Cennete giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını; ve çocuk sevmek ve evlât okşamak gibi en lâtîf bir zevki, ebeveynine temine medar olacaklarını; ve herbir lezzetli şeyin Cennette bulunduğunu; “Cennet tenâsül yeri olmadığından, evlât muhabbeti ve okşaması olmadığını” diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını; hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlât sevmesine ve okşamasına bedel, sâfi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu, şu âyet-i kerime “Vildânün muhalledûn” (Ebediyen yaşlanmayacak çocuklar) cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
Mektubat, 17. Mektub, s. 79
Lügatçe:
şiâr: Sembol, nişan.
zahîre-i âhiret: Ahiret azığı, hayır ve ibadetler.
kable’l-bülûğ: Bülûğ çağına ermeden önce.
medar-ı sürur: Sevinç kaynağı.
tenâsül: Çoğalma, nesli devam ettirme.
teellümat: Acılar, elemler.
|
05.03.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Hakîm
Allah (c.c.) Hakîm’dir, Hakem’dir, Hâkim’dir. Yani Cenâb-ı Hak sonsuz hikmet, emir, hüküm ve ilim sahibidir; hakkı bâtıldan ayırır; kullarını adâletle yargılar. Kâinatta boş ve abes hiçbir şey yaratmamıştır. Cenâb-ı Allah her şeyi yerli yerince, olması gerektiği gibi, olabilecek ihtimallerden akla en uygun olanında, en hikmetlisinde ve en iyisinde yaratmıştır. Hakîm-i Zülcelâl, insanlar arasında hikmetle, hakla, hakîkatle ve adâletle hüküm verir, hükmünde tarafgirlik ve zulüm olmaz, zerrelerden kürelere kadar, bütün kâinata hikmetiyle hâkimdir.
Hakem isminin ism-i fâil şekli olan Hâkim ve mübalâğalı ism-i fâil şekli olan Hakîm isimleri hem Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiş, hem de Kur’ân’da zikredilmiştir.
İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Allah’ın insanlara açtığı rahmeti tutacak ve önleyecek kimse yoktur. Onun önlediğini de, ardından salıverecek kimse yoktur. O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Fatır Sûresi: 2)
“Hamd göklerde ve yerde olanlar kendisine ait olan Allah’a mahsustur. Hamd, âhirette de Ona mahsustur. O Hakîm’dir, Habîr’dir” (Sebe Sûresi: 1)
“(De ki:) ‘Allah size kitâbı açıkça indirmişken Ondan başka bir Hakem mi ararım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sen şüpheye düşenlerden olma.” (En’am Sûresi: 114)
“Ey insan, öyleyken sana dini yalan saydırtan nedir? Allah, Hâkimlerin Hâkim’i değil mi?” (Tin Sûresi: 7-8)
Hazret-i Yusuf’un (a.s.) Alîm ve Hakîm isimlerine mazhar olduğunu, tefekkür ehlinde Hakîm isminin daha ziyâde hâkim bulunduğunu, Risâle-i Nûr’un da Hakîm isminin gölgesinde yürüdüğünü beyan eden Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın Hakîm isminin bütün kâinatı kuşattığını, bütün kâinatın her bir biriminin bir büyük kitap mahiyeti taşıdığını, bu kitabın her harfinin yüzer kelime, her kelimesinin yüzer satır, her satırının binler bab, her babının da binler küçük kitap hükmünde hakîmiyeti gösterdiğini kaydeder.
Bedîüzzaman’a göre, bütün mahlûkatta eşsiz bir hikmet eli işlediği apaçık görünmektedir. Meselâ, insanın hâfıza kuvveti binler hikmetlerle donatılmış, içinde hem bütün mâzisi, hem âlemin olayları yazılarak bir kütüphane hükmüne getirilmiş, Haşirdeki mahkeme için neşrolacak amel defterine bir senet hüviyetinde ezelî hikmet tarafından tanzim edilmiştir. Şuursuz varlıkların hakîmâne işler görmesinin perde arkasında Hakîm-i Alîm’in hükmü ve emri bulunduğu gözden kaçmamalıdır.
Saîd Nursî’ye göre, bir çiçeğin dakik programını küçücük tohumunda saklamak, büyük bir ağacın amel sayfasını, hayatının özetini, küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, ancak sonsuz bir hikmet kalemiyle mümkündür. Her şeyin yaratılışında sonsuz derece güzel san’atların hâkim olması, her şeyin ancak sonsuz derece Hakîm olan bir Sâniin nakşı olduğunun işâretidir. Böyle her şeye hâkim bir hikmetin, kendi rubûbiyetinin kanadına sığınanların ve îmân ile itaat edenlerin ödüllendirilmesini istememesi ve ebedî olarak taltif etmemesi mümkün değildir. Sonsuz bir hayat için yaratılan insanın, haksızlıklarla ve hikmetsizliklerle âdetâ başının döndüğü şu geçici dünyada gerçek adâlete ve hakîkî hikmete hasret bir sosyal hayat yaşaması, dil ve Hakîm olan Cenâb-ı Hakkın âdil bir mahkemesi, dâimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunduğunun işâretidir.
Bedîüzzaman’a göre, hava âlemi Hakîm-i Zülcelâlin bir hikmet sahifesidir. Hakîm isminin tecellîsi ile bir tek hava zerresi birden çok işleri, karıştırmadan, tam bir başarı ile, eksiksiz bir şekilde yürütmektedir.
Her bir varlık Alîm ve Hakîm olan Yaratıcıyı kendi cephelerinde nakışları okunan ilim ve hikmet ile ve intizamlı ve hikmetli âzâsıyla okutmaktadır. Herkesi bir mükemmel istidad ile yaratan Cenâb-ı Hak, herkese istidadına uygun bir sorumluluk vermiştir.
Her bir ilmin bir İlâhî isme dayandığını beyan eden Bedîüzzaman, eşyanın hikmetini araştıran felsefenin de “hikmet” olması için Hakîm ismine dayanması gerektiğini kaydeder.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
|
05.03.2007
|
|
Gençlik Rehberi mahkemesinin beraetle neticelenmesi
1952 yılında bazı üniversiteli gençler, gençliğin îman ve ahlâkına hizmet maksadıyla Gençlik Rehberi’ni İstanbul’da bastırırlar. Bunun üzerine, müdde-i umûmilik tarafından, 163’üncü maddeye istinâden, eserin lâikliğe aykırı olarak devletin temel nizamlarını dînî esaslara uydurmak maksadıyla yazıldığı, propaganda ve telkin mâhiyetinde olduğu iddiâsıyla, Bediüzzaman Hazretleri İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevk olunur.
22 Ocak 1952 günü Bediüzzaman Said Nursî, Isparta’dan İstanbul’a gelerek, mahkemede hazır bulunur. Dâvâyı İstanbul avukatlarından Seniyyüddin Başak, Mihri Helâv ve Abdurrahman Şeref Lâç üstlenirler. Okunan iddiânâme ve rapor üzerine, Bediüzzaman Hazretleri müdafaasını yapar ve mahkeme 19 Şubat 1952 gününe tehir edilir.
O gün geldiğinde Gençlik Rehberi’ni basan matbaacı ve polisler dinlenir. Daha sonra Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i vukuf raporuna karşı îtiraz eder. Karar bir sonraki mahkemeye bırakılır.
5 Mart 1952 son mahkeme günü, şâhit olarak Gençlik Rehberi’ni bastıran üniversite talebesi dinlenir. İfadesinde; Risâle-i Nur’lardan çok istifade ettiğini, Gençlik Rehberi’ni, gençlerin iman ve ahlâkını muhafaza etmede etkin bir role sahip olduğunu düşündüğünden vatanî bir hizmet arzusuyla bastırdığını ve bunda da suç teşkil edecek herhangi birşey görmediğini ifade eder.
Daha sonra Bediüzzaman Hazretleri müdafaasını yapar. Adeta bir hukuk dersi olan bu muhteşem müdafaasının ardından Bediüzzaman’ın avukatları Seniyyüddin Başak, Mihri Helâv ve Abdurrahman Şeref Lâç müdâfaalarını yaparlar.
Bu müdâfaaların ardından Bediüzzaman Said Nursî’ye, hakim tarafından başka bir diyeceği olup olmadığı sorulur; o da ayağa kalkarak “Yalnız bir kelime söylemek için müsaadenizi ricâ ederim” der ve şöyle konuşur:
“Muhterem vekillerimin benim şahsım hakkında söylemiş oldukları senâkâr sözlere ben lâyık değilim. Ben, Kur’ân ve îman hizmetinde çalışan âciz bir adamım. Başka bir diyeceğim yoktur.”
Bediüzzaman Hazretlerinin bu mütevazi sözlerinin ardından mahkeme beraet kararıyla sona erer.
|
05.03.2007
|
|
|
|