Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

On yıl sonra 28 Şubat’ın neresindeyiz?

28 Şubat 1997’den bu yana 10 yıl geçti. 10 yıllık süre içinde, özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı. Bununla birlikte askerî vesayet rejiminin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet programı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın statüsünün, İç Hizmetler Kanunu’nun yanından bile geçen olmadı.

Bir süre sonra Türkiye’yi allak bullak eden son askerî müdahalenin, 28 Şubat’ın 10. yılı dolacak.

Malum, 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu 8 saat süren, ülkenin soluğunu keserek izlediği bir toplantı yapmıştı. Konu irticai hareketlerdi. Daha doğrusu hükümetin gerek varlığı gerek eylemleriyle bu hareketlerin merkezini oluşturmasıydı. Hükümet ve askeri karşı karşıya getiren bu toplantıdan bir muhtıra çıktı. Hükümete atması gereken adımları dikte eden Milli Güvenlik Kurulu bildirisi, askerin siyasetçiye galebe çalmasını ifade ediyordu. Dönemin Erbakan iktidarı, kendisini hedefleyen askerî uyarıyı kurumsal olarak sahiplenen ve imzalayan ilk cumhuriyet hükümeti oldu.

Şubat ayı başında Sincan’da tankların şehir içinde boy göstermesiyle başlayan, Şubat sonundaki muhtırayla devam eden gelişmeler, bahar aylarında krizin iyice yükselmesine yol açtı. En nihayet Haziran ayında Refah-Yol hükümeti düştü.

Ama gerginlik ile açık ve fiili askerî vesayet düzeni süregitti.

Zira 28 Şubat’la birlikte, özellikle İslami görünürlülüğün artmasına tedbir olarak ve bu görünürlülük bahane kılınarak Türkiye’nin askerîleşme öyküsünde yeni bir sayfa açılmıştı.

Bu sayfa, devlet işleyişinin ve kamu alanının topyekûn askerîleştirilmesinden, Türkiye’ye egemen olan milli güvenlik rejiminin bu çerçevede derinleştirilmesinden oluşur.

28 Şubat 1997’den bu yana 10 yıl geçti.

10 yıllık süre içinde, özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı.

Bununla birlikte askerî vesayet rejiminin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet programı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın statüsünün, İç Hizmetler Kanunu’nun yanından bile geçen olmadı.

Nitekim Türkiye’deki askerî otoritenin devlet içindeki özerk alanının zemini iki katmanlıdır. İlki yasalar katmanıdır. Sivilleşme süreci bu birinci katmanı bir ölçüde kırmıştır. İkincisi, özellikle 28 Şubat döneminde tahkim edilmiş olan yönetmelik ve protokoller katmanıdır. Sivilleşme süreci bu ikinci kademeye hemen hiç ulaşmamıştır. Denebilir ki bugün askerî vesayet rejiminin değişmeyen unsurlarının en önemlileri, milli güvenlik düzenine 28 Şubat’ta dahil olan girdilerdir. Bu anlamda aradan geçen 10 yıla rağmen 28 Şubat’ın devlet çarkı üzerindeki derin etkileri sürmektedir.

Şöyle de ifade edebiliriz:

Türkiye’de askerî vesayet rejimi şu üç temel üzerine oturur.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin elinde bulundurduğu devlet malları, askerî kadrolar ve askerî harcamalar açısından ‘mali denetim’inden fiilen muaftır.

Yüksek Askerî İdare Mahkemesi varlığı, Yüksek Askerî Şûra’nın işlevleri, Milli Savunma Bakanlığı ile ilişkilerin ters bir hiyerarşi üzerine oturması askeri politika ve askerî sorumluluk açısından Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “hukukî ve siyasî denetim” dışında bırakır.

Bu iki mutlak özerklik mekanizması Türk Silahlı Kuvvetleri’ni biteviye tazelenen türlü kurum, yasa ve yönetmeliklerin şemsiyesi altında “icracı ve denetleyici bir güç” haline dönüştürür.

28 Şubat süreci bu unsurları pekiştirmek yanında, onlara bunlara kalıcı nitelik taşıyan bir dördüncüsünü eklemiştir, Bu dördüncü unsur, devlet iç işleyişinin, kamu alanının, mülki idare ve sivil asayiş alanın askerîleştirilmesidir.

28 Şubat bu açıdan kalıcı etkisi 2000’li yıllarda fark edilmiştir.

Bu etkinin, daha doğrusu devletin iç işleyişinin, mülkî, istihbarî ve asayiş alanını görece askerîleştirilmesinin kökeninde bir protokol yatar. Bu protokol Erbakan hükümetinin istifasından hemen sonra 7 Temmuz 1997 tarihinde İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanmış ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11/D maddesinin uygulanmasını, yani TSK birlikleri ile sivil emniyet güçleri arasındaki işbirliğinin koşulları ve kurallarını konu almıştır. EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) olarak adlandırılan bu protokol temel olarak mülkî otorite ve askerî birim arasındaki hiyerarşiyi ters yüz etmiştir...

Bu protokole göre, illerdeki askerî otorite valilerden izin almadan da (daha sonra bilgi vermek ve izin prosedürünü yerine getirmek koşuluyla) acil durumlarda asayiş olaylarına müdahale edebilmektedir. Bu çerçevede her ilde askerî garnizonda düzenli faaliyet gösterecek, yani kurumlaşacak bir güvenlik birimi kurulmuştur. Bu birim askerî ve sivil istihbarat ve operasyon planlamasının, tehdit ve tehlike değerlendirmelerinin merkezi olarak faaliyet göstermektedir.

Şu açıktır: Her ilde askerî bir birim içinde oluşturduğu “Asayiş Güvenlik Merkezleri” sivil emniyeti ve mülkî amiri istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askere bağımlı kılınmıştır. Tüm toplumsal ve istihbari bilgiler askerin elinde birikmekte, fişleme doğal bir işlem haline gelmiştir. MİT, emniyet istihbarat açısından bir anlamda iller düzeyinde bu askerî birimlerin bağımlı değişkeni haline gelmiştir. Bu durum yaygın, tehlikeli ve “sıradan” bir askerîleşme sürecine işaret etmektedir.

En önemli noktalardan birisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç güvenlik doktrinini bu protokolle göre yapılandırmış olmasıdır.

Tedbir alma gerekçesiyle askerî merkezli fişleme, istihbarat ve operasyonlar böyle yaygınlaşmıştır. Nitekim 2001 yılından 2007 yılına kadar tüm kritik gelişmelerde EMASYA yapılanması bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Fişleme söz konusu olduğunda EMASYA’dan söz edilmekte, Jandarma’nın yetki alanı dışındaki faaliyetleri söz konusu olduğunda da EMASYA planlarına ve hükümlerine gönderme yapılmaktadır. Türkiye’yi sarsan, yeni bir Susurluk skandalı olarak değerlendirilen Şemdinli hadisesinin merkezinde yine EMASYA yer almıştır.

Evet, ne yazık ki hâlâ 28 Şubat’ın tam merkezindeyiz...

Aksiyon, 12.2.2007

Ali BAYRAMOĞLU

26.02.2007


 

Türkiye klasikleri

Türkiye çok hızlı değişen bir ülke, buna hiç kuşku yok. Değişimin çok hızlı olduğu yerler var, daha az hızlı olduğu yerler var. Ama bir de değişimin adeta donduğu yerler mevcut. Değişimin donduğu alanlar genellikle maddi ya da pozisyonel rantların çok yüksek olduğu ve bu rantlara el koyanların sistemi belirleyebildiği alanlar.

Değişmeyen alanlar hangileri?

Türkiye gibi hızlı bir transformasyon süreci içinde olan ülkelerde değişmeyen alanların belirlenmesi güç ve iktidar ilişkilerinin saptanmasına yönelik önemli ipuçları üretebilir; ben de bugün bu konuya ilişkin bir-iki söz söylemek istiyorum.

23 Şubat Cuma günkü günlük gazeteler ve bizim star gazetesinde iki çok önemli haber işleniyordu. Birinci haber kamu binalarının içinde bulunduğu inşaat perişanlığı, ikinci haber ise eski bir Jandarma Genel Komutanı’nın görevde olduğu süre içinde kimi bakan, milletvekili ve bürokratlarla ilgili gerçekleştirdiği fişleme eylemi.

Siyasetin finasmanı nasıl oluyor?

Öncelikle kamu inşaatlarından başlayalım; haberlere göre 60 ilimizde, iki bin dolayında kamu binasında yapılan laboratuvar çalışmaları kamu binalarının yüzde altmışının yıkılmasının gerektiğini yani çürük olduğunu, yüzde otuzunun güçlendirme istediğini sadece yüzde onunun ise standartlara uygunluğunu ortaya koyuyor. Kamu binalarının ülkemizde, kendileri de çok kötü standartlarda üretilen özel inşaatlara oranla dahi daha kötü standartlarda üretilmiş olmasının temel nedeni kamu ihale sisteminin bu ülkenin en köklü rant yaratma ve paylaştırma, avantacılık, ahlaksızlık sistemi oluşu ve bu sistem ile de siyasetin finasmanının gerçekleşiyor olmasıdır.

Siyaset kurumu kendini finanse eden bu çirkin ağı bir türlü çözememektedir ve eşyanın tabiatı gereği de çözememesi anlaşılır bir konudur. Bu arada da olan altı şiddetinde bir depremde dahi sapır sapır dökülen kamu binalarının altında yaşamlarını kaybeden vatandaşlara ve yine bu enkazın altında kalan devlet itibarına olmaktadır.

2001 büyük krizi sonrası Derviş kanunları ve düzenlemeleri arasında en geri gidilen konunun ihale sistemi olmasının da anlaşılmayacak bir yönü kalmamaktadır; farklı siyasal iktidarlar arasında en büyük benzeşme daima rekabet sevmeyen ihale yasalarına bağlılık düzeyinde gerçekleşmektedir.

Emekli Orgeneral Şener Uygur’un Jandarma Genel Komutanlığı görevini yürüttüğü süre içinde altı bakan, on milletvekili ve sayısız bürokrat hakkında yasaların izin vermediği bir fişleme eylemini gerçekleştirdiğinin ortaya çıkmasının arkasından savcılık kurumunun sessizliğini ısrarla koruması da aynen ihale yasalarında olduğu gibi bu devletin değişmeyen bir başka yüzünün aynası niteliğindedir.

Sözün özü

İhale yasaları çöken kamu binalarının altında ölenlerin aleyhine müteahhit, siyasetçi ve bürokrat ittifakı anlamına geliyorsa, emekli Orgeneral Uygur hakkında da savcılık kurumunun sessiz kalması başka bir ittifak ve poziyon rantlarının muhafazası bilinci olarak anlaşılmalıdır. Kamu ihale sistemi ile siyasetin finasmanı ve devletin askeri bürokrasisinin fiilen ve hatta formel olarak hukuk denetimi dışında olması bu ülkenin en sevimsiz iki konusudur.

Değişen Türkiye’de değişime inatla direnmeleri bu iki konuyu rant kollama konusunda kardeş haline getirmektedir.

Star, 25.2.2007

Eser KARAKAŞ

26.02.2007


 

Neo-con’ların yeni hedefi

DICK Cheney, İran’a askerî müdahalenin masadaki seçenekler arasında olduğunu ilan etti.

Cheney’in İran’a ilgisi yeni değil. Bill Clinton döneminde, 1995’te İran ile iş yapan şirketlere özellikle de petrol şirketlerine ambargo kararı alındığında, petrol devi Halliburton’un CEO’su olarak az mı karşı lobi yapmıştı?

Başkan yardımcılığı görevine geldikten sonra Halliburton’dan ayrıldı. Ama neo-con’ların birçoğu gibi bu iş çevresinden tamamen kopuş anlamına gelmiyordu.

Halliburton, hem petrol şirketi olarak hem de kendisine bağlı inşaat ve diğer alanlarda savaş sektörüne hizmet veren yan şirketleriyle Irak savaşından en kárlı çıkan kuruluş oldu.

Şimdi size İran’daki ilişkilerinden de bazı haberler vereyim.

***

CLINTON’dan sonra George Bush da 13 Mart 2003’te İran’a yatırım ve ticaret yasağının devam kararı aldı.

Hem de “İran hükümetinin attığı adımlar ve politikaları ABD’nin ulusa güvenliğini, dış politikasını ve ekonomisini tehdit etmektedir” gerekçesiyle.

26 Temmuz 2005’te bu karara bir ek geldi ve özellikle Amerikan petrol şirketlerinin İran petrol sektörüne yatırım yapmamaları istendi.

23 Aralık 2006’da kabul edilen BM Güvenlik Konseyi kararı ile ise İran uranyum zenginleştirmesine son verene kadar yaptırımla yürürlüğe girdi.

Bütün bunlara rağmen Halliburton, İran’ın en büyük petrol şirketlerinden olan Oil Kish ile illegal ilişkisini sürdürdü.

Bu şirketin Başkan Yardımcısı Nasseri, Uluslararası Atom Enerji Ajansı’ndaki İran delegasyonunun başkanı. Halliburton’un da danışmanlarından.

İran şirketinin sahipleri arasında İran’ın eski devlet başkanı Rafsancani de bulunuyor.

Halliburton’a bağlı bir servis şirketinin Tahran’da ofisinin olduğu ve 2009’a kadar en azından orada kalacağı biliniyor.

Halliburton ilginç bir şirket. Pentagon’un Irak savaşından en fazla kár sağlayanlar listesinin ilk yirmisi arasında.

İnşaat şirketleri Irak’ta sadece savaştan zarar gören değil, görmeyen petrol kuyu ve tesislerinin yanı sıra bundan sonraki tesislerin de inşaatını garantilemiş durumda.

Ve raporlarında “savaş gelişme fırsatları sağlar” diye görüş bildiriyor.

***

ORTADOĞU’da savaşın, siyasi çatışmalar sonucu çıktığını söyleyen bir tek kişi bile kalmamıştır yeryüzünde.

Ne de bunun terörizme karşı savaş olduğuna inanan kaldı artık.

Küreselleşmiş dünyada savaş sektörü de küresel. Bugün Irak’ta yönetime yakın birçok şirket cezaevlerinin kontrolünden tutun da yol yapımına kadar çeşitli işleri yapıp para kazanıyor. Tehlikeli işleri ise onlar da daha gözü kara taşeronlara veriyor ve bu durum denetlenebilirliği ortadan kaldırıyor.

Bu kadar büyük kayıp vermesine rağmen Amerika’nın bir ikinci savaşı planlıyor olması sürpriz değil.

İran rejiminin, haklı bir konumdan haksız bir zemine kaymak için bu kadar ısrar etmesi de şaşırtmamalı aslında.

Halkı, biraz terör soslu, bağımsızlık, milliyetçilik kışkırtmalarıyla harekete getirip savaşa sürme bu kadar kolay olduktan sonra hiç beklemediğimiz, ihtimal vermediğimiz savaşı çıkartmak çok kolay.

İran’a yönelik baskının sadece nükleer programı nedeniyle değil, Irak’ın geleceğinin biçimlenmesiyle de yakından ilgili olduğunu dikkate alınca, savaş taciri neo-con’ların hálá işbaşında olduklarını görmek zor değil.

Hürriyet, 25.2.2007

Ferai TINÇ

26.02.2007


 

Fişleme: Karanlık dosyalar dünyası

28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu’nu deşifre eden Hasan Celal Güzel, yeni bir skandalı ortaya çıkardı. Buna göre, 2002-2004 yılları arasında jandarma genel komutanlığı yapan Em. Org. Şener Eruygur, 3 Kasım seçimlerinden sonra işbaşına gelen 6 bakan, 32 milletvekili ve 100’ü aşkın üst düzey bürokratı fişlemiş. Jandarma İstihbarat Teşkilatı’nın (JİT) raporunda, toplam 150 isim, ‘şucu, bucu’ diye itham ediliyor. Hasan Celal Güzel, JİT raporunun yaklaşık 1 yıl önce eline geçtiğini belirtiyor.

Zaman’ın Ömer Şahin imzalı haberine göre Güzel, fişlenen kişileri “Türkiye kritik bir süreçten geçiyor” düşüncesiyle şimdilik açıklamayacağını kaydediyor. Söz konusu uygulamanın suç niteliği taşıdığını vurgulayan eski bakan, “Rapor elimde. Yapılan hukuk dışı işlem, göz bebeğimiz gibi korumamız gereken Silahlı Kuvvetler’imizi de yıpratır.” diyor.

Hasan Celal Güzel’in verdiği bilgiye göre, Jandarma İstihbarat Teşkilatı’na hazırlatılan rapor, trajikomik bilgiler ve suçlamalarla dolu. Jandarma’nın resmî antetini taşıyan belgede, bakan ve milletvekillerinin fotoğraflarının yanında ne tür ‘irticaî’ faaliyette bulunduklarına ilişkin bilgiler yer alıyor. Bu kişilerin kimlerle görüştüğü ve hangi eğilimde olduklarına kadar birçok detaya giriliyor.

Raporda, bazı sivil toplum örgütlerinin etkinlikleri ve sosyal faaliyetler de ‘irtica’ kapsamında değerlendiriliyor. Fişlenen isimlerin siyasi geçmişi de dikkat çekici. Meclis Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener gibi AK Parti’nin çekirdek kadrosu raporda geçmiyor. İrtica damgası yiyen bakan ve milletvekillerinin önemli bir kısmını ANAP ve DYP kökenli isimler oluşturuyor.

Emekli Orgeneral Şener Eruygur halen Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı görevini yürütüyor.

Bu, Türkiye’nin kadim bir hastalığı...

Eski defterler, eski defterler, eski defterler...

Kimler hakkında ne dosyalar tutulmuş...

28 Şubat süreci, fişleme hadisesinin cılkının çıktığı dönem...

Bir ara, 28 Şubatçılar, ihbar furyası başlatmışlardı, komşu komşuyu ihbar edecekti.

Kebapçılara varıncaya kadar kara listeler oluşturulmuştu.

Milli Güvenlik Kurulu’nda, kurul üyeleri bile irtica suçlamasına hedef kılınıyordu.

Eş durumundan fişleme, parmaktaki yüzükten, dizdeki secde izinden, baştaki takke izinden, ananın başörtüsünden, babanın sakalından, amcanın imamlığından, dayının falanca derneğin yöneticisi olmasından, çocuğun gittiği dersaneden, kaldığı yurttan.... daha nelerden nelerden fişleme...

Şener Eruygur’unki, 2002 sonrasını ilgilendiriyor.

Şu çok söylendi, durdu:

-Jandarma hala fişleme yapıyor.

Ben de bir yazımda, bir ildeki jandarma komutanlığının, okullarda görev yapan İHL – İlahiyat kökenli öğretmenleri tesbit ettiğini yazmıştım da o ilin valisi, benden, soruşturma açmak için somut belgeler istemişti.

-Acaba Jandarma İstihbarat teşkilatı bugün de fişleme yapıyor mu?

İçişleri Bakanı’nın, kendisine bağlı bu teşkilatın bugün herhangi bir fişleme yapmadığını net olarak söyleyebilmesini isterdim.

Şunlar biliniyor:

-28 Şubat süreci ve sonrasında Türkiye’de binlerce kişinin fişlendiği açık bir gerçektir.

-Şu an bile tutulan bu dosyaların, medyaya yansıtılan “hakkında irtica suçlaması var” iddiasıyla, kişilerin tayin, terfi gibi işlerini etkilediği kesindir.

-Siyasi iktidar, henüz bir dosya temizleme işlemi yapabilmiş değildir. O yüzden, bizzat tayin etmek istediği üst düzey bürokratlar bile “dosyalar” yüzünden tayin edilememekte, buna karşılık dosyalar, “tayin edildiği görev için yeterli görülmedi” sözcüklerinin arkasına saklanmaktadır.

Bakanlar, milletvekilleri ve üst düzey bürokratların bile fişlenmesi... sade vatandaşın nasıl bir gözaltı kıskacı ile karşı karşıya bulunabileceğinin göstergesidir. Evet, yaman bir gözaltı yaşıyoruz.

Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi babında daha bir kaç fırın ekmek yemesi lazımdır.

ahmettasgetiren.com.tr, 25.2.2007

Ahmet TAŞGETİREN

26.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004