Her insan yeryüzüne gelişinden itibaren doğrunun ve doğruluğun arayışı içine girer. Çünkü fıtratın gereği olan hal doğruluktur. Asıllar ve özler hep doğruya ve güzele dayanır. Çirkinlikler ve sapkınlıklar fıtratın bozulması ve özden uzaklaşma neticesinde ortaya çıkar. Her şeyin aslı Alemlerin Rabbi'nin bir ismine dayandığı için güzeldir. Çünkü esma hüsnadır. Bu anlamda hayat bir asla dönüş sürecidir ve özü bulma arayışı içinde geçer.
Tüm insanlık doğrunun arayışı içinde. Varlığı anlamlandırma ve hayata farklı açıdan bakabilme anlamında çeşit çeşit kültür ve inançlar asla uygun olarak temellendirildiğinde ilâhî mesajın anlaşılmasında ve algılanmasındaki farklılıklar ve zenginlikler haline dönüşecekler. İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık âlemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında, ferdin varlık âleminin içinde şekillenen doğrular, hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekânın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık âleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlâs ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır.
Günümüzün en temel problemlerinden biri, belki de maddî âlemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle, çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde doğruluk en merkezi konumdaki değerler ve kavramlardan olmalıdır. Bu, kâinatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı, hiç bir ifade ve insanî hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır. Bu asrın önemli ihtiyaçlarından biri de farklı bakış açılarının doğrularını ya da doğrunun farklı bakış açılarından görünümlerini aynı zeminde toplayabilmek ve insanlığın selâmeti için ahenkli bir birliktelik oluşturabilmektir. Tevhid hakikatinin sosyal yansıması olacak bu tablo için en uygun zemin Risâle-i Nur olmalıdır. Tevhid hakikatini asra taşıyan bu eserler aynı zamanda bir tevhid zemini olmuştur
Risâle-i Nur'un, Kur'ân, Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur'ân medeniyetini ihya edecek bir kaynak ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz. Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz. Buna inanmayanları itham hakkımız olduğunu da düşünmüyoruz. Ancak günümüz insanının ihtiyaçları doğrultusunda mantık, belâgat, usül ve kelâm gibi ilimlerin yanında pek çok fen ilimlerinin hazmedilmiş ve süt şeklinde asrın insanlarına sunulmuş olduğunu düşünüyoruz.
Ezeli Şemsin âleme yansımalarının en parlaklarından olan Risâle-i Nur hakikatlerinin de farklı yansımaları olacaktır. Ancak kaynağa yönelik olmak şartı ile ve esnek bakışlar ile bu farklılıklar algıda ve anlamlardaki zenginlikler olarak hayata zenginlik katacak Külliyatın güzelliğinin farklı açılardan yansımaları ile daha da genişlemesine ve zenginleşmesine hizmet edecektir.
|