Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Doğru varlık algısı

Son dönemlerde bütün meseleleri ekonomik ve siyasî alanda diplomatik ilişkilerle ve siyasî güçle çözme arayışının getirdiği zaaflarla yüz yüze gibiyiz. Sürekli komplo teorileri ve kaybolmuş güvenin neticesinde neredeyse paranoya düzeyine varan şüpheci yaklaşımlar hem hayatı sıkıntılı bir hale getiriyor, hem de toplulukları her alanda atıl ve temkinli bir yapıya taşıyor. Oysa dövülmeden ağlamamak ve temkinli olmanın bütün bağları kesmek anlamına gelmediğini kabullenmek gerekiyor.

Hayat doğru bir çizgi üzerinde yürümüyor. Varlık âleminin başlangıcından beri hep devirler var. Her bitiş aynı zamanda yeni bir başlangıç. Her inişin bir çıkışı, her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğuna hep inanıyor ve gelecek ile ilgili planlarımızı bu beklentilerle yapıyoruz. Zaman zaman günlük yaşantıda, hizmetlerimizde bu iniş ve çıkış dönemlerini yaşarız. Hayatın ve varlık âleminin bu dalgalanmaları karşısında kopmamak, yok olmamak için özü hep korumak, özden ayrılmamak ve iç enerjiyi hiç kaybetmemek lâzım. Cevherin muhafaza edildiği her durumda kışırın değişimleri sadece dışa yansıyan boyutla olacaktır. Sürekli yıkılan ve yeniden yapılan bedende ruhun varlığı ile bu yıkımların fark edilmemesi gibi. Bu anlamda Kaknüs'ün hikâyesi çok ibretli olmalı: "Yüz binlerce yıl önce Hindistan ormanlarından çıkmış Kaknüs; gagasındaki 365 delikle... Bu deliklermiş, onun diğer canlılar üzerindeki büyüleyici etkisi olan sesleri çıkarmasını sağlayan. Bin yıllık ömrünü sadece büyüleyici sesler çıkarmakla kalmayıp, çevresindeki diğer canlılara gözyaşları ile şifa dağıtarak geçirmiş Kaknüs. Bin yılın sonunda bir çalı çırpı yığınının üzerine tünemiş ve muhteşem nağmelerle oradaki tüm kuşları etrafına toplamış. Binlerce kuşun büyülenmiş bakışları arasında, bedenindeki son güçle kanatlarını çırpmaya başlamış. Çırpmış, çırpmış, çırpmış... Bir kıvılcımla kendini tutuşturuvermiş. Üzerine tünediği çalı çırpı ile birlikte etraftakileri eritecek güçte alev topuna dönüşmüş. Ateş; ta ki korlar ortaya çıkıncaya kadar, tüm görkemi ile yanmış. En sonunda korlar kül olduğunda; tüm kuşlar Kaknüs'e ağlarken, yavru bir Kaknüs başını çıkarıvermiş küllerin arasından tüm masumiyetiyle. Yüz binlerce yıllık efsanesini, her bin yıllık ömrünün sonunda kendi küllerinden yeniden doğarak günümüze taşımış Kaknüs"

Devirler şeklinde sürüp giden ve her an tazelenen mülk âleminde zaman zaman yenilenmek, tazelenmek, saflaşmak, temizlenmek gibi maksatlarla bitişler gerekli oluyor. Yeni bir başlangıç için. Bu bitişler bazı anlar yanmayı ve kül olmayı gerekli kılabilir. Karanlıkların aydınlıklara çıkması için hayat, Kaknüs cevherli, gözyaşlarında şifa olan ruhların yanmasını gerekli kılabilir. Bütün bu yanmalar ve kül oluşlar arasında öz ve cevher muhafaza edildikçe bütün küller yeni Kaknüs'lere gebe olacaktır. Her şeyin asıl güzellik kaynağı olan esma her yanış, kül oluş, yeniden doğuş ve tazelenmeler içinde her şeye ruh vermeye her güzelliğin asıl kaynağı olmaya devam edecektir. Bu kül oluşlar ve tazelenmeler varlığın fenasına ve Asıl Var Olan'ın bekasına, her şeyin cevherinin ve özünün ondan olduğuna işaret edecektir.

Bu yanmalar, gözyaşları ortasında beden ve kışırın tazelenmesi ruhlarda da bir tasaffi ve mülkün, kesretin ağırlıklarından kurtularak bir berat anlamına gelecektir. Bütün yıkılışların ve yok oluş gibi gözlenen dağılmaların ortasında saflaşmış ve berat etmiş ruhlarla yeni bir başlangıç taze bir açılım ve bir gül goncasına dönüşmüş esma ile açılan güller ortaya çıkabilir.

Bazan İbrahimî bir yanış mutlak teslimiyetin getirdiği kurtuluşun başlangıcı olabilir. Her şey bizim aklımıza ve tedbirlerimize münhasır değil. Hayatımızın aslının aldığımız tedbirler ve varlığa verdiğimiz yön üzerinde yürümediğini ve varlığın bütün zerrelerinin her an İlâhî iradenin kontrolü altında olduğunu hep aklımızda tutmamız gerekiyor. Yanmamak telâşı yerine, Âlemlerin Rabbi'nin emrini hakkı ile uygulamak endişesi mutlaka çözümleri çok daha kolay hale getirecek ferdi ve toplumları varlığın ve hadiselerin ağır yükü altından kurtaracaktır. Şu an insanların ve toplumların en çok ihtiyaç duyduğu şey doğru varlık yorumu olmalıdır.

01.12.2006


 

Amr bin Şuayb (?-736)

Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Dolayısıyla hangi tarihte doğduğu bilinmemektedir. Kaynaklarda sadece Taifli hadis âlimi olarak geçmektedir. Çocukluk yılları ve nasıl bir eğitim aldığı hakkında herhangi bir bilgi bulunamamaktadır. Daha çok rivayet ettiği hadisler, hadis nakli üzerindeki görüş ve düşünceler, şahsiyeti hakkında bazı âlimlerin ileri sürdüğü vb. çok sınırlı bilgiler mevcuttur.

Amr’ın tabiinden olduğu ve bazı sahabeleri gördüğü bilinmektedir. Ancak, hangileriyle görüştüğü ve kendilerinden nasıl istifade ettiği bilinmemektedir. Kendisiyle ilgili tartışmalar; daha çok “sika” yani güvenilir bir nakledici olup olmadığı çerçevesinde gelişmiştir. İslâm âlimi Yahya bin Said el-Kattan; Amr’dan güvenilir ravilerin nakilde bulunmaları halinde kendisinin “sika” sayılabileceğini, şayet nakil yapmazlarsa güvenilir sayılamayacağını belirtmiştir.

Amr’ın rivayetleri hakkında olumsuz görüş ileri süren âlimlerin başında Hanbeli mezhebi imamı Ahmed bin Hanbel gelmektedir. İmam, Amr’ın rivayetlerinin delil olarak gösterilemeyeceği görüşünü ileri sürmüştür. Bu görüşüne gerekçe olarak, nakillerinin bazılarının münker olduğu, tezini ileri sürmüştür. İmam Buhari de, büyük hadis külliyatına Amr bin Şuayb’ın nakillerini almamıştır. Bu tavrıyla birlikte; babası ve dedesi vasıtasıyla bildirdiği nakillerini kabule değer bulduğunu ifade etmiştir.

İmam Buhari, Amr bin Şuayb’ın naklettiği hadisleri külliyatına almazken; Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, İbn Mace, İbn Huzeyme, İmam Malik, İbn Hıbban gibi büyük âlimler, eserlerinde Amr bin Şuayb’ın nakillerine de yer vermişlerdir. Nakilleri kabule değer bulmayan bazı hadis âlimleri de; Amr bin Şuayb’ın hadisleri bizzat işiterek almadığını, söz konusu hadislerin kendisine yazılı olarak intikal etmiş olduğunu gerekçe göstermişlerdir.

Amr bin Şuayb’ın nakilciliği hakkında müspet düşünce de ileri süren bir çok hadis âlimi ve araştırmacısı vardır. Bu âlimler kendisini güvenilir bir nakledici olarak kabul etmişlerdir. Nitekim yukarıda saydığımız bir çok ünlü âlim, Amr’ın nakillerini eserlerine almakta tereddüt göstermemişlerdir. Ünlü sahabe Amr bin As’ın soyundan gelen Amr bin Şuayb’ın güvenilir bir nakledici olduğu, hadislerin önemli bir kısmını babasından öğrendiği, ailede silsile halinde hadis eğitimi ve nakli yapıldığı ifade edilmiştir.

Amr bin Şuayb’ın naklettiği hadisler hakkında olumsuz görüş ileri sürülmesine karşılık, bu âlimin başvurduğu yöntemin başkaları tarafından da istimal edildiği ve başvurulan bir yöntem olduğu izahı yapılmıştır. Kendilerine yazılı olarak intikal eden eserler üzerinde çalışan âlimler, bu çalışmalar sonucunda bazı rivayetlerde bulunmuşlardır.

Risâle-i Nurda Amr bin Şuayb’ın ismini zikreden ve naklettiği bir hadise yer veren Bediüzzaman, bu hadis âlimine dört imamın itimad ettiğini ve hadislerinden alıntı yaptıklarını da belirttikten sonra, sahih bir nakille haber verdiğini ilave ederek hadisi nakletmektedir; “Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebu Talip demiş: ‘Ben susadım.’ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talip içmiştir.

Muhakkikînden birisi demiş ki: Şu hadise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hadiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir.” (Mektubat, s. 124). Tirmizi’de yer alan iki hadisi Amr bin Şuayb şu şekilde nakletmiştir:

“Yemen giysilerinden en güzel bir elbise giydim.

Bana ‘Ey İbn Abbas! Merhaba! Bu güzel elbise de ne?’

şöyle cevap verdim:

‘Beni kınamayın! Ben, Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin üzerinde bundan daha güzel elbiseler gördüm.”

“Şüphesiz Allah, verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister.”

Amr bin Şuayb, daha çok babasından hadis nakletmekle beraber Tâvûs, Urve bin Zübeyr, İbn Şihab ez-Zühri, Said bin Müseyyeb gibi hadisçilerden nakillerde bulunmuştur. Erkek âlimlerden hadis naklettiği gibi, Rubeyyi binti Muavviz ve Zeynep binti Seleme’den de hadis öğrenip nakletmiştir.

Şahsiyeti hakkında önemli övgülere yer verilen Amr bin Şuayb için, o dönemde kendisinden daha değerli Kureyşli görmediklerini söyleyenler de olmuştur. Taif’li olan Amr zamanının önemli bir kısmını da Mekke’de geçirmiştir. Buraya sık sık giderek hadis nakillerinde bulunmuştur. 736 yılında Taif’te vefat etmiştir.

01.12.2006


 

İman birliği (2)

İMANIN FONKSİYONLARI

1. İman, toplumda inanç ve fikir birliğini sağlar.

İmanın, insanlar arasında birliği sağlayan en güçlü bir bağ olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman; aynı inancı paylaşan insanların kalplerinin de bir olacağını, kalplere hükmeden inanç birliğinin de toplumda birliği sağlayacağını ifade eder.

Bir adamın askerde bir taburda beraber bir kumandanın emri altında bulunmasının arkadaşlığı ve dostluğu sağladığı, bir memlekette beraber yaşamanın kardeşçesine bir alâkayı doğurduğu sosyolojik gerçeğinden yola çıkan Bediüzzaman; “İmanın verdiği nur ve şuur, gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ: Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!”1 ifadeleri ile bilhassa Müslümanlara birlik ve beraberlik, sevgi ve muhabbet dersi verir ve bunun imandan kaynaklandığını ifade eder.

Müslümanların birliğine neden ihtiyaç vardır?

Günümüzde dünya Müslümanlarının uğradıkları sıkıntılar, işgaller, haksızlıklar ve zulümler herkesin bildiği hususlardır. Peygamberimiz (asm) bundan 1500 sene önce; iman ve İslâmiyet düşmanlarının, nifak ve zındıka başına geçen zalim ve gaddarların Müslümanların ve insanların dünya hırsı yüzünden aralarında meydana gelen ayrılıklarından faydalanarak az bir kuvvetle insanlık âlemini perişan edeceğini ve İslâm dünyasını esaret altına alacağını2 haber vermiştir. Günümüz dünyasında bunun aynen gerçekleştiğini görüyoruz.

Müslümanların zillet ve esaret altında kalmamaları, izzetle yaşamaları için, akıllarını başlarına alarak bölünmüşlük tablosundan yararlanmak isteyen zâlimlere karşı; “Mü’minler kardeştir. Öyle ise Müslümanların aralarını bularak ıslah edin, biri birinize yardımcı olun, barış ve huzur içinde birbirinizin kusuruna bakmayarak birliğinizi koruyun”3 âyetinin emrettiği kardeşlik ve birlik prensibine her zamankinden daha fazla muhtaç olduklarını görmekteyiz.

Bediüzzaman Said Nursî, bu ilâhî prensibe uyulmadığı takdirde Müslümanların hukuklarını koruyamadıkları gibi hayatlarını dahi muhafaza edemeyeceklerini söyler. Bunun yegâne çaresinin de peygamberimizin (asm); “Mü’minler kemerli ve kubbeli binalardaki biri birine destek olarak kuvvet veren taşları gibi olmalıdır.”4 hadisine uymak olduğunu belirtmiştir. Müslümanların bu prensibe uymakla hem dünya sefaletinden, hem de ahiret azabından kurtulacaklarını söyler.5

Ne var ki seküler kültürün ve dünyevîleşme rüzgârlarının etkisi ile ahiret düşüncesinden uzaklaşan ve dünya hırsı ile haram ve helâl kaygısını kaybeden İslam toplumları, bu zamanın bir hastalığı olan, “elmas değerindeki ahireti, değersiz cam parçaları hükmündeki dünya hayatına bile bile tercih etmek”tedirler ve kendi dünyalarına bir parça yardımı olur ümidi ile dehşetli zalimlere taraftar olmak gibi büyük bir hataya düşmektedirler. Bunun sonucu olarak da bölünmüşlüğe, zulme ve haksızlığa meydan verilmektedir.6

Bediüzzaman Osmanlı devletinin son zamanlarında aktif olarak sosyal ve siyâsî hayatın içinde bulunduğu ve büyük savaşları ve kargaşaları gördüğü için tecrübelerini konuşturarak, ta asrın başında; “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet ve ittifak silahı ile cihad edeceğiz.”7 diyerek düşmanlığın insanlara karşı değil, insanların insanlık cevherini kötü huy ve alışkanlıklarına karşı yöneltilmesi zaruretini dile getirmiştir. Eğitime önem verilmek, san’ata ve sanayiye yönelmek ve birlik beraberlik içinde; “mesailerin tanzimi, emniyetin tesisi ve yardımlaşma”8 prensibini hayata geçirerek terakki ve tekâmül için çalışmak gerektiğini ders vermiştir. Tabii ki bütün bunlar “dinin kutsî emirlerine uymak, dine samimi bağlılık ve Allah korkusu gibi temel esaslarla olabileceğini de vurgular.

Bediüzzaman yaşanan tecrübelere dayanarak bir başka noktaya daha parmak basar. O da dünyayı karıştıran ve I. Dünya savaşında yaklaşık 20 milyon, II. Dünya savaşında ise 30 milyon insanın ölümüne sebep olan ve bir o kadarını da yerinden yurdundan eden, insanlığın; “hürmet, merhamet, kardeşlik, sevgi, saygı, ahiret duygusu ve Allah korkusu” gibi manevî değerlerini tahrip eden, yeryüzünü zulüm ve kan ile dolduran zalim ve gaddarlara karşı dînî değerlere ve imana önem veren “Hıristiyanların hakiki dindar rûhânîleri ile dahi, ihtilaflı konuları bir tarafa bırakarak birlikte hareket etmek gerektiğini”9 ifade eder.

“Yahudi ve Hıristiyanlar ile dost olmayınız”10 âyetini delil getirerek bu beraberliğe karşı çıkanlara da Bediüzzaman; “Her Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin de bütün sıfat ve san’atlarının kâfir olması gerekmez” gerçeğinden yola çıkarak Hıristiyanların da Müslüman olan sıfat ve san’atlarını takdir ederek dünya sulhu ve asayişi korumak için dostluk kurmanın Kur’ân’ın yasağına dâhil olmadığını izah eder.11

Organize teşkilatlar suretinde hareket eden, kurumsal olarak çalışan dehşetli dinsizlik komitelerine karşı bireysel mukavemetin yeterli olamayacağını da belirleyen Bediüzzaman, bu komitlere karşı ancak “şahs-ı manevî” dediği kurumsal birliktelikler ile mücadele edildiği takdirde başarılı olma şansını yakalayacağımızı da belirlemiştir.12

Kurumsal birliktelikler nasıl sağlanır?

Müslümanlar arasındaki ihtilâfın müspet ve menfî olmak üzere iki yönü bulunduğunu belirten Bediüzzaman, asıl birliğin; maksatta, amaçta ve hedefte olması gereğini ifade eder. Nasıl? Sorusuna da; “İttihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua’-ı elektrikiyle olur.”13 sözleri ile cevap vererek bu birlikteliğin de ancak heva ve heveste değil, Hüda ve hakta olması,14 gerektiğini söyler.

Bediüzzaman, Peygamberimizin “Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır”15 hadisinin “Herkesin kendi mesleğinin tâmir ve revâcına çalışması, başkasının tahrip ve iptaline çalışmaması belki tekmil ve ıslahına çalışması” şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtir.16 Bunun da bir ordunun alaylara, taburlara, fırkalara ayrılarak aralarında işbölümü ve yardımlaşmaya dayalı bir amaç birliği oluşturması misali ile pekiştirir.

İslâm dünyasındaki bölünmüşlük görüntüsünün intizamı bozulmuş bir millet meclisi ve şûra encümeni şeklinde düşünülmesi gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, dinimizdeki “icma” müessesesinin işlevsel hâle gelebilmesi için de şûrâ ve meşveret kurumunun işletilmesi gerektiğinin üzerinde durur.17 Bu şekilde sahasında uzman kişilerden oluşan ortak aklın ürünü kararların geçerli olabileceğini, bunun dışında kalan görüş ve fikirlerin de tamamen reddedilmeyerek istidatların reylerine bırakılabileceğini ifade eder. Böylece herkesin görüşüne gereken saygı gösterilmekle beraber umumi bir kural kabul edilemeyeceğini belirler. “Bir fikre davet cumhur-ı ulemanın kabulüne bağlı olduğu”18 gerçeğini de böylece nazara verir.

Dînî cemaatler arasında birlik

Dînî amaçlarla kurulan cemaatlerle birlik ve beraberliğin temel prensiplerini de koyan Bediüzzaman; dînî ve uhrevî gayeler için kurulan cemiyet ve cemaatlerin aralarında münakaşa, haset olmaması gerektiğini, buna tevessül eden ve rekabete kalkışan bir dînî cemaatin ibadete riya, ve nifak sokmuş olacağını söyler.

Bediüzzaman; dînî cemaatlerin maksatta, amaçta ve hedefte birlik sağlamaları gerektiğini, meslek ve meşrepleri birleştirmenin mümkün olamayacağını, birleşmeye zorlandığında da tembelliğe ve taklitçiliğe yol açacağından caiz olamayacağını ifade eder.

Bediüzzaman; hedef birliğinde hürriyet ve asayişi korumak, muhabbet ve sevgiyi esas almak şartlarını öne sürer. Başkalarına leke sürmekle kendini öne çıkarmanın doğru olmadığını, hataların çözümünün; “Müfti-i Ümmet makamında olan ulema cemiyetine havale edilmesi” gerektiğini belirtir.19 “Müslümanların dünyaya ait işleri meşveret ve şûra iledir.”20 âyetini esas alarak meşveret ve şûrâ ile hareket edilmesini söyler.

Sonuç olarak:

“Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası” veciz ifadesi, milletin ne ile ihya olacağının açıkça ortaya koymaktadır. Din ve iman zayıflığının bir kalp hastalığı olduğunu belirten Bediüzzaman, kalbin ancak din ile takviye edilmesi halinde sıhhat bulabileceğini ifade eder.21 Bunun için imana hizmetin bu zamanda en değerli insanî ve İslâmî bir vazife olduğunu eserlerinde ısrarla vurgulamıştır. Bediüzzaman’ın bütün inananlar arasındaki birlik ve beraberliği sağlamada; “Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur” mesajı, mihenk taşı görevini üstlenmeye lâyıktır. Dipnotlar: 1- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s: 254-255, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 2- Hâkim, Müstedrek, 4:529-530; İbn-i Hibban, Sahih, 8:286 3- Hucurat, 10 4- Buhari, Salât,88; Edeb, 36, Mezalim,5; Müslim, Birr, 65 5- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s: 261, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 6-Nursî, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lâhikası, s: 24, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 7- Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, s: 23, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 8- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar, s: 174, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 9- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar, s: 213, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 10- Maide, 51 11- Nursî, Bediüzzaman Said, Münâzarât, s: 70-71, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 12- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar, s: 213, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 13- Nursî, Bediüzzaman Said, Münâzarât, s: 113, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 14- Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s: 93, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 15- Keşfu'l-Hafa, 1:66-68 16- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s: 259, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 17- Nursî, Bediüzzaman Said, Münâzarât, s: 119; Hutbe-i Şamiye, s: 59-60, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 18- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s: 455, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 19- Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s: 104-105, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul. 20- Şûrâ, 38 21- Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s: 90, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

01.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004