|
|
|
‘Atatürkçü’ rektörler |
Dört rektör Atatürkçü Düşünce Derneği ADD’nin yönetim kuruluna seçildi; iyi mi oldu?
ADD, 1993’te kuruldu ve Demirel-İnönü hükümetinin kararıyla “kamu yararına çalışan dernek” statüsünü kazandı. O zaman bunu desteklemiş olan Sayın Erdal İnönü’nün, siyaseti bıraktıktan sonra vakti de müsait olduğu halde neden ADD’nin hiçbir etkinliğine katılmadığını, neden uzak durduğunu öteden beri merak ederim.
ADD’ciler İnönü’yü kendileri gibi bir Atatürkçü sayıyorlar mı, bilmiyorum ama İnönü ile ADD’nin bazı temel fikirleri var ki, İnönü benimsemiyor bunları.
Mesela, resmi internet sitesinde açıklandığı gibi:
ADD, Türkiye’nin NATO ve benzeri paktlardan derhal çıkmasını savunuyor. İnönü’nün bunu paylaşması mümkün değildir!
ADD Avrupa Birliği’ni de emperyalist, işgalci şoven sayıyor. İnönü ise savunuyor!
ADD yabancılara emlak satışını ‘vatan topraklarının satılışı’ sayıyor. İnönü’nün böyle bir iması bile olmadı. Rahşan Hanım bu görüştedir.
ADD’ye göre Türkiye bugün 1919 koşullarındadır, yani işgal altındadır! İnönü’den hiç böyle bir şey duymadık.
Akademik özgürlükler?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunları niye yazıyorum? ADD’nin, Erdal İnönü ile de anlaşamayacak dar bir ‘sol Kemalizm’ derneği olduğunu anlatmak için.
Elbette olabilir. Türkiye’de sosyal bilimler olacaksa liberal, sosyal demokrat, muhafazakâr, sosyalist fikirler de sol Kemalist fikirler de elbette olacaktır...
Ama bir problem var: Dört tane üniversitenin rektörü ADD yönetim kuruluna girerse, mesele bu kadar basit sayılamaz!
Türkiye’de 12 Eylül Anayasası’nın rektörleri nasıl ‘şef’ yetkileriyle donattığı biliniyor.
Birçok üniversitede rektörlerin eş dost veya ideoloji kadrolaşması yaptığını YÖK dokümanları bile itiraf ediyor!
Şimdi, doktrin tercihlerini bu kadar keskin bir şekilde ortaya koymuş bir rektörün yönetiminde öğretim üyeleri mesela farklı açılardan tarih yazabilirler mi? Farklı açılardan siyaset bilimi, siyaset felsefesi anlatabilirler mi?
Mesela Erdal İnönü, o görüşlerin yanlış olduğunu belirtip kendi sosyal demokrat görüşlerini anlatabilir mi?!
Nerede kaldı akademik özgürlükler kavramı?!
Ben mi yanılıyorum?
Bu rektörlerin bazılarının konuşmalarını, yazılarını okudum. Evvela şunu belirteyim: Hiçbirinin Atatürk hakkında akademik değerde tek araştırma eseri yok! İdeolojik ve siyasi konuşmaları, yazıları var. Elbette olabilir, ama vatandaş olarak ve öğretim üyesi olarak...
Fakat “rektör” bir kamu yetkisini kullanmaktadır; hele bizdeki yetkileri ‘şef’ yetkileridir! Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel kurallarını benimsemenin ötesinde, ideolojik bir kimlikle, siyasi bir aidiyetle kamuoyunun ve akademik camianın karşısına çıkmaları hem kamu görevinin, hem akademyanın duyarlıklarına uymaz!
Bu kadar politize olmak, yönettikleri üniversitede akademik kıstasların mı, savaşçısı oldukları ideolojik kıstasların mı öncelikli olduğu konusunda en azından tereddütler yaratmaz mı?
Ne dersiniz, yanılıyor muyum YÖK Başkanı Sayın Prof. Erdoğan Teziç?!
Siz ne dersiniz, Sayın Prof. İlhan Tekeli? Haklı olarak ısrarla savunduğunuz “akademik camia” felsefesine uyuyor mu söz konusu rektörlerin bu hareketleri?!
Milliyet, 31.1.2007
|
Taha AKYOL
01.02.2007
|
|
|
Yeniden TCK 301 |
Hükümet diyor ki: Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin kaldırılması isteği gerçekçi değildir, çünkü bunun benzerleri Batı dünyasında da var. Gerçi bunu değiştirebiliriz, ama kimse karşımıza makul bir öneriyle çıkmıyor.
Her şeyden önce, bu konuda şimdiye kadar zikredeğer bir şey yazılmamışmış gibi açıklamalar yapılması rahatsızlık verici bir durum. Çünkü, Ceza Kanun daha taslak halindeyken, benim gibi birçok kişi bu hükmü eleştirmiş ve muhtemel sakıncalarına işaret etmişti. En son 13 Kasımda bu sütunda çıkan yazımda ben de konuyu yeniden ele alarak, 301. maddenin tamamen kaldırılması gerektiğini belirtmiştim. Onun için, özellikle Başbakanın ‘bu konuda kimse işe yarar bir öneri getirmiyor’ mealindeki yakınmasını kendi açımdan yaralayıcı buluyorum.
Şimdi, TCK 301 benzeri ceza normlarının başka demokratik ülkelerde de var olduğu iddiası bir yanıltmacadan ibarettir. Evet, Almanya, İngiltere, İrlanda, Kanada, Fransa gibi kimi Batı ülkelerinin ceza kanunlarında veya insan hakları mevzuatında etnik, kültürel ve dinî grupları aşağılamayı yasaklayan hükümler var. Ama dikkat edilsin, ABD’de bu da yok. Çünkü orada Anayasa’nın 1. Ek’i yasama organının ‘ifadeler’in içeriğine müdahale etmesini açıkça yasaklamıştır.
Daha önemlisi, Batı ülkelerindeki düzenlemelerin hakim toplumun etnik kimliğini ve devlet kurumlarını korumakla bir ilgisi yok. Bunların hepsinin amacı, toplum içindeki azınlık gruplarını ayrımcılığa karşı korumaktır. Tekrar edeyim: Batıdaki ‘nefret suçları’ kategorisi zaten hakim konumda olan ulusun etnik kimliğini koruma altına almayı ve devlet kurumlarına eleştiriler karşısında dokunulmazlık sağlamayı değil, tam tersine toplum içindeki azınlıkları ayrımcılığa karşı korumayı amaçlamaktadır.
Esasen, eşit yurttaşlık temeline dayanan bir devletin hakim etnisiteyi özel olarak korumaya çalışması ırkçılık olurdu, oysa söz konusu kanunlar zaten en başta ırkçılık temelli ayrımcılığı önlemek istiyorlar. Ayrıca, bu ülkelerde devlet kurumlarını sözde ‘aşağılama’dan korumak diye bir şey de akla gelmez; çünkü, demokratik bir devlet zaten eleştiriye, gerektiğinde çok ağır eleştiriye, açık olan devlettir. Demokratik bir devletin vatandaşlarının devlet otoritesi kullananları gerektiğinde haşin eleştiri sağanağına tutmasından daha tabii ne olabilir?.. Devlete bu türden sözlü saldırılar karşısında dokunulmazlık sağlamak ancak devleti kutsal sayanların aklına gelebilir. Ki bu da, açık söyleyelim, faşizmin ta kendisidir.
Kısacası, TCK’nın 301. maddesi Batı dünyasındaki ‘nefret suçları’nın bizdeki karşılığı değildir. Esasen bizde bu hükümlere karşılık gelen bir düzenleme de yoktur. Eğer var olsaydı, onun koruduğu ‘Türklük, Cumhuriyet ve Devlet kurumları’ değil, fakat meselâ Ermenilik, Rumluk, Yahudilik vb. olurdu. Eğer sözlü saldırılardan korunması gereken gruplar veya topluluklar varsa, bunlar ancak genel toplum içinde azınlık durumunda olan ve bu konumları dolayısıyla daha fazla incinebilir olan gruplar olabilir. Bu gibi azınlıkları aşağılamayı yasaklayacak bir kuralın da amacı, meselâ Ermeni ‘ırkı’nı değil, fakat etnik kimliği Ermeni olan azınlığı incitilmekten ve ayrıma maruz bırakılmaktan korumaktır.
Yoksa, Türkiye’de Türklüğün zaten korunmaya ihtiyacı yoktur. Devletin de biz naçiz vatandaşlardan korunması gerekmez, çünkü onun karşısında korunmaya ihtiyacı olan zaten biziz.
Star, 31.1.2007
|
Mustafa ERDOĞAN
01.02.2007
|
|
|
Hükümet 301’i savsaklıyor |
Hükümet’in 301’inci madde konusunda garip bir tutumu var. Yapılan açıklamaları alt alta koyduğunuz zaman durum daha netleşiyor.
Başbakan olsun, Gül olsun sık sık “301 değişmez diye bir şey yok” diyorlar. Adalet Bakanı Çiçek dahi aynı yaklaşımı sürdürüyor. Olaylar biraz sıkıştırınca, bu defa bir adım daha atıyorlar ve “301’den bizde rahatsızlık duyuyoruz” açıklaması yapıyorlar. “Tümünü kaldıramayız, değişiklik yaparız” diyorlar.
Peki neden adım atmıyorsunuz?
“Sivil Toplum Örgütleri’nden görüş istedik. Aralarında anlaşamadılar!” Gazetelerden okuduğumuza göre TÜSİAD ve HAK-İŞ değişsin derken, TİSK ile TÜRK-İŞ karşı çıkmışlar. Hükümet şimdi, bu görüş ayrılığının arkasına saklanıyor. Sanki bütün kararlar Sivil Toplum Örgütleri’nden soruluyormuş gibi bir tutum sergileniyor.
Bence hükümet, seçimler öncesinde 301 konusunda bir kavga vermek istemiyor. Kabaran milliyetçi oyları kaçıracak bir tutum içinde olmamayı tercih ediyor. Ancak, çoğumuzu şaşırtan, Başbakan’ın milliyetçiliği körükleyen partilere yönelik son derece sert sözleri oluyor. Bu iki çelişkili tutumu anlayabilmek çok güç. Galiba hükümet 301 konusunda farklı mesajlar vererek, bu konuyu seçimlere kadar savsaklayacak.
Eğer hükümetin niyeti varsa, kolları sıvar ve 301’i ister değiştirir, ister tümünden iptal eder. Ancak, Sivil Toplum Örgütleri’nin arkasına saklanmaz.
Posta, 31.1.2007
|
Mehmet Ali BİRAND
01.02.2007
|
|
|
Birileri Hürriyet’i fena halde işletiyor! |
16 Yıllık yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök “Tesettür faciası” başlıklı manşet haberden dolayı dün okuyucularından özür dilemek zorunda kaldı.
Elbette erdemdir özür dilemek. Kendisini özür dileme nezaketi gösterdiği ve yanlışını kabul ettiği için tebrik etmek lazımdır. Bu da erdemdir. Yadırganacak hiçbir tarafı yoktur. Yalnız... Bir yayın yönetmeninin gazetesinin sayfalarını, sütunlarını ,manşetlerini “bile bile lades” haberlere, yazılara, bir kesimin toplumu maniple etme çabalarına alet etmeye de hakkı yoktur. Çünkü gazeteler yayın yönetmenlerinin de babasının malı değildir. Daha önce bu sütunda birkaç defa değinme fırsatımız oldu. Hürriyet’in 17 Ocak tarihli manşeti olan “Aman Sincan sanmayın” (taşra), “Askerin hassasiyeti” (şehir) manşetleri ilgililerce yalanlandı. Ama Hürriyet hiç oralı olmadı bile. Eğer yalanlama görmezden gelindiyse “Çağlayan’da top tank yürütemeyenlerin Hürriyet’in manşetinden top tank yürütme amacı”na alet olunmuş demektir!
Şimdi... Hürriyet’in son günlerdeki Kıbrıs haberlerine bakalım... Habere göre Rumlar Kıbrıs sularında petrol aramak için Mısır ve Lübnan ile anlaşmışlar.... Her şeyden önce bu bayat bir haber. Haberde yanlış bilgiler de var. Sözü edilen anlaşma tam Mısır ile 1.5 yıl önce, Lübnan ile 7 ay önce imzalandı. Demek ki o zaman birileri bu anlaşmaya ses çıkarmak gereği duymamışlar. Peki şimdi ne oldu da bu konu gündeme getiriliyor? Bunun KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Lokmacı geçidini Genelkurmay’a rağmen yıkması olabilir mi? Ya da Genelkurmay’ın “Haberimiz yok” diye açıklama yaptığı, hükümetin de “size mi soracağız” diye karşılık verdiği “Türkiye bir limanını Rumlara açarsa Ercan Havaalanı da uçuşlara açılsın” önerisinin Genelkurmay’a rağmen yapılmış olması mı? Bir tür, bizi dinlemezseniz altınızı da oyarlar üstünüzü de oyarlar mesajı olmalı.
Niyetleri kestirmek zor. Ancak sözü edilen anlaşma sadece Güney Kıbrıs sularını kapsıyor. Üstelik Lübnan’da Türkiye’ye “Biz zaten aramayacağız. Sadece Rumların sınırında arama yapılacak.” mesajını iletti.
Bugün, 31.1.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
01.02.2007
|
|
|
Fraksiyon çatışması |
İnönü’nün, Atatürk’ün resmini paralardan ve pullardan kaldırtıp yerine kendi resmini koydurduğunu hemen herkes bilir de...
Murat Bardakçı, Atatürk’ün ölümünden daha sekiz gün sonra, Atatürk’ün “aziz naaşı” daha Dolmabahçe Sarayı’nda “katafalkta” yatar ve halk da kuyruğa girmiş önünden geçerken, cenaze henüz Ankara’ya bile gitmeden onun heykelini kaldırtmış olduğunu açıklayınca kıyamet koptu...
Bu kopan kıyamet elbette “entellektüel” bir kıyamettir, ayaktakımını ilgilendirmiyor ve bu konu, örneğin Fenerbahçe ile Galatasaray arasında bulunan yedi puanlık farkın beş puana inmiş olması kadar önemli sayılmıyor!
Zarar yok, biz de çemişlere yazı yazmıyoruz. Adam gibi adamlar, 1938 yılının o müthiş kasım ayında neler olup bittiğini merak edeceklerdir.
Atatürk ile İnönü bir buçuk yıldır dargındılar, konuşmuyorlardı. Atatürk İnönü’yü başbakanlıktan kovmuş (buna “sürmenaj olduğu için kendisi bıraktı” gibi bir kılıf uydurulmuştu), yerine Celal Bayar’ı atamıştı.
Atatürk’ün yakın çevresi (ünlü yazar Harold Armstrong bunlara “desperados” demiştir) İnönü’ye düşmandı, İnönü de onlara.. Daha sonra, “İnönü’yü ‘Atatürk son bir kez seni görmek istiyor’ yalanıyla İstanbul’a çağırıp temizlemek niyetinde oldukları” şeklinde korkunç bir dedikodu bile çıkarılmıştır haklarında... Hatta rivayet ederler ki, Refik Saydam, “gitme paşam, seni öldürecekler, gitmeye kalkarsan kendimi trenin önüne atarım, beni çiğner öyle geçersin” demiş de İnönü öyle vazgeçmiş!... Ankara’da kalarak ipleri elinde tutmuş... Bunun diyetini de, cumhurbaşkanı olduktan iki buçuk ay sonra Saydam’ı başbakan yaparak ödemiş!...
Atatürk’ün son günlerinde müthiş bir iktidar kavgası yaşandı.
Gizli servisler Şükrü Kaya’nın, ordu da İsmet İnönü’nün kontrolu altındaydı.
Cumhurbaşkanlığına Mareşal Fevzi Çakmak’ın seçilmesine “muhakkak” gözüyle bakılıyordu. (Nitekim daha sonra da mareşal “muhalefetteki” Demokrat Parti’nin adayı olacaktır. Ömrü vefa etseydi 1950 yılında Çankaya’ya çok büyük bir ihtimalle o çıkacak, başbakan da Menderes değil Bayar olacaktı ve çok da hayırlı olacaktı böylesi...)
Fakat kapalı kapılar ardında Ankara’da ne döndüyse döndü ve İnönü hemen bir gün içinde mecliste oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçildi. Hemen de Atatürk’ün yakın çevresini “tasfiyeye” girişti. Altemur Kılıç “afaroz etti” diyor. Afaroz edilenlere rahmetli babası da dahildir.
Neler olup bittiğini umarım sevgili dostum Murat Bardakçı ayrıntılarıya anlatır, onun “kalemidir” bu... Eh, Altemur ağabey anlatmadığına göre...
Bu bir saray kavgasıdır. Kavgada İnönü yenilmiş olsaydı yakın tarihimiz başka, çok başka olurdu... Savaş yıllarında müttefiklere yakın olur, Almanya’ya yaltaklanmaz, bir faşizm dönemi yaşamazdık. Liberal kanat 1950 yılında değil daha 1938 yılında iktidara gelirdi (zaten 1937’de gelmişti de, çok kısa kalabildi)... Belki o Demokrat Parti’yi de İnönü bir bürokrat muhalefet partisi olarak kurar, yani her şey tersine dönerdi!...
Bu arada Sabit Osman Avcı’ya sordular... Kendisi gençliğimizin meclis başkanlarındandır... Hey gidi hey, “Fix Ottoman Hunter” diye dalga geçerdik, sanırım o sıralar kulağına gitmiştir... Allah uzun ömür versin...
Dedi ki: “İsmet Paşa’nın kırıklığı ve kompleksi vardı”.
Fakat müthiş bir şey daha açıkladı: İnönü, Atatürk’ün resmini yalnız paralardan ve pullardan kaldırtmakla kalmamış, portresini de devlet dairelerinden kaldırtmış! Yuh!
Birkaç yıl sonra “kamuoyu baskısı üzerine” yeniden koydurtmuş... Atatürk fotoğrafı makamın karşısına, kendi fotoğrafı makamın üstüne... (Daha sonra ikisi yanyana konacaktır...) Vallahi bunu ben de bilmiyordum! Sıkı bir “İsmetçi” olan rahmetli babam anlatmamıştı.
Kime ne öğretiliyor ki bu memlekette?
Akşam, 31.1.2007
|
Engin ARDIÇ
01.02.2007
|
|
|
|