Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hrant Dink’in son yazısı

Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim

Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke...

Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”

İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek

İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Agos, 19.1.2007

Hrant DİNK

21.01.2007


 

Siyasal milliyetçiliğin yeni kozu....

Kıbrıs’ı denediler olmadı... Bunun için Kürt meselesini kaşıdılar tutmadı... Son kozları şimdi Ermeni kartı..

Ahmet Samim...

Serbesti gazetesinin başyazarı...

Ve ilk basın şehidi...

Ne zaman öldürülüyor?

6 Nisan 1909’da...

Nerede öldürülüyor?

Galata Köprüsü’nün üzerinde...

Nasıl öldürülüyor?

Tabancayla vurularak...

Neden öldürülüyor? İttihat ve Terakki’yi eleştirdiği için... Yolsuzlukların üzerine gittiği için...

İkinci Meşrutiyet’teki özgürlük dalgasının kalıcı olmasını istediği için..

***

Hrant Dink...

Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü...

Ne zaman öldürülüyor?

19 Ocak 2007’de.

Nerede öldürülüyor?

Pangaltı’da.

Nasıl öldürülüyor?

Tabancayla vurularak.

Neden öldürülüyor?

***

Neden mi öldürülüyor ?

Bu sorunun cevabını bulabilmek için bir başka soru daha sormalıyız.

Bu cinayet kimin işine gelir?

Herhalde Türkiye’nin dünyanın ayrılmaz bir parçası olmasını isteyenlerin değil.

Bu, Türkiye’yi dünyadan kopartmak isteyenlerin işine gelir.

***

Filmi geri sarınca Hrant Dink’in epeydir hedef olarak seçildiği anlaşılmakta.

Onu hedef haline getirenler...

‘Türk düşmanı’ ilan edenler...

Mahkemede üzerine saldıranlar...

Meğer onlar, senaryosu yazılan meşum bir filmin başlangıcındaki himaye gören figüranlarmış.

***

Hrant’ı tam da Ermeni Yasa Tasarısı Amerikan Kongresi’ndeyken vuranlar...

2007’de insanlarını hálá Ermeni sorunu nedeniyle yokeden bir toplum yaftasını Türkiye’nin boynuna takanlar..

Şimdi bunu yapanlar dışardan tepki gelmesini bekleyecekler. Tepki geldikçe de ellerini ovuşturacaklar. Neden mi? O tepkiler üzerinden siyasal milliyetçiliğin yükseleceğini tahmin ettikleri için.

Siyasal milliyetçilik iyice yükselsin, biz de ‘dünyanın bize düşman olduğuna’ hep birlikte inanalım ki..

Kapılar kapansın...

Biz bize kalalım...

Yalnızlaşalım...

Issızlaşalım...

Mezralaşalım...

Ve içerde en güçlü olanın düdüğü eskisi gibi ötmeye devam etsin.

***

Değişimin, dönüşümün önünü kesmek...

Oyunu eskisi gibi sürdürmek ancak burayı dışardan kopartarak mümkün.

Bunun için Kıbrıs’ı denediler olmadı..

Bunun için Kürt meselesini kaşıdılar tutmadı... Son kozları şimdi Ermeni kartı..

***

Ahmet Samim’den Hrant Dink’e...

Yöntem değişmedi.

Amaç değişmedi.

Başarabilirler mi?

Kıbrıs’ta olmadı...

Kürt sorununda da olmadı...

Tuzağa düşmezsek şimdi de olmaz.

Star, 20.1.2007

Mehmet ALTAN

21.01.2007


 

301 cinayeti

301. madde, bugüne kadar Türkiye’ye verdiği zararlara, dünya çapında yankılanacak bir cinayeti de eklemiş oldu.

Hırant Dink’in korkunç bir cinayete kurban gittiğini duyduğum anda çok sarsıldım ve birçok düşünce üşüştü kafama.

Hrant Dink’in kaybının acısı, Türkiye’nin geleceğine ilişkin duyduğum kaygılara karıştı.

2007’nin karışık bir yıl olacağı, Türkiye’nin şiddete karşı bağışıklık sisteminin zayıfladığı ve kışkırtmalara açık hale geldiği biliniyordu.

Ve dost sohbetlerinde hep yakın döneme ait kaygılar dile getiriliyordu.

Ne yazık ki bu karamsar tahminler gerçekleşti ve Hrant Dink cinayetiyle Türkiye yeni ve tehlikeli bir döneme girdi.

Aklıma ilk gelenler bunlardı.

İkinci olarak “Bu olay en çok kime yarar sağladı?” sorusunu sordum kendi kendime. Ve bu dedektif sorusuna “Ermeni diasporası!” cevabını verdim.

Soykırım tasarılarının bütün dünyada kabul edildiği ve Amerikan kongresinde de tartışılmaya başlandığı bir sırada bu cinayet, Türklerin yalnız tarihte değil bugün de Ermenileri öldürdüğünü gösteren bir sembol olarak algılanacaktı.

Yarının New York, Paris, Londra gazete başlıklarını görür gibi oldum.

Hrant Dink’i katleden caniler eğer “Türklüğü korumak” adına davrandıklarını sandılarsa, bilsinler ki Türkiye’ye en ağır zararı vermiş oldular.

Daha sonra 301. maddeyi düşündüm. Ceza Kanununun şu ünlü 301. maddesini ve bunun değişmesi için verdiğim umarsız çabaları.

Hırant Dink 301. Maddeyle yargılandığı ve kamuoyunun karşısına “Türklüğü aşağılayan Ermeni” olarak çıkarıldığı, hedef gösterildiği için öldürüldü.

Ve böylece “Türklüğü korumak” için çıkarılan ve savunulan 301. madde, bugüne kadar Türkiye’ye verdiği zararlara, dünya çapında yankılanacak bir cinayeti de eklemiş oldu.

Daha ortada yargılamalar ve bunların yaralayıcı sonuçları yokken, Meclis’te bir değişiklik önergesi vermiş ve ilgili bakanlarla, özellikle de Adalet Bakanı’yla görüşüp bu maddenin içerdiği tehlikeleri tek tek anlatmıştım.

En son sözüm şuydu: “Yarın nasıl olsa Avrupa Birliği baskısıyla bunu değiştireceksiniz. Gelin bunu kendi irademizle ve kimsenin canı yanmadan değiştirelim.”

Ne yazık ki verdiğimiz değişiklik önergesi Adalet Komisyonu’nun dosyaları arasında hâlâ bekliyor.

Ama başbakan bunca olay olduktan sonra bu maddenin değişebileceğini açıklıyor.

Yani Basra harab olduktan sonra çare aranıyor.

Hrant Dink cinayeti de 301 faciasının en acı sonuçlarından birisi.

Şimdi yapılması gereken şey; halkın, basının, siyasetin ve sivil toplumun bu cinayete duyduğu tepkiyi çok etkili bir biçimde göstermesi ve cinayeti lanetlemesi.

Yazıyı bitirirken Hrant Dink’in ailesine sabır ve Türkiye’ye uluslararası kamuoyu karşısında şans diliyorum.

Vatan, 20.1.2007

Zülfü LİVANELİ

21.01.2007


 

En büyük destek

Artık “Gece Yarısı Ekspresi”ne ihtiyaç var mı?!

Diasporanın Sylvester Stallone’u “Musa Dağı’nda Kırk Gün” adlı propaganda filminde oynatmasına da pek ihtiyaç kalmadı!

Türkiye, bu çağda, Trabzon’da Rahip Andrea Santoro’nun öldürüldüğü bir ülkedir!

Ilımlı Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürüldüğü bir ülkedir!

Yazarların yargılandığı bir ülkedir!

Yargılamalarda öfkeli, nefret kusan, saldırgan gösterilerin yapıldığı bir ülkedir!

Bu tür kareleri bir araya getirin ve siz söyleyin: Bizim bu yaptıklarımız “Gece Yarısı Ekspresi”nden daha mı az ülkemize zarar veriyor!

Bizim yarattığımız bu tablo, Batı parlamentolarındaki “soykırım” yasalarına en büyük destektir!

Onun için “Dink’e sıkılan kurşunlar Türkiye’ye sıkıldı” diyorum!

Milliyet, 20.1.2007

Taha AKYOL

21.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004