Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Askerin siyasî rolü niye azalmıyor?

Subayların büyük çoğunluğu dar bir Kemalizm yorumunu özgürlükçü ve çoğulcu demokratik ilkelerle bağdaştırmakta güçlük çekiyor.

Ankara Üniversitesi Kamu Hukuku Profesörü Mithat Sancar, geçenlerde Neşe Düzel’e verdiği mülakatta şu tespitlerde bulunuyordu: AB reformlarıyla ordunun siyasi rolünün yasal temelleri büyük ölçüde ortadan kalktı, fakat bu rol pratikte azalmadı.

TSK’nın şimdilerde izlediği strateji, iktidardan duyduğu rahatsızlığı kamuoyu önünde açıkça dile getirmek. Generaller talimat verircesine konuşup sadece hükümeti değil ilgili kuruluşları da uyarıyorlar. Türkiye’de ordunun öyle güçlü bir yeri var ki, Genelkurmay “Ben özerkim, Cumhuriyet’in bekçisiyim, kollayıcısıyım. Bağımsız bir devlet gücü olarak izlenecek politikaları ben belirler ve dayatırım” demekte. (Radikal, 18 Aralık)

Ordunun siyasi rolü niye azalmıyor? Yabancı akademisyen ve gazetecilerin sık muhatap olduğum sorularından biri de bu. Bu durumu açıklayan kuşkusuz birçok etken var. Ama bunların başta geleni, subayların politik kültürü, yani aralarında yaygın olan siyasi değerler olmalı. Askeri okullarda verilen eğitimin subaylara kendilerini devletin sahibi ve rejimin bekçisi olarak görmelerini telkin ettiği muhakkak. Subayların büyük çoğunluğunun dar bir Kemalizm yorumunu, yani “merkeziyetçi yönetim, tekkültürlü toplum ve otoriter laiklik” anlayışını paylaştıkları ve bunu özgürlükçü ve çoğulcu demokratik ilkelerle bağdaştırmakta güçlük çektikleri söylenebilir. Askerler arasında dış tehditlere karşı ülke bütünlüğünün, iç tehditlere karşı kurulu düzenin yasak, baskı ve silah zoruyla savunulmasını öngören militarist bir “güvenlik” anlayışının ağır bastığı; bu anlayışın üniversiteler ve araştırma kuruluşları aracılığıyla sivil topluma da yayılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu anlayış, yurttaşların refahını ve özgürlüğünü esas alan çağdaş güvenlik kavramıyla bağdaşmamaktadır.

Askerlerin siyasi bir rol oynamaktaki kararlılıklarının, sivil demokratik denetim ve gözetim fikrine tepki göstermelerinin bir önemli nedeni de sahip oldukları ayrıcalıkları korumak olabilir. Ne var ki askerlerin siyasi rolünün devamında toplumun azımsanmayacak bir kesiminin bu yöndeki beklentilerinin payı görmezden gelinemez. İslamcı kökleri olan bir siyasi partinin iktidara gelmesiyle “yaşam tarzları”nın tehdit altında kaldığını ya da kalacağını düşünen kesimler, seçilmişlerin iktidarının atanmışların yetkileriyle dengelenip denetlenmesini desteklemektedir.

Son yıllarda alışılmışın aksine, aşağıdan yukarıya yükselen, otoriter özellikleriyle birlikte bir tür sivil “Kemalizm”in kendini hissettirdiği de muhakkak. Bu yükseliş için Esra Özyürek’in “Nostalgia for the Modern / Modernlik Nostaljisi”, (Duke University Press, 2006) başlıklı kitabına bakılabilir. CHP’nin seçim umutlarını büyük ölçüde bu yükselişe bağladığı görülmektedir. Aralarındaki rekabetin sivil politikacıların (gerçekte son derece rahatsız oldukları) askerin siyasi rolüne son vermek için gerekli mutabakata varmalarını engellediği söylenebilir.

PKK tehdidinin, Ortadoğu’daki çeşitli istikrarsızlıkların, ordunun siyasi rolünü korumasına yardımcı olduğu muhakkaktır. Bu rolün kısıtlanmasında AB süreci bir rol oynamışsa da, korunmasında dışarıdan, Batı’dan gelen ters yönde etkilerin de payı vardır. Aksi takdirde Türkiye’nin “laik” niteliğini yitirerek Batı dünyasından uzaklaşacağı inancında olan Batılı çevreler, Türkiye’de ordunun siyasi rolüne destek vermektedir. Fransa ve Almanya’da kimi muhafazakar çevreler AB’yi, katılım sürecinin Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırabileceği konusunda uyarmaktadır. ABD’de neo_muhafazakar (neocon) çevrelerin, Türkiye’nin ABD ve İsrail’den uzaklaşmasının önlenmesi için askerin siyasi rolüne verdikleri desteğin, askeri müdahale kışkırtıcılığına kadar uzandığı görülmektedir.

Bütün bunlar askerlerin de Türkiye toplumunun bir parçası olduğu, insan hakları, özgürlük ve demokrasi fikri yaygınlaştıkça ve yerleştikçe aralarında bu değerlere sahip olanların giderek yayılmakta olduğu ve bu eğilimin giderek güçleneceği gerçeğini değiştirmiyor.

Zaman, 23.12.2006

Şahin ALPAY

24.12.2006


 

Mahcup bir 28 Şubat havası

Merkez medyanın, daha doğrusu onun amiral gemisinin ahvali bu…

Şuna benzer cümleleri bu sütunda sık okursunuz:

İktidar kavgalarını azdıran ve iktidar kavgalarıyla azan ağır bunalımın neden ve sonuçlarını zaman faktörünün etkisiyle daha iyi anlamamız gerekirken, tersi oluyor. Sonuçları neden ilan ettikçe, çözümü sonuçlar çerçevesinde zorluyor, kaçınılmaz olarak iktidar kavgalarını yüceltiyor, onlara taraf oluyoruz.

Tıpkı bugün olduğu gibi…

Konya’daki “İslami tehlike teması”nı allayıp pullama niyetindeki hasta-doktor haberi, buna benzer onlarca haberle birlikte merkez medyada oluşan mahçup 28 Şubat havası, kimilerinin el bombası olmaya hazır yayın yönetmenleri, yazarlar, kurgu üstadı araştırmacı-haberci-gazeteciler, iktidarı yıpratma haberlerinin revaçta olduğu bir dönemin başlaması…

Merkez medyanın, daha doğrusu onun amiral gemisinin ahvali bu…

Neden?

Neden artık gizlenemeyecek kadar açık…

Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını engellemek, AK Parti’nin yıpranmasını sağlamak… Ve en önemlisi asker-sivil arasında çıkacak muhtemel gerginlikte asker cenahında konuşlanarak, şimdiden o cephe için malzeme toplamak, siper kazmak, hatta savaşa meşruiyet sağlayacak öncü küçük saldırılar düzenlemek…

Ve ona alkış tutan, inanan devasa bir kalabalık…

Vahim ama gerçek…

Bu ülke ıspanaktan yağ çıkarmayı bilir… Olmadık yerde sorun ve kriz üretir…

Siyasetin ve devletin boyundurluğundan kurtulamaz, aktörleri bu boyundurluktan kurtulmak için hiç adım atmaz… Aydını, yazarı, çizeri bile kendisine sunulan kamplardan birisinde yer almakla yetinir…

Şüphe, tehlike, güvensizlik…

Bu üçlü üzerine kurulu bir siyasi algı dünyasının içinde yüzeriz…

Nitekim cumhurbaşkanlığı krizi, basın üzerinden seçimlerden aylar önce çıktı, çıkarıldı…

Ve hep beraber bu krizin aktörleri haline geliyoruz…

Ama bilin ki sorun daha derinde…

Değişimin yerleşik yönetim modelini, yerleşik büyüme modelini, yerleşik iktidar ilişkilerini, siyasi ve toplumsal ittifakları, toplumsal tabakalaşmayı altüst ettiği bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Bu, dünden bugüne pek değişmedi…

90’ların son iki yılı, bir açıdan bakınca değişimin yarattığı yeni aktörlerle eski aktörler arasındaki rant kavgasına, biraz derine inince yönetemeyen siyasetin ve devletin yaşadığı krize tanıklık etti.

Toplumun sağlık, eğitim sorunlarını, ekonomik ve kültürel taleplerini, hatta ihtiyaçlarını bile kuşatamayan; kuşatamadıkça toplumsal krizi azdıran ve ondan etkilenen bir “yönetim krizi”ne işaret etti.

Sorun, kriz ve garip ruh halimiz bugün de bu yüzden alabildiğine sürüyor.

Bu yüzden olmadık yerlerde olmadık krizler karşımıza çıkıyor…

Malum: Değişimi kuşatamayan, uyum sağlayamayan, değişimi yönetemeyen önce otoriter yola girer. Ardından otoriter tercih, yönetim cihazını ve kurumlarını hırpalamaya başlar.

Yönetim kuralları işlev görmez hale gelince; mafyadan faili meçhul cinayetlere, ihalelerden özelleştirmelere uzanan, siyaset dışı müdahaleleri meşrulaştıran, yasaları, kuralları, gelenekleri delen “fiili durumlar”ın doğması kaçınılmaz olur.

Asıl vahamet; ikame edilen kurum ve yöntemlerin altan alta meşruluk kazanmaya başlamasıdır.

Bu durumda, varılan nokta ikili bir meşruiyet sisteminin, bir “kaos” halinin doğmasıdır.

Bu durum sadece ülkedeki siyasi istikrarsızların perde arkasını oluşturmuyor.

İçe dönük iktidar kavgaları yerleşik kurumların meşruiyetini de zedeliyor.

Yol böyle devam edeceğe benziyor…

Ve yine aynı filmin aynı kareleri görüyoruz…

Yeni Şafak, 23.12.2006

Ali BAYRAMOĞLU

24.12.2006


 

Türkmenbaşı altın heykelini beraberinde götüremedi

Saparmurat hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadı. 12 metrelik altın heykelini bile diktirtti.

Saparmurat Niyazov, birdenbire ölüverdi. İslâmiyet’te güzel bir söz vardır: “Hiç ölmeyecek gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et.”

Saparmurat ise hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadı. 12 metrelik altın heykelini bile diktirtti. Kendisine, herhalde Atatürk’ten ilham alarak Türkmenbaşı ismini verdi. Aynı zamanda, Ocak ayını da Türkmenbaşı olarak isimlendirdi. 4’üncü aya, annesinden esinlenerek Kurbansultan dedi. Gazetelerden okuduğumuza göre, doktorların Hipokrat Yemini’ni bırakarak, şahsına yemin etmelerini bile istedi. Diktatörlüğünü yerleştirmek üzere, “Ruhname” isimli bir kitap yayımladı. Bu kitapta, “Hiçbir demokrasi bizimkinden iyi olamaz” düşüncesini savundu; yeni bir ideoloji yerleştirmeye çalıştı. Türkmenlerin böyle bir diktatörü sevdiğini hiç sanmam. Ama, içlerine bir ateş düşmüştür muhakkak. “Babasız” kalmanın korkusunu yaşıyorlardır. Ekseriya demokrasi olmayan ülkelerde görülür bu gibi endişeler. “Babamız ölünce biz ne yaparız” kaygısı. Alternatifsizlik, Türkmenleri yeni bir diktatöre itaat etmeye sevk edecek herhalde.

Dünyanın en büyük doğalgaz üreticilerinden biri olan bu ülkede, “Aman kargaşa doğmasın” diye, birçok devlet “Düzen aynı şekilde devam etsin” görüşünü benimseyecektir. Niyazov, 27 Ekim 1990’da Türkmenistan’ın ilk cumhurbaşkanı oldu. Toplumun henüz demokrasiye hazır olmadığı gibi sık sık kullanılan malûm bir gerekçeyle, kendisini “Türklüğün Parlak Uldızı” ilan etti.

Kaleme aldığı şiiri, nasıl bir rejim kurduğunun işaretlerini veriyor:

“Ben Türkmen ruhuyum / Size altın çağı getirmek için yeniden doğdum / Ben sizin kurtarıcınızım / Dostlarımı bağrıma basarım / Düşmanlarıma acımasızım / Benim bakışlarım keskindir / Her şeyi görürüm / Bir yerde sinek uçsa bilirim / İyilik de yapsanız, kötülük de / İkisini de görürüm gözlerimle”

Zenginliği ve kudretiyle Saparmurat Niyazov, belki de ölümsüz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama işte ölüverdi. Onu, Yunus Emre’nin bir şiiriyle yolcu ediyoruz:

“Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan / Gel biraz da sen oyalan”

Takvim, 23.12.2006

Nazlı ILICAK

24.12.2006


 

Merkezdeki boşluk

Ağar, partisini iktidara gerçek alternatif olarak görüyor ve genel seçimde CHP’nin önünde ikinci parti olabileceğine de inanıyor.

İktidar partisi hedeflerini kaybetmiş, yorgun. Ana muhalefet partisi kendisini radikal sağa çeken siyasetlerle ve laiklikle ilgili kaygıları tırmandırarak ayakta durmaya çalışıyor. Siyasette büyük bir boşluk yaşanıyor ve asıl sorunlar tartışılmıyor.

Bu boşluğu kim dolduracaktır?

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar günlük ve gerilimi artırıcı bir üslup kullanmamaya özen göstererek, merkezde oluşan büyük boşluğu dolduracak politikalar üretmeye çalışıyor.

Bunlardan en önemlisi “dağda silahla dolaşacaklarına ovaya inip siyaset yapsınlar” sözüyle özetlediği bir “teröre son” programıdır.

Kürt sorunu ve terör, halen Türkiye’nin en önemli meselesidir. Bütün vatandaşlarımız, Kürt kökenli Türkler de dahil, artık kalıcı bir barış ortamı istediklerini açık açık söylüyor. Bu sorun sadece Türkiye’yi içerde sıkıntılara sokmuyor, dünyadan Türkiye’ye yönelik bakışları da çok fazla etkiliyor.

Mehmet Ağar bu noktada doğru soruyu soruyor: En önemli sorununu bunca yıl çözememiş bir ülke ve devlet dünyaya nasıl güven verebilir?

Türkiye artık bu sorunu çözmek zorundadır.

AKP ve CHP’ye bakıldığındaysa, her iki partinin ve sözcülerinin, PKK’nın ateşkes ilanıyla birlikte bu sorun ortadan kalkmış gibi davrandıkları görülüyor.

***

Mehmet Ağar’ın yakın geleceğimizle ilgili kesin tespitlerinden biri de Avrupa Birliği süreciyle ilgilidir. Birçoğumuzun yaptığı basit gözlemi yapıyor:

Avrupa Birliği üyesi olma yolunda ilerlediğine inanılan ülkelere olağanüstü bir yabancı sermaye akışı olmuştur.

Türkiye de ekonomik atılımını gerçekleştirmek için bu hatta hızlı hareket etmek, dünyaya güven verecek reformları gecikmeden gerçekleştirmek durumundadır.

Mehmet Ağar, içerde gerilim yaratan laik-anti laik çatışmasıyla ilgili olarak da özetle şunu söylüyor:

Böyle bir çatışma, bundan medet umanlar tarafından suni olarak çıkarılmıştır, Türk halkı bütün kesimleriyle birlikte yaşayabilecek bir “laik cumhuriyet” olgunluğuna sahiptir.

***

Üç temel konuda Mehmet Ağar DYP’nin pozisyonlarını böyle açıklıyor. Bunlar, büyük siyasi buluşlar değil. Günümüz Türkiye’sine ve dünyaya, ormanın bütünün görerek ve akıl gözüyle bakanlar aynı şeyleri söyleyecektir, söylüyor.

Mehmet Ağar, partisini iktidara gerçek alternatif olarak görüyor ve genel seçimde CHP’nin önünde ikinci parti olabileceğine de inanıyor. Ağar’ın mesajlarının yerine ulaşması mümkün olursa bu öyle uzak bir olasılık değildir.

DYP, merkezdeki geniş boşluğa aday olduğunu gösteren politikalar üretebildiğinde “en iyi ikinci” arayanları da kendine çekme başarısını gösterebilir.

Vatan, 23.12.2006

Okay GÖNENSİN

24.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004