|
|
|
Gerçekten bilinmiyor muydu? |
ANKARA TIPKI reklamdaki gibi, hani “Çince söylüyorum, nasıl anlıyorsun” misali. Ankara’nın ne dediğini, Avrupa Birliği ile Rumlar doğru anladı, Türklerin kafası karıştı.
İzninizle neyin ne olduğunu, ara sıra denediğimiz soru-yanıt formatıyla anlatmayı deneyeceğiz.
Ama önce ne dedik-ne oldu analizini yaparsak;
Perşembe sabahı 25 üyeli AB’de Türkiye’yi destekleyen 4 ülke varken dün bu sayı 19’a yükseldi.
Müzakeresi kesilmesi önerilen başlık sayısı azalabilir, belki zirve kararsız dağılabilir.
* * *
Şimdi gelelim meselenin teknik faslına...
Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki devlet politikası delindi mi?
Kesinlikle hayır. İki gündür kamuoyunda tartışılan öneriler 24 Ocak 2006 tarihinde Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından paket olarak açıklandı.
Finlandiya Planı denilen ve yazılı olmayan öneride bu maddeler yine vardı.
Fin Planı’nı Türkiye, Maraş maddesi yüzünden, Rumlar Ercan’ın açılması korkusuyla reddetti.
Anlattığımız sürecin tamamından devletin ilgili birimleri haberdardı. Hem Abdullah Gül’ün açıkladığı paket, hem de Fin Planı, MGK dahil her zeminde ele alındı.
Şimdi Türkiye’nin yeniden paketlediği eski önerilerine bakarak, “Kıbrıs’ta devlet politikası delindi” diyecek kadar ileri yoruma gitmeyi anlamak mümkün değildir!
AB’nin ısrarına rağmen Ankara neden yazılı öneri vermiyor?
Kimilerine göre, metne dökülürse kabul edilmese bile Rumları tanıma anlamına gelebilir.
Ama bana anlatılana göre, Türkiye önerisine Dönem Başkanı Finlandiya’nın aracılığından memnun.
Geçen cuma günü Ankara’yı ziyaret eden Finlandiya Başbakanı, Abdullah Gül ile görüşmesi sırasında masaya gelen Türk önerisi için “Çok ilginç, mutlaka üzerinde durmamız lazım” dedi.
Konuk Başbakan ülkesine döndüğünde Dışişleri Bakanı’na, Gül’ü araması talimatını verdi. Bakan Gül, bu görüşmede Türkiye’nin önceki gün açıklanan (aslında yeni olmayan) önerisini sözlü olarak iletti.
Finlandiya önceki gün bu öneriyi AB Daimi Temsilciler Komitesi’ne sundu.
Türkiye’nin önerisi, tek taraflı liman veya havalimanı açmak anlamına mı geliyor?
Hayır, Türkiye sadece “Anlaşırsak ve örneğin dönem başkanlığı karşı adımın geleceğini garanti ederse ilk adımı ben atabilirim” diyor o kadar.
Zaten şartsız ve tek taraflı adım atılacaksa bunca zahmete, açıklamaya ne gerek var ki?
Önceki sabah açıklama yerine liman veya limanlar açılır, mesele biterdi.
* * *
Başkentte öyle bir hava oluştu ki, sanki devlet, asker, medya bu pazarlığı ilk kez duyuyor.
Benimki dahil (19 Kasım 2006) onlarca köşe yazısı ve haber, aniden unutuldu gitti.
Ya Rumlar doğru anladı ve bizim kafalar karıştı... Veya Çankaya seçim sürecinde herkes siyasi pozisyonuna göre konuşuyor. AB müzakerelerine devam ihtimali Tayyip Erdoğan’a yaramasın diye bildiğini bilmezden geliyor.
Hürriyet, 9.12.2006
|
Enis BERBEROĞLU
10.12.2006
|
|
|
Türkiye’nin atağı AB gündemini değiştirdi |
TÜRKİYE’nin AB ile ilgili giriştiği son diplomatik atağın belki de en önemli sonucu, tam kritik karar aşamasında, AB’nin gündemine yeni bir yön vermiş olmasıdır.
Girişimin açıklandığı önceki güne kadar, AB kurumlarında ve üye ülkelerde, limanları açmamakta direnen Türkiye’ye karşı uygulanacak yaptırımlar tartışılıyordu. Müzakerelerde askıya alınacak fasılların sayısı, Komisyon’un tavsiye ettiği gibi 8 mi, yoksa daha fazla mı -veya daha az mı- olmalıydı? Limanlar açılmadığı takdirde Rumların istediği gibi belirli bir sürenin sonunda müzakereler topyekûn kesilmeli miydi? Veya Almanya’nın önerdiği gibi, 18 ay içinde bir gelişme olmadığı takdirde Komisyon yeni bir “değerlendirme” raporu mu yayımlanmalıydı?
Türkiye’nin diplomatik girişimi, bütün bunları ikinci plana itiverdi. Dün Brüksel’deki daimi temsilciler, “non-paper” (yani resmi belge niteliğinde olmayan) önerileri görüştü. Ama asıl tartışmalar önümüzdeki pazartesi günü Bakanlar Konseyi’nde cereyan edecek. Büyük olasılıkla oradan bir karar çıkmayacak ve bu iş liderlere bırakılacak. Bu görüşmelerde Türk önerisi öne çıkacak, Komisyon’un tavsiyeleri ve diğer istekler, bu önerinin gölgesinde ele alınacak.
Çeşitli senaryolar
Şu anda nihai kararın nasıl çıkacağını tahmin etmek çok zor. Konuyla ilgili Avrupalı diplomatlar dahi, sonucun nasıl olacağını kestiremiyorlar ve çeşitli senaryolar üzerinde duruyorlar.
Belli başlı olasılıklar şöyle:
Türk önerisinin kabulü. Bu en iyimser senaryo.
Sızdığı kadarıyla, Türk önerisinin aynen olduğu gibi benimsenmesi mümkün görünmüyor. Ama bunun bir “müzakere zemini” oluşmasına ve hatta ona dayalı bir “uzlaşma” sağlanmasına şans tanıyanlar var.
AB açısından önemli olan, Türkiye’nin limanlar konusundaki “yükümlülüğü şartsız olarak” yerine getirdiğini göstermesidir. Türkiye açısından ise önemli olan, önerilen zaman içinde, karşılık olarak Ercan Havaalanı’nın açılacağına dair AB’nin resmi bir taahhüde girmesidir. Bu iki unsurun bağdaştırılıp bağdaştırılmayacağı belli değil.
Türk önerisinin reddedilmesi. Bu da en kötümser senaryo.
Diplomatlar, AB liderlerinin -Rum itirazlarına rağmen- bu girişime sırt çevirebileceklerine ihtimal vermiyor.
Ancak Konsey’de bir mutabakat sağlanamaması veya hiçbir karara varılamaması olasılığı da var. O takdirde, nihai karar önümüzdeki yıla ertelenebilir. Bu ne demektir? Müzakereler ya Komisyon’un tavsiyelerine göre (birtakım “yaptırımlar”la) devam eder veya Komisyon’un yeni bir rapor hazırlaması istenir...
“Türkiye zirvesi”
Şimdilik her kafadan bir ses çıkıyor. Anlaşılan bu seferki AB zirvesi gerçekten bir “Türkiye doruğu” olacak. Ama AB’de hâkim olan görüş, Türk diplomasisinin gerçekten başarılı bir son dakika manevrasıyla gündeme yön vermeyi başardığıdır. Avrupa basınındaki hava da budur. Yani Türkiye psikolojik olarak puan kazanmıştır. Bu kez köşeye sıkışan Rum tarafı ve ona destek verenlerdir.
Şu anda Türkiye bu girişimiyle sadece bir “niyet beyanı”nda bulunmuş bulunuyor. Öneri her ne kadar “şartsız” görünüyorsa da, “karşılıksız” değil. Dolayısıyla şimdiden tavizden, teslimiyetten söz etmek yersiz. Daha doğru bir değerlendirme için birkaç gün daha bekleyelim...
Milliyet, 9.12.2006
|
Sami KOHEN
10.12.2006
|
|
|
28 Şubat’a şükretmek |
Büyük badirelerden geçmiş, zulme, gadre veya bazı musibetlere maruz insanlar bundan dolayı kafayı yememişlerse sonraki hayatlarını daha bir olgunlukla yaşama ihtimalleri vardır. Kuşkusuz yaşanan her tecrübenin insanın gelişimine katkıları vardır. Bir musibet bin nasihatten evladır. Musibet insanı yıkıp devirmemişse daha da güçlendirme ihtimali vardır..
Bir cinayet veya bir katliamın, belki doğrudan kurbanı üzerinde değil, ama bu kurbanın yakınları üzerinde sonradan etkisini gösterebilecek birçok olumlu sonuçları olabilir. Nice hayat hikayesinde bir yakını cinayete kurban gittiği için önü açılan ve hayatını bir kahraman gibi yaşayan tipler vardır.
Bütün bunlar doğru, ama bunların hiç biri ne musibeti arzulamayı gerektirir ne de işlenen cinayetleri veya katliamları meşrulaştırır. Cinayet cinayettir.
28 Şubat saldırısına maruz kalan kesimler bu saldırıların sonucundan kendilerine göre önemli dersler çıkarıp yeni döneme yeni bir siyasal tarz geliştirerek girdiler. Bu tarz beğenilebilir, beğenilmeyebilir, ama hiçbir şekilde bugün gelinen noktanın şu veya bu açıdan olumluluğu, 28 Şubat sürecinin hukuki, ahlaki, mahiyetini değiştirmez.
Belki 28 Şubat olmasaydı Tayyip Erdoğan başbakan olamayacaktı. Belki Erbakan ilk zamanlardaki başarılı icraatlarının ardından iktidar yorgunluğuna düçâr olup bir sonraki dönemde, bir daha hiç gelmemek üzere iktidarı diğerlerine devretmiş olacaktı. Belki bu durumda Tayip Erdoğan liderliğinde bir siyasi hareket asla bu başarıyı yakalayıp tek başına iktidar olamayacaktı.
Hangi hayırlı sonuçlara vesile olmuşsa olsun, 28 Şubat’ın bir hukuk katliamı, bir şahsiyet cinayeti, bir ahlaki ve siyasi yozlaşma, Türkiye’nin birçok birikiminin heba edildiği sorumsuz bir savurganlık olma niteliği değişmez.
Olumlu sonuçları olmuş diye bir cürüme methiyeler dizmek ona ortak olmaktır. Sonuçlarına bakarak bir cürümü kutsamak ancak sapkın bir davranış tarzı olarak değerlendirilebilir; tıpkı bu örneğimizde olduğu gibi.
(...)
Doğrusu 28 Şubat sürecine maruz kalmış kesimlerde de zaman zaman dillendirilen bir görüş olunca bir çift sözü daha hak ediyor.
28 Şubat sürecinde hedeflenen asla Erbakan’ınkinden daha makul bir siyasi hareket ortaya çıkarmak değildi. Hedeflenen geniş bir toplumsal kesimin tamamen siyasal temsilden mahrum bırakılmasıydı. Bugün Tayyip Erdoğan’ın her olumlu görüntüsüne bakarak dönüp 28 Şubat’a şükretmek en hafifinden 28 Şubat’ın mağdur ettiklerine karşı bir saygısızlıktır.
Bir kehanetten yola çıkıldı: Önlem alınmazsa 2000’li yılların başlarında bu siyasi hareket iktidara gelecekti. Sosyolojinin basit gerçeği kendini gösterdi. Eylemler istenilen sonuçları değil, tam aksini doğurdu. Kehanet kendi kendini gerçekleştirmiş oldu. Bu siyasi hareket belki de alınan önlemler yüzünden tek başına iktidara gelecek desteğe, korkulandan bile daha erken bir zamanda ulaştı.
Tabi bunlar 28 Şubat müdahalesinin asla arzulamadığı hayırlı sonuçları. Bir de hâla milletçe muzdarip olduğumuz son derece hayırsız sonuçları var. Birbirinden nefret eden iki toplum yaratıldı bu süreçle. Yazılı hukukun yerine yazılı olmayan bir hukukun keyfi olarak uygulanması “dokunulmaz” bir “teamül” haline getirildi.
Memleketin aklına Gürüz üniversiteciliği, Alemdaroğlu rektörlüğü, Savaş hukukçuluğu, Özkan gazeteciliği, Sezer Cumhurbaşkanlığı mümkün bir şey olarak sığdırıldı. Kadınlara olabilecek en kaba davranışlar, insanların özel hayatlarına ve kılık kıyafetlerine nezaketsizce müdahaleler bir davranış tarzı olarak “kültür”ümüzde bir yer bulabildi.
Süreç Erdoğan ve camiasını fazlasıyla olgunlaştırdı, kabul, ama asıl suçlu ve hâlâ güçlü olan tarafa hiçbir olumlu sonucu olmadı bunun. Aslında sürece maruz kalan camia, bu akıl-dışılıkla, bu anlayışsızlıkla, bu nezaketsizlikle nasıl baş edeceğini öğrendi sadece. Tavizler verdi, öbür tarafın kendini haklı görmesi pahasına birçok alandan geri çekildi.
Akıl zincirinden kopmuş bu huysuz taifeye bulaşmama, mümkün mertebe onu “idare etme” yolunu seçti. Siyasetin bir tanımı da bu muydu yoksa?
Yeni Şafak, 9.12.2006
|
Yasin AKTAY
10.12.2006
|
|
|
Genelkurmay Başkanı Başbakana danışıyor mu? |
Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın Hürriyet’e verdiği demeçte Kıbrıs kararının kendilerine danışılmadan alındığını ve konuyu kendisinin TV’den öğrendiğini söylemesi ise, bu olaydaki farklı bir unsuru oluşturmakta. Büyükanıt bu demecinde, “Bize göre bu açılım, devletin resmi görüşünden sapma anlamına gelmektedir. Limanları açacağız diyorsunuz. Hangi limanları açacaksınız” diyerek hükümetin AB atağını eleştirmekteydi
Sayın Büyükanıt’ın bu tür demeçleri vermeden önce “Siyasi sorumluluk” ve “Siyasi risk” kavramlarını da değerlendirmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Örneğin AB üyelik müzakereleri süreci bir tren kazasına uğradığı takdirde doğabilecek ekonomik dalgalanmaların siyasi riski Genelkurmay’ın ilgi alanında değildir. Ya da milyarlarca dolarlık savunma alımlarının kaynağının ekonominin sağlıklı olmasına bağımlılığı da, Org. Büyükanıt’ın sorumluluk alanına girmiyor.
Ülke yaşantısındaki her olgunun taşıdığı siyasi riskleri, siyasetçiler çok derinden hisseder. Bu nedenle bir kriz nedeni olmasın diye, Org. Büyükanıt’ın YAŞ toplantısı beklenilmeden Genelkurmay Başkanlığı’na atanması yapılmamış mıdır?
Veya Genelkurmay başkanları siyasi içerikli konuşmalar yapar ve bu AB kriterleri açısından Türkiye’nin işini zorlaştırırken, kriz ve gerginlik olmasın endişesiyle ülkenin Başbakanları kendilerine bağlı olan Genelkurmay başkanlarına “Bu tür konuşmaları yapmadan önce bana danışın” dememektedir.
Türkiye’nin AB üyelik müzakereleri sürecini sağlıklı sürdürmesi için üretilecek formüllerden, hem Türkiye hem KKTC yararlanacaktır. Türkiye yoksullaştığı ve krizler sarmalına düştüğü zamanlarda, KKTC de yoksullaşmış, izolasyonu daha da yıpratıcı olmuştur.
Sabah, 9.12.2006
|
Mehmet BARLAS
10.12.2006
|
|
|
Büyükanıt’ın yersiz çıkışı |
Avrupa Birliği’yle müzakereler konusunda hükûmet beklenmedik, diplomatik bir hamle yaptı. Gazete başlıklarında «Kıbrıs adımı, girişimi» diye adlandırıldı bu hamle. Hepimiz durduk, alınacak neticeyi bekliyoruz.
Bekleyemeyen de var: Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt.
Gazeteciler -bence işgüzarlık ederek- sormuşlar, cevap veriyor. Yorum yok, demeyecekmiş. Dediği de şu:
– Bizim görüşümüz alınmadı.
Alınmayan görüşünün ne olduğunu da açıklamış. Kanaatince devletin resmî görüşünden sapma olmuş. Bunun sürpriz bir şekilde gündeme getirilmesini yadırgamışlar.
Böyle düşündüğünü git, söyle Başbakan’a! Niye, belki ona söylemeden önce, dönüp de bana söylüyorsun?
Genelkurmay Başkanlığı siyasî parti başkanlığı makamı mıdır? Ben vatandaş olarak hükûmet bir karar aldığında acaba Genelkurmay Başkanı bu konuda ne düşünüyor, gibi bir sualin de cevabını arama durumunda mıyım? (Gazetecinin işgüzarlığı dediğim falso da budur işte: bunu, merak etmemiz gerektiğini sanmak.)
Radikal, 9.12.2006
|
Hakkı DEVRİM
10.12.2006
|
|
|
Yeni Asya’dan Cumhuriyet'e açıklama |
Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Abdullah Eraçıkbaş bir açıklama gönderdi. Yayımlıyorum:
Sayın Çalışlar,
3 Aralık 2006 tarihli yazınızda gazetemiz Yeni Asya için yaptığınız değerlendirmelerle ilgili olarak bazı noktalara dikkatinizi çekmek istiyoruz.
Birincisi: Yeni Asya için kullandığınız “Nurcuların yayın organı” nitelemesi doğru, ama “radikal sağ kesimin sözcülerinden, milliyetçi ve İslâmcı” ifadelerine itirazımız var.
İkincisi: “AB: Kapıyı kapatmıyoruz” manşetini aktardığınız Yeni Asya’yı, “AB’ye tepki gösterme konusunda ortak tutum” içine girdiklerini yazdığınız “milliyetçi ve İslâmcı” gazetelerle birlikte göstermeniz, aktardığınız manşetle de çelişen bir yanılgının ifadesi. Oysa Yeni Asya başından beri Türkiye’nin AB’ye girmesini kararlılıkla savunan bir gazete ve bu özelliği başka yayın organlarında da zaman zaman vurgulandı.
Üçüncüsü: Papa’nın ziyaretine bakışı da zikrettiğiniz diğer gazetelerden farklı olan Yeni Asya, bu ziyareti, talihsiz Regensburg konuşmasının Müslüman-Hıristiyan diyaloğuna verdiği zararı telâfi fırsatı olarak değerlendirdi ve bu amacın önemli ölçüde gerçekleştiği görüşünde. Sultanahmet’in cemaate kapatılmasıyla ilgili haberimiz ise Papa’ya değil, güvenlik tedbirlerini abartan yetkililere yönelik bir eleştiri niteliğinde.
Selâmlar, saygılar.
Cumhuriyet, 9.12.2006
|
Oral ÇALIŞLAR
10.12.2006
|
|
|
Yargının imajı |
Bugün çeşitli etkinliklerle kutlanacak “Dünya Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Günü”nün arefesinde, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin düşündürücü bir açıklama yaptı.
“Son yıllarda” bazı kişilerin başsavcı, savcı, ağır ceza başkanı, yargıç gibi unvanlar kullanarak çeşitli kişi ve kurumlara değerlerinin çok üstünde kitap ve Atatürk albümleri pazarladığını, derneklere bağış topladığını tespit ettiklerini bildiren Engin iki uyarıda bulundu:
* Hiçbir hakim ve savcının bu işlere aracılık yapması yasal açıdan mümkün, etik açıdan doğru olamaz.
* Hiçbir hakim ve savcının bu tür işlere kalkışması söz konusu olamaz.
Açıklamadan anlaşıldığı kadarıyla bazı dolandırıcılar özellikle işyerlerinin kapısını çalıp “Filanca hakimin selamı var”, “Falanca savcının ricası var” gibi gözdağıyla para istiyorlar. Onlar da genellikle ses çıkarmadan cüzdanlarına veya kasalarına davranıyorlar.
Bu tür dolandırıcılığın emniyet mensuplarının adları kullanılarak yapıldığını da biliyoruz.
Sabah, 9.12.2006
|
Erdal ŞAFAK
10.12.2006
|
|
|
|