|
|
|
AB ile katılım süreci yerine “kriz statükosu”na |
Önceki hafta, Brüksel-Helsinki turu sırasında Helsinki’deyken AB Komisyonu’nun Türkiye’ye ilişkin “tavsiyeleri”ni Olli Rehn’in ağzından öğrenip, vatandaşı Finlandiya Dışişleri Bakanı Erkki Tuomioja ile de konuyu tartıştıktan sonra, zihnimden, “Bunlar eşeği önce kaybettirip, sonra bulduracaklar” düşüncesi geçmişti.
Tuomioja, bizlere, Fin Dönem Başkanlığı’nın Komisyon’un “tavsiyeleri”ni henüz onaylamamış olduğunu belirttikten sonra, 11 Aralık Dışişleri bakanları toplantısından sonra, bu önerilerin Türkiye aleyhine ağırlaşabileceğini de, lehine yumuşayabileceğini de söylemişti. Öneriler, Türkiye’de tepki yaratırken, Kıbrıs Rum tarafı da “yeterli” bulmamış, o neyse, Fransa-Almanya ekseni ve onun eteğindeki Avusturya da, tıpkı Rum tarafının destekçisi Yunanistan gibi “ağırlaştırılması”ndan, Türkiye’ye “yerine getirdin getirdin” türü bir “ültimatom-tarih” verilmesinden yana olmuşlardı.
İngiltere’nin başını çektiği ve İsveç’in de ön planda yer aldığı “AB içinde Türkiye’yi kayıranlar” grubu, ise hafifletme peşindeydi. Chirac-Merkel görüşmesinin, “korktuğumuz” gibi çıkmamasından “pek sevinmiştik.” Bunun ardından, hükümet destekçisi gazetelerin “altın gol” diye aceleci biçimde niteledikleri, Türkiye’nin diplomatik manevrası geldiğinde, daha bir heyecanlandık. Ağlara giden bir top vardı ama bu “altın gol” olmaktan ziyade, doğruya doğrueğriye eğri- “ofsayttan atılan gol”e benziyordu. Yan hakem, golü saydırmak için bayrak kaldırmadıysa da, orta hakem yemedi ve sonuçta, 11 Aralık’ta “Komisyon Tavsiyeleri” beş aşağı beş yukarı kabul edildi. “Eşeği kaybettirip buldurmaktan” kastettiğim budur.
* * *
İşin ilginç tarafı, “altın gol” diye kendi kendimizi aldattığımız “ofsayttan gol” -ama nereden baksanız, diplomatik anlamda, ağlarla buluşan bir gol- Türkiye’nin iç politikasında yeni ve çok kez olduğu gibi “eblehçe” polemiklere ve gerilime neden oldu. Buradaki amaç, her seferinde olduğu gibi “bağcı dövmek” üzerine yoğunlaşmıştı. Ve, çok kişinin fark ettiği gibi Nisan ayındaki “Cumhurbaşkanlığı Meydan Muharebesi” ile ilgiliydi. O günler, Orhan Pamuk ve Nobel konusuyla ilgilenmenin keyfindeydik. Ama, tüm gelişmeleri, bir yandan, dikkatle izlediğim için, AB’ye ilişkin gelişmelerin, sonuç itibarıyla, bir-iki pek de önemli olmayan rötuş ile “KomisyonTavsiyeleri” noktasında AB’nin karşıt taraflarının buluşturulacağını sezdim. İki haftadır süregelen, “eşeği kaybettirip buldurmak” yani AB-içi Türkiye konusundaki ihtilafın “Komisyon Tavsiyeleri”nde buluşmak olacağını görebiliyordum. Yıllar yılı, diplomasi ile hemhal olmuşsanız, bunu kestirebilmek de bir büyük maharet de değildir doğrusu.
Gelinen nokta, AB-içi bir muhtemel krizin aşılmasıdır ama Türkiye-AB ilişkileri krizli noktaya aşamamıştır. Dahası, bu “kriz” tespit edilmiş ve ilişkiler, bir “kriz statükosu” dönemine adım atmıştır. Bu, müzakere sürecinin kopmamış olduğunu yani AB yanlılarının “iman tazeleyebileceği” bir durumu (örneğin Hasan Cemal’de yansıyan yaklaşım böyle) değil, müzakerelerin fiilen duracağı bir sürece girdiğimizi anlatıyor. AB ile palamarlar çözülmemiştir ama AB’ye katılım doğrultusunda ilerlememiz de durmuştur. Geldiğimiz noktada, müzakerelerin - kağıt üzerinde kısmen, fiiliyatta ise tümü itibarıyla- askıya alınmış olduğunu anlamamız gerekiyor.
* * *
AB Dışişleri Bakanları’nın yarın ve öbürgün gün gerçekleşecek Zirve’de pek değişmesi beklenmeyecek ve “Komisyon Tavsiyeleri”ne uyan kararı: 1.Türkiye, Ankara Protokolü’nü uygulayana dek yani Rumlara liman ve havaalanlarını ele alana dek, 8 başlığın müzakeresinin mümkün olmayacağını; 2. Açılacak başlıkların ise aynı şart yerine getirilmedikçe kapanmayacağını bildiriyor. Türkiye için 3 başlığın askıya alınması kabule şayan görülüyordu. Hele, Ankara Protokolü uygulanmadıkça, açılan müzakerelerin kapatılmayacak olması karşısında Türkiye’nin müzakerelere devam hevesi kalmaz.
Bakmayın siz, Tayyip Erdoğan’ın “O zaman Ankara Kriterlerini uygular yolumuza devam ederiz, biz ne yapıyorsak halkımız için gerektiği için yapıyoruz vs.” türü söylemine. AB ile ilişkilerin daha iyi bir raya oturması ihtimali zayıflayınca, 301 bile bir kenara itildi. Türkiye’deki her siyasi ilerlemenin aslında AB endeksli olduğunun çarpıcı bir örneği değil mi bu?
Şimdi, AB “uzmanları”, Türkiye’ye ültimatom niteliği tarih verilmemiş olmasını, AB’nin 2007 Ocak ayı ile birlikte KKTC’ye ambargoların kaldırılması konusuna el atılacağını, Türkiye’nin Ankara Protokolü’nü uyguladığına dair Komisyon’un sunacağı raporda bunu “confirm” etmesi yani “tasdik ettiğini” bildirmesi yerine “verify” etmesi yani “doğruladığını” bildirmesinin, metne girmesini önceki “Komisyon Tavsiyeleri”ne oranla, Türkiye lehine bir metin olduğunu vurgulayacaklar.
Bu “ayrıntılar”a da kulak asmayın. Türkiye-AB ilişkileri bir “kriz statükosu”na girmiştir. Daha kötüsü olmamış olmasına, yani müzakerelerin 8 başlığı yerine tüm başlıkların askıya alınmamış olmasına bakarak, müzakerelerin hepten kopmadığından ötürü memnun olabilirsiniz tabii...
Bugün, 13.12.2006
|
Cengiz ÇANDAR
14.12.2006
|
|
|
Devlet ve siyaset |
Türkiye’de öteden beri ‘politikacı/siyasetçi’ ile ‘devlet adamı’ arasında ayrım yapmak adettendir. Bu gayet bilgilendirici ayrıma göre, Türkiye’de ‘siyaset’ ile ‘devlet işleri’ nitelikleri bakımından birbirinden büsbütün farklı iki etkinlik türüdür. Nitekim, öyle (çok) ‘devlet meseleleri’miz vardır ki, bunlar siyasetin alanına girmez ve siyasetçiler tarafından karara bağlanamazlar. Hepimizin bildiği gibi, bizde bir ‘hükümet politikaları’ vardır bir de ‘devlet politikaları’. Birinciler gelip geçici ve kısmi, buna karşılık ikinciler kalıcı ve milli sayılırlar.
Ancak, burada çok daha önemli olan nokta, bu ayrımın aynı zamanda ahlaki bir hiyerarşi fikrini de içermesidir. Bu normatif bakış açısından, ‘Devlet’le ilgili olan hükümetle ve partilerle ilgili olandan, ‘devlet işleri’ siyasetten daha üstün ve değerlidir. Siyaset sıradan bir meşgale iken, devlet yönetimi istisnai ve yüce bir meşgaledir.
Genellikle hükümet politikasında ve parti politikasında kendini gösteren siyaset yoluyla, mesela, ‘taban fiyatları’ veya kamu görevlilerinin ücretleri belirlenebilir; ama meselâ ‘ulusal güvenlik’, üniversite, eğitim, dış politika gibi devlet meseleleri bu yolla karara bağlanamaz. Çünkü bunlar sadece ‘partiler üstü’ değil fakat aynı zamanda ‘siyaset üstü’ de olan meselelerdir.
Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, ‘siyasetçi’ de ‘devlet adamı’na göre daha ‘aşağı’ bir mevkidedir. Siyasetçi halkı (tebaayı) temsil eder, buna karşılık devlet adamı olmak için halktan uzaklaşıp devlete yanaşmak, hatta -deyim yerindeyse- ‘fenafil devlet’ olmak gereklidir.
Bu ayrım aslında ‘hükmet-i hükûmet’çi siyasi felsefe ile çok yakından ilgilidir. Meselâ Machiavelli’ye göre, siyaset Tanrı’dan ve kiliseden bağımsız olduğu kadar, kendine özgü kanunları da bulunan, zorunlu bir etkinlik alanıydı. Machiavelli siyaseti, bugünkü anlamından farklı olarak, ‘devlet (yönetme) sanatı’ (statecraft) olarak tanımladı ve onu sadece ilahi iddialardan değil fakat aynı zamanda ahlak ve hukuktan da bağımsızlaştırdı.
Machiavelli’nin asıl vurgusu ‘devlet sanatı’nın ahlaki anlamda iyiden ve kötüden bağımsız, kendine özgü ve zorunlu kanunları bulunan bir maharet olduğu üstüneydi. Devlet yönetiminin zorunlu kıldığı hareket tarzları ise ne özel hayatın değerlerine ne de hatta hukuka ve adalet idesine bağlı tutulabilirdi. Hukuk ve adalet ancak devletin bekasına hizmet ettiği ölçüde araçsal bir değere sahip olabilirdi.
Ne var ki, bu felsefe günümüzün demokratik hukuk devleti veya ‘anayasal demokrasi’ anlayışıyla bağdaşmıyor. Her şeyden önce, demokratik ‘siyaset’ devlet merkezli olarak anlaşılan bir siyaset tarzı değildir. Çünkü, demokratik siyasetin öznesi devlet değil, özgür ve doğal haklara sahip yurttaşlardan oluşan halktır. Ayrıca, demokratik siyasetin özünü de, devletin iyiliği değil, ‘ortak (kamusal) iyi’nin tespiti ve uygulanması oluşturur.
Bu arada, demokratik siyaset devletin bekasını kendi başına bir amaç olarak kabul edemez; özgür-demokratik toplumlarda devlet kişilerin haklarına riayet ettiği ve toplumun amaçlarına hizmet ettiği ölçüde araçsal bir değere sahiptir. Özgürlük, adalet ve barışa hizmet etmeyen devletin kendi başına bir değeri yoktur.
Onun içindir ki, toplumun değil de devletin ne istediğine veya neye ihtiyacı olduğuna bakıldığı veya siyaseti toplumsal dinamikler yerine ‘devlet çıkarları’nın belirlediği yerde demokrasi olmaz, olmuyor.
Star, 13.12.2006
|
Mustafa ERDOĞAN
14.12.2006
|
|
|
Komutan kendini ne sanıyor? |
Başlıktaki soru birine kızdığımız zaman başvurduğumuz kınama ve kızgınlık kalıbı değil. Hani çok ileri gittiğini düşündüğümüz kişiye öfkeyle ‘Sen kendini ne sanıyorsun?’ deriz ya; bu başlık öyle bir yük içermiyor, tamamen sözlük anlamı ile sınırlı bir merakı yansıtıyor... Açıkçası ismi ve cismi -dörtte bir oranda- meçhul paşadan öğrenmek istiyorum:
‘Hükümet kendini devlet sanıyor’ diyen asker gerçekten kendini ne sanıyor?
Bu ciddi bir sorun çünkü.
Lakin önce iddiayı içerdiği veriler bakımından tartmaya çalışalım:
‘Hükümet kendini devlet sanıyor...’
Başlığa çıkan bu cümle metinde şöyle:
‘Hükümet devleti kendinden ibaret sanıyor.’
Bir kere Ankara’daki derinlemesine mandacı teslimiyet halini görebilen her vatandaş bu iddia karşısında burukça gülümser, ‘bari hiç değilse öyle olaydı’ deme ihtiyacı duyabilir. Birilerinin gerçekten var olan devleti kendinden ibaret sayması, gerçekçi siyasi idrakten nasipli her memleket insanına, -demokrasi ile bağdaşmasa dahi- büsbütün devletsiz kalmaktan iyi görünür.
İsmi ve cismi -dörtte bir oranda- meçhul paşaya soralım:
Olmayan bir devleti kendinden ibaret saysan ne olur, saymasan ne olur?
Muhtemeldir ki paşa ismini-cismini açıklamaktan çekinmese meydana çıkıp fena halde çıkışacak:
- Olmayan devlet de ne demek?! Türkiye Cumhuriyeti ne?
Türkiye Cumhuriyeti, tabii ki vaktiyle devlet idi... Şimdi ise devlet dediğimiz çarkın devlet olmadığını bizzat sorumlular dünyaya kanıtlıyor. Ayrıca Kuvvet Komutanlığı kadar önemli bir makama yükselmiş askerin, gazeteciliği ‘tosun edebiyatının duvarı’ düzeyine indirenlerin peçetesine kendi ismini-cismini saklayarak siyasi eleştiri çiziktirmesi de milyonuncu kanıt...
Daha dün, Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın, hükümetten şikayetlerini pencereden sokağa lazımlık boşaltır gibi boca etmelerinin ne derin bir devletsizlik göstergesi olduğunu vurgulamışken, şimdi bu paşa bize ‘beterin beteri var’ dedirtiyor.
AKP henüz yapı olarak hükümeti bile kendinden ibaret hissedememiştir ki, devleti öyle hissedebilsin. Bu iktidar birinci gününden dördüncü yılını doldurduğu şimdiki dakikaya kadar kendi kendisini genellikle ‘Türkiye Cumhuriyeti Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ olarak fiilen çerçevelemiş ve sınırlamıştır. Ayrıca iç kopukluk ve çekişmeler de cabası! (Birkaç bakanlığın Başbakanlık’tan neredeyse tamamen bağımsız kendi başına buyruk yürüdüğü de hayli yaygın bir kabuldür.) Böyle bir durumda açıktır ki ‘hükümet devleti kendinden ibaret sanıyor’ sözü yaşanan gerçeklikle örtüşmüyor.
Onun için ‘Paşa kendini ne sanıyor’ sorusu tamamen yalın ve samimi bir merakın ifadesidir. Gerçekten ne sanıyor, hangi zamanda hissediyor?
Bir asker, siperin arkasından mermi sıkabilir ama adını gizleyerek kendi üstü olan hükümeti halkın önünde eleştiremez. Bu ne askeri disiplinle, ne de asker vakarıyla bağdaşır. Bu, komitacı kültürün ürünüdür. Böyle bir davranış, Türk Ordusu’nun şanına yakışmaz. Zira bütün dünyanın mertliği ile tanıdığı Türk askeri adına ‘perde arkasından çimdik atar’ gibi bir görüntü vermeye kimsenin hakkı yoktur. Şüphesiz bu dünyada paşaya bir şey yapamam, tam aksine kendisi bana çok şey yapabilir ama öbür dünyada, milli tarih duruşmasında şanlı Türk Ordusu adına on parmağımla yakasına yapışacağım.
Paşa kendisini dağa çıkmış, eski bir İttihat Terakki subayı sanmıyorsa derhal istifa etmelidir. Esasen Türkiye devlet olsa, iktidar da gerçekten hükümet olsa, bir dakika geçirilmeden yapılacak iş, böyle bir askeri yüce Türk Ordusu’ndan uzaklaştırmaktır.
Bugün, 13.12.2006
|
Ömer Lütfi METE
14.12.2006
|
|
|
AB, asker ve gidişat |
Türkiye’nin Gümrük Birliği ek protokolünün gereklerini yerine getirmek için Güney Kıbrıs’a tek liman ve alan açma önerisi Avrupa’yı pek etkilemedi.
AB Dışişleri Bakanları Toplantısı’ndan yeni bir sonuç çıkmadı; dışişleri bakanları AB Komisyonu’nun “8 başlık askıya alınsın” yönündeki tavsiyesini olduğunu gibi benimsedi. Ve nihai karar yarın yapılacak başbakanlar düzeyindeki toplantıya kaldı.
Türkiye’nin önerisinin Kıbrıs’ı tanımak anlamına geldiğini söyleyen siyasi parti mensupları ile resmi devlet görüşünden sapma olduğunu ifade eden bürokratlar açısından sonuç, şimdilik arzu ettikleri gibi oldu.
AB Komisyonu’nun tavsiyesi 14 Aralık’taki toplantıda da benimsenirse, Türkiye’nin AB müzakereleri önemli ölçüde askıya alınmış olacak. Zira askıya alınan 8 önemli başlık yanında, açılabilecek diğer dosyalarda da ulaştırma, Gümrük Birliği, tarım gibi konular devreye girdikçe ilerleme mümkün olmayacak...
Türkiye’nin AB yolu uzun bir yol...
Bu yol üzerinde engellerin ve dirençlerin olması doğaldır.
Ancak koşulların hep aynı kalmayacağı, iniş ve çıkış anlarının olacağı da muhakkaktır.
Böyle bakıldığında en büyük sorun Türkiye AB ilişkilerindeki duraksamadan çok, Türkiye’nin iç siyasetinde karşı karşıya kalacağı risklerdir.
Başka bir deyişle demokratik düzene dış dinamiklerden, özellikle AB’den gelen desteğin etkisinde azalma olma ihtimalidir.
Kaldı ki, Türkiye iç siyaseti açısından son beş yılın en kritik dönemine girmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu nedenle git gide yükselmeye başlayan asker-sivil gerilimi ve bu gerilimin gölgesinde gidilecek genel seçimler ülkeyi siyasi sallantılara açık bir hale getirmektedir.
Nitekim Genelkurmay Başkanı’nın bir süre önce Türkiye’nin Kıbrıs hamlesine yönelik yaptığı açıklamalar, sadece AB’ye ve Kıbrıs’a yönelik değildir...
Birçok yorumcu haklı olarak bu açıklamanın Çankaya savaşlarının ilk startı olduğunu düşünüyor...
Bizce de öyle...
Org. Büyükanıt’ın açıklaması, AB’yle pazarlık halinde olan siyasi iktidarın elini ve gücünü zayıflatacak bir çıkıştı.
Daha da öte sadece hükümet ile asker arasındaki mesafeyi artırmakla kalmayacak, dışişleri ile genelkurmay arasındaki ilişkileri de olumsuz etkileyecek bir açıklamaydı.
Askerin bu riskleri göze almasının nedenlerini tahmin etmek pek zor değildir...
Org. Büyükanıt’la birlikte ordu, siyasi rolünü her yönüyle talep etmekte, AB’den Cumhurbaşkanlığı seçimlerine uzanan hatta ipleri elinde tutmayı hedeflemektedir...
Bu amaca, kriz çıtasını yükselterek ulaşması mümkündür. Kriz çıtasını yükseltmek ise riskli konularda ve kritik anlarda alınacak keskin tavırlarla olasıdır...
Gerçekten de asker yaptığı çıkışlarla kamuoyunu kutuplaşmaya davet etmekte, yönetim krizini tetiklemekte ve asker-sivil gerginliğini yükseltmektedir.
Asker özetle şunu söylüyor:
“Ben devleti temsil ederim… Ben onaylamadan siyasi karar alamazsın… Devlet alanı-siyaset alanı dengesini bozamazsın…”
Bu sözleri ve bu bakışı son üç yıldır önemli ölçüde AB’nin varlığı dengelemişti.
Yaşanan tıkanıklık sonrası AB’nin etkisinin zayıflama ihtimali özellikle bu nedenle ürkütücüdür.
Yeni Şafak, 13.12.2006
|
Ali BAYRAMOĞLU
14.12.2006
|
|
|
|