ABD’deki Princeton Üniversitesi Yakındoğu Araştırmaları Bölümü’nde öğretim üyesi ve bölüm başkanı olan Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun geçenlerde bir kitabı yayımlandı, Türkiye’de. Hanioğlu ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Zihniyet, Siyaset ve Tarih’ (Bağlam Yayınları) başlığını taşıyan kitabında belirttiği dönemler içinde toplumsal ve siyasal planda çok etkili olmuş çeşitli konu, olgu ve kavramlar hakkında son derecede önemli gözlemlerde bulunuyor ve çözümlemeler yapıyor.
Kitap yakın geçmişimizin ve tarihimizin algılanması açısından olduğu kadar bugün tartışılan sorunların tarihsel zihinsel kökenlerini kavramak açısından da üstünde durulması, düşünülmesi gereken saptamalar içeriyor. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi ve geçen yıl Princeton’da Hanioğlu’yla aynı bölümde bulunan Doç. Dr. Hasan Bülent Kahraman kitaptan hareket ederek çeşitli konular hakkında görüştü.
* Şuradan başlayalım: Kitabınızın bir çok yerinde Türkiye’nin sui generis, mutlak manada kendisine özgü bir toplum olmadığını belirtiyorsunuz. Oysa özellikle siyasal tartışmalarda Türkiye’nin tam da böyle bir özelliğe sahip olduğu vurgulanır. Bu iddia nereden kaynaklanıyor, gerçekliği nedir ve siz kendi yaklaşımızını nereye oturtuyorsunuz?
Bir toplumun sui generis olduğu savının varsayımlarından en önemlisi o toplumun idaresinin de kendine özgü olmasının gerekli olduğudur. Nitekim bu tez, Türkiye’de demokrasinin belirli kısıtlamalar dahilinde uygulanmasının zorunlu olduğu fikri arka planında savunulmaktadır. Bu tezin müdafiilerinin aynı zamanda kendi merkezli, içine kapanmış, kuşatılmışlık psikolojisi içinde yaşayan bir toplum özlemi içinde olmaları da tesadüfi değildir. Halbuki Türkiye’nin hiçbir meselesi sui generis değildir. Bu sorunlara özgünlükler seviyesinde değil de onların ait oldukları kavramsal sınıflamalar düzeyinde baktığımızda bunu görmek zor değildir. Zaten böyle bakıldığında her hususiyeti kendine özgü, diğerleriyle hiçbir benzerlik göstermeyen bir insan topluluğu da yoktur. Mesela etnik ayrılıkçılık sorunu pek çok toplumun temel meselelerinden birisidir; din-devlet ilişkileriyle egemen dini değerler karşısında diğer inanç sistemlerinin nasıl korunabileceğinin sorun olmadığı ülke yok gibidir; çok sayıda üçüncü dünya memleketinde silahlı kuvvetler modernleşmenin motor gücünü oluşturmuş olduğundan siyaset üzerinde belirleyiciliğe sahip olmak istemektedir ve bölgelerarası iktisadi gelişim farklılıklarına sahip olmayan bir yapı bulmak oldukça zordur.
* Acaba bu olguyu ‘biz bize benzeriz’ mantığıyla bütünleştirebilir miyiz ve kitabın birçok yerinde çok yetkin biçimde ele alınan bir diğer sorunsal olan ‘devlet aklı’ veya ‘hikmet-i hükümet’ yaklaşımının bu olguyla doğrudan bir ilkişkisi vardır denebilir mi? Özellikle demokrasi bağlamında bakınca bu kavramı kendisine ait tarihsel kapsamla nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek tabii yukarıda da belirttiğim gibi toplumumuzun hem demokratik olup hem de “devlet aklı’ rehberliğinde ‘hikmet-i hükümet’ gereklerine uygun olarak yönetilmesinin uygun olacağının düşünülebilmesinin nedeni budur. Toplumumuzda nasıl olup da sosyologların ‘darbelerin, siyaseti eğitme işlevi icra ettiğini’ ileri sürebildikleri de ancak bu bağlantı göz önüne alındığında anlaşılabilir. (Muhtemelen bundan sonraki darbeyle siyasetimiz doktora tezini verip eğitim sürecini ikmal edecektir.) Bu tür fikirleri cehalet ya da egzantriklik ürünleri olarak mütalaa etmek kanaatimce doğru değildir. Böylesi tezlerin entelektüel olarak tavsifi mümkün olmayan ancak toplumumuzun entelektüel tartışmasını belirleme iddiasıyla ortaya çıkan literati tarafından savunulması sözkonusu yaklaşımların, farkında olunmadan, ne denli içselleştirildiğini bize gösterir.
Yukarıda belirttiğimiz bağdaştırmada sorun görüldüğünde darbe savunuculuğundan siyasi katılım ve demokrasinin ‘karşıdevrim’ olarak yorumlanmasına varan yaklaşımlar benimsenebilmektedir. Son zamanlarda sıklıkla vurgulanan ‘cumhuriyet-demokrasi’ çatışması tezi ve demokrasinin gereğinde feda edilmesi gereken bir alt değer olduğu fikri de bunun ürünüdür.
* Türkiye’nin Tanzimat’tan beri devam eden bir kimlik sorunu olduğu öteden beri söylenir ve sürekli olarak tekrarlanır. 21. yüzyılda bu kavramın geldiği yer sizce neresidir? Özellikle kitapta değindiğiniz üstkimlikler kavramı etrafında bu sorunu ele alabilir misiniz?
Türkiye’de karşımıza çıkan iki farklı kimlik sorunu bulunuyor. Bunlardan birincisi Tanzimat sonrasında içine girdiğimiz ve Cumhuriyet ile ivme kazanan kimlik sorunu, ki Batı ile yaşadığımız aşk-nefret ilişkisi de bunun tabii bir neticesidir. Bunun günümüzde aldığı biçim kendini ancak ‘ötekileştirerek’ anlayabilmektir. Nitekim kitapta da ele alınan İslâmi Kalvinistler tartışması bu yaklaşımın ürünüdür. Karşımıza çıkan ikinci kimlik meselesi ise tıpkı Tanzimat sonrası yaratılan yeni ‘Osmanlı’ kimliği gibi buna dayanılarak üretilen ve Cumhuriyet sonrasında benimsettirilmeye çalışılan yeni üst kimliğin toplumun bazı kesimlerince içselleştirilmemesi hatta bir Türkleştirme projesi olarak reddedilmesidir. Genellikle varsayıldığının aksine bir üst kimliğin kapsayıcı, herkese açık olması bunun benimsenmesi için (gerekli olmakla birlikte) yeterli değildir. Zaten Osmanlı son dönem tarihi de bu alandaki mücadele ve başarısızlığın tarihidir. Böylesi bir laboratuvara sahip olan bir toplumun bu alanda yeni siyasetler üretmesi zorunludur.
* Kimlik tartışmalarının Türkiye’deki bir uzantısı laiklik ve türban tartışmaları. Kitabınızın en önemli temalarından birisi olan modernleşme ve pozitivizm ve nihayet kamusal alan çerçevesinde bu sorunu biraz açar mısınız?
Türk modernleşmesi, modernliğin en önemli niteliği olan şüpheciliği (scepticism) reddederek kendisine ‘tarihin gidişini değiştirme misyonu’ yükleyen otoriter ve baskıcı bir harekettir. Bu hareket bilimciliği (scientism) merkezine yerleştirmiş ve 19. asır Alman vülger materyalizmiyle, pozitivizmin Littré tarafından yapılan yorumu ve 18. asır materyalizmini (bilhassa d’Holbach’ın tezlerini) birleştirerek yarattığı dünya görüşü çerçevesinde toplumu dinin ‘zararlı’ etkilerinden kurtarmayı temel hedefi olarak görmüştür. Bu nedenle böylesi bir bilimci- materyalist temele dayanan Türk modernleşmesi ve onu esas alan Türk resmi ideolojisi her türlü dindarlığa tedavisi gereken bir hastalık olarak yaklaşmaktadır. Bu teze göre modernlik ile dindarlığın bağdaştırılması mümkün değildir ya da bu ancak dinin kendi tezleri çerçevesinde yeniden ıslahı sonrasında gerçekleşebilir. (Yâni gelenek modernliğe cevap veremez fakat modernlik tarafından yeniden inşa edilebilinir.) Türban takılması ise bu nedenle modernlikle bağdaşamayacak bir yaklaşım olarak görülmektedir. Bu modernleşme tezi kendine atfettiği ‘aydınlatmacılığın’ bu tür modernlikle bağdaşamayan hastalıkları tedavi eden bir şua tedavisi olarak kullanılacağını savunmaktadır. Tabii bunun yanı sıra resmi ideolojiyi benimseyen Türk seçkinlerinin bir bölümü de yaşadıkları ve yukarıda değindiğimiz kimlik bunalımı nedeniyle toplumda yaygın kabul gören inanç ve gelenekleri anlamlandırabilmekte güçlük çekmektedirler. Şüpheciliği reddeden Türk modernliği karakuşi ancak kategorik ‘doğru-yanlış/çağdaş-çağdışı’ benzeri sınıflamalar yaratarak özgürleştirme işlevi ifa ettiğini düşündüğünden uyguladığı yasakçılığın özgürlük sorunu yaratmayacağını varsaymaktadır. Mesela, bu otoriter modernlik yaklaşımı genç kızları ikna odalarında başlarını açmaya zorlamayı bir insan hakları ve inanç hürriyeti ihlâli değil ‘özgürleştirme’ eylemi olarak mütalaa etmektedir. Kamu alanı ise Türk resmi ideolojisi tarafından yeniden yorumlanarak anlaşılması pek de kolay olamayan bir kavram halinde sokulmuştur. ‘Zabıtanın kimlik sorduğu her yerin kamu alanı olduğu,’ ‘kamu personelinin özel alanlarının olamayacağı’ benzeri tezlerle ortaya konulan sahanın kapsamının ne olduğunu anlamak pek de kolay değildir. Bunlara ek olarak kamu alanının avamı dışlayıcı, âdeta Osmanlı askeri-re’aya ayrımını vurgulayan bir çerçevede tanımlandığı da gözden uzak tutulmamalıdır.
* Türkiye’nin son zamanlarda en yoğun biçimde tartıştığı bir başka sorun da tarih ve tarihyazıcılığı. Kemalizm, Ermeni sorunu gibi tartışmalar da bu açıdan bakılarak yapılıyor ve gelişiyor. Siz, kitapta, ‘mükemmel tarih yaratma tutkusu’, ‘altın çağcılık’ gibi yazılarda bu olguyu irdeliyorsunuz. Aynı süreç CHP tarihini de özgül biçimde kavrıyor. Burada da aynı soruna son dönemde ortaya çıkan ve sizin neo-Cumhuriyetçilik dediğiniz temelede bir daha dönebilir misiniz?
Neo-Cumhuriyetçilik ya da ‘ulusalcılık’ anakronizm temeline dayanan bir hareket olduğu için sadece ‘mükemmel tarih’ yaratmakla kalmıyor, bu mükemmel tarihi, geçmiş olmaktan çıkartarak güncelin parçası haline getiriyor. Nitekim bu hareket Türkiye-AB ilişkilerine güncel değil İstiklâl Harbi koşullarınında gerçekleşen bir gelişme, dış ilişkilerde farklı açılımları savunanlara yerli işbirlikçiler, bu görüşleri dile getiren gazetecilere ‘Mütareke Basını mensupları’ olarak yaklaşıyor. Bunları söylerken yirmibirinci asırda Kuva-yı Milliye hareketi örgütleyen bir harekete toplumumuzda gereğinden fazla ehemmiyet verildiğini ifade etmek isterim. Bu hareket entelektüel tartışmayı belirleme iddiasıyla ortaya çıkan literati arasında bulduğu destek nedeniyle olduğundan daha büyük göründüğü gibi (bu görüşü savunan siyasi partilerin aldıkları oy oranı bize bu alanda daha iyi bir fikir verebilir) savunduğu tezlerin ne denli anakronik oldukları da pek vurgulanmıyor.
* Türkiye’de son dönemde çok ilgi toplayan ve yeni bir toplumsal bölünmeye yol açan Ermeni sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soruna benimsediğimiz ‘mükemmel tarihe uyumluluk’ paradigmasını dışına çıkarak yaklaşmamız gerekli. Meseleye bu zaviyeden yaklaşan, siyaset olarak da ‘tarihi tarihçilere bırakalım’ benzeri bir tezin ötesinde bir şey üretemeyen bir toplum ortada neden bir sorun olduğunu dahi anlayamamaktadır. Mükemmel tarih yaklaşımının önemli bir zaafı, geçmişle hesaplaşmayı reddetmesi, daha doğrusu bunu kendi mükemmellik yorumu çerçevesinde bir kavgaya dönüştürmesidir. Tarihe bakış açımızı değiştiremediğimiz sürece bu konuda ciddi bir siyaset üretebilmemize imkân yoktur. Bu aynı zamanda meseleye neden hep ‘tehdit,’ ‘ihanet’ benzeri paradigmalarla yaklaştığımızı da anlayabilmemize yardımcı olmaktadır. Günümüzde bu paragdigmalar çerçevesinde İttihad ve Terakki söyleminin dahi ötesine giden bir retorik geliştirmemizin temel nedeni o dönemde güncel nitelik arzeden bir meselenin günümüzde ‘mükemmel tarih’imiz ile eklemleştirilmesidir.
* Bütün bunlarla birlikte baktığınızda Türkiye’nin 21. yüzyıl için hangi nirengi noktalarını saptıyor ve gene Türkiye için nelere isnat eden, etmesi gereken bir gelecek tasarlıyorsunuz? O geleceği sağlamanın araçları neler olacaktır?
Türkiye 21. asırda resmi ideolojisini, modernlik anlayışını, özgünlük yorumunu, tarihe bakış açısını yeniden tanımlamak, rejiminin temel niteliklerini toplumsal bir uzlaşma çerçevesinde yeniden yorumlamak zorundadır. Bunu yapmayan bir Türkiye’nin toplumsal huzura kavuşması ve içinde yaşadığı dünyaya uyum sağlaması son derece zordur. 19. asır vülger materyalizmi ve bilimciliğini merkezine yerleştirmiş bir modernlik anlayışıyla dünyaya bakan, devlet-birey ilişkilerinin temelde ‘aydınlatma-aydınlanma’ zaviyesinde ele alındığı bir yapının günümüzde toplumsal huzur içinde yaşamasının imkânı yoktur. Aynı şekilde meselelerimizin sui generis değil her toplumda karşılaşılan türden sorunlar olduğunu kabul etmediğimiz sürece Türkiye’nin sınırları dar bir demokrasi çerçevesinde yönetilmesinin önüne geçebilmek mümkün değildir. Bu çerçevede tarihle ilişkimizin de ‘mükemmelleştirilmiş tarih’ öğretisi çerçevesinde geçmişle kavga ya da onu güncelin parçası haline getirme zemininden çıkarılması gerekir. Saydıklarımızın ciddi açılımlar ve yaklaşım değişiklikleri gerektirdiği şüphesizdir. Ben günümüz Türk toplumunun bunu gerçekleştirecek entelektüel birikime sahip olduğunu düşünüyorum.
Radikal, 3.1.2007
|