|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Allah'ın ihlâslı kulları ise kurtuluşa erdiler. And olsun ki Nuh, Bize niyaz etmişti; Biz de pek güzel bir şekilde duâsını kabul ettik. Onu ve ailesini o büyük felâketten kurtardık.
Sâffât Sûresi: 74-76
|
30.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Resûlullah, dâvet edilenin, dâvet sahibi din kardeşinden izin alma durumu dışında beraberinde arkadaş götürmesini nehyetti.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3816
|
30.11.2006
|
|
Hıristiyanlar da Risâle-i Nur'u okuyor
Kur’ân-ı Hakîmin bir kanun-u esasîsi olan "Velâ tezirû vâziretun vizra uhra" sırrıyla, "Birisinin hatasıyla başkası, hattâ kardeşi de olsa mes’ul olamaz." Şimdi yüz otuz risalede birtek risalenin yüz sayfasında bir sayfa muannid insafsızların nazarında hatâ bile olsa, o yüz bin sayfa olan yüz otuz kitabı mes’ul edecek dünyada bir kanun var mı? Halbuki bu otuz sene zarfında beş mahkeme aynı kitaplara beraat vermişler. Hem Malatya meselesi münasebetiyle yirmi mahkeme de alâkadar olmuştular. O yirmi mahkeme "Bir suç bulamıyoruz" dedikleri halde ve 600 bin nüshası dahilde ve hariçte intişar ettiği halde hiç kimseye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mektep içinde Nur’un dershânesi diye ayırdıkları yerde Hıristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâmda gayet takdirle intişar etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine göndermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki, elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.
Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâma Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, su-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı su-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i İslâmın her tarafında, belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet dairesini hem şerefini muhafaza ediyor. Hem âlem-i İslâma karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zarurî olduğunu bu noktayı ehl-i vukuf tam nazara alsınlar. Onun için biçare Said Nursî ve Nur talebelerinden yüz derece ziyade Diyanet Riyaseti âzaları, hocaları alâkadar olmak lâzım. Tâ ki, Risale-i Nur dinsizlerin taarruzlarına karşı muhafaza ve himaye edilsin. Mükerrer beraatler verildiği halde intişarına mâni olan desisecileri susturmak lâzım...
Emirdağ Lâhikası, s. 401
|
30.11.2006
|
|
Denizli’de bayram coşkusu
“Bâb-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.
Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüdâ,
Bugün artık
bu hakir bende de ummân olacak.”
Üstadın talebelerinden Hasan Feyzi Yüreğil’in, Üstad Denizli’den ayrılırken bu hasrete dayanamayacağını ifade edip yazdığı meşhur şiirinden aldığımız bu dörtlük ile Denizli ziyaretimizi anlatmak istiyorum.
İman hizmeti için Üstadın yerine canlarını verip şehit olan merhum Hafız Ali ve “Canım sana kurban olacak” diyen Hasan Feyzi Yüreğil’in ebedî vuslatlarının bayram gününde biz de Denizli’deydik. Denizli Ulu Camii’ndeki Kur’ân hatmi ve mevlid davetine icabet etmek üzere yaklaşık elli kişilik bir grup ile Eskişehir’den Denizli’ye yola çıktık. Bu yolculuk sıradan bir yolculuk değildi. Sırf Allah rızası için çıkılmış, mübarek, anlamlı bir yolculuktu. Bu sevinci ve coşkuyu kalbimizde hissederek; Besmelelerle, Âyete’l-Kürsîlerle, duâlarla başladı yolculuğumuz. Gece çıktığımız yolculuk sabaha karşı son buldu. Sabah namazı için mola verdiğimiz Pamukkale ilçesinde henüz güneş doğmamıştı. Ancak gökyüzü nurdan ağarıyordu. Sabah ezanıyla birlikte küçük bir camiye doğru yol aldık. Namaz çıkışında caminin biraz yüksekçe olan önünden baktığımızda manzara görülmeye değerdi. Bembeyaz kayalıklar, kar yağmış görüntüsünde muhteşem bir güzellik sergiliyordu. Sanki bize “Uzaktan bakmayın, yakından bakın” diyordu. Biz de oraya kadar gitmişken yakından görelim dedik ve travertenleri de yakından görüp tefekkür ettik. O sırada güneş de tam olarak doğup bizi ısıtmaya başlamıştı.
Ulu Cami’ye doğru yol aldık. Camiye gelmiştik, ancak vakit erken olduğundan cami açılmamıştı. Biz de kabir ziyaretimizi gerçekleştirmek üzere kabristana doğru yürüdük. Denizli kahramanları diye anılan Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil’in kabirlerini ziyaret ettik. Kabristan, Denizli ve diğer illerden gelen ziyaretçilerle epey hareketliydi. Duâlarımızı gönderip, Kur’ân’dan bölümler okuyup, kısa bir ders yaptık orada. Etrafa sessizlik ve huzur hâkimdi. Ağaçlar, kuşlar, taşlar her biri zikirlerine devam ederken lisan-ı halleriyle orada bulunma amacımızın farkında olduklarını bize hissettiriyorlardı.
Camiye döndüğümüzde kalabalık artmıştı. Çeşitli illerden gelen kardeşlerimizle caminin etrafı canlanmıştı. Tanıdıklarımızla görüşüp hasret gidermek, tanımadıklarımız ile de tanışıp kaynaşmak, kucaklaşmak bizi çok duygulandırdı. Orada bulunmamıza sebep olan Hafız Ali ve Hasan Feyzi Ağabeylerin kahramanlığını ve iman hizmeti için Üstadın yerine canlarını verecek kadar fedakârlıklarını düşündükçe, iman hizmeti için bir araya gelen kardeşlerimizle birbirimize daha da kenetlenmiştik.
Öğle ezanıyla camiyi dolduran müthiş kalabalık, muhteşem bir coşku ve manzara oluşturmuştu. Öğle namazına müteakip mevlid-i şerif okundu. Kur’ân hatmi ve mevlid-i şerif başta Peygamber Efendimiz (asm) ile ashabının, Üstadımızın ve talebelerinin hususan Hafız Ali ve Hasan Feyzi Ağabeyin ruhlarına ulaştırılmış oldu.
Ayrılık vakti yaklaştıkça Denizli’ye ve kalplerimize tatlı bir hüzün çökmeye başlamıştı. Denizli hapsinde yaşananları, ağabeylerin kahramanlıklarını film şeridi gibi gözlerimizden geçirdik. Denizli hapishanesinde Üstada zehirli iğne yapıp öldürmek istedikleri zamanı yeniden düşündük. Zehrin etkisiyle Üstad komada yatarken İslâm Köylü Hafız Ali Ağabey’in kenara çekilerek ağlaya ağlaya, “Yâ Rabbi, onu alacaksan, onun yerine beni al. Eğer o ölecekse, onun yerine ben öleyim” diye duâ edişini duyar gibi olduk. Cenâb-ı Hak duâsını kabul ediyor, biraz sonra hastalanıyor. Revire kaldırıyorlar, orada şehid oluyordu. Cenâb-ı Hak Üstad’a şifa veriyor. Üstad Hazretleri, Hafız Ali’nin son mektubunun altına kendi el yazısıyla “Benim bedelime şehid olan Hâfız Ali” diyor.
Hasan Feyzi Ağabey ise zamanında bir tarikat şeyhidir. Kendi şeyhinin vasiyeti üzerine, zamanın müceddidini aramaya başlar. Üstâd Hazretlerinin Denizli Mahkemesi ve oradaki hapis hayatı, Hasan Feyzi Ağabey’e beklediği fırsatı ve aradığı Üstâdı buldurmuştur. Müridi olan bir zabıt kâtibinin Risâle-i Nurları kendisine getirmesi ile Nurları tanır ve şeyhinin tarif ettiği müceddidin Bediüzzaman olduğunu anlar. “Senin kapında kul olmak sultanlıktan değerli” diyerek tarikatı ve şeyhliği terk eder, Üstad’a talebe olur. Sonra da Üstadına yönelen imha oklarına canını siper ederek, onun bedeline ruhunu Rahman’a teslim eder. İşte böyle bir Nur kahramanını anmak ve ona duâlar etmek için bu güzide topluluk bu güzel menzilde bir araya gelmişti.
Program sona erip herkes dönüş yolculuğuna başlarken, kalplerde ve gönüllerde Bediüzzaman’ın, Hasan Feyzi’nin, Hafız Ali’nin ve diğer nur kahramanlarını aziz hatıraları dolaşıyordu. Herkes bu güzel hatıraların verdiği sürur ve huzur içinde geldiği istikamete doğru dönüş yolculuğuna başladı. Yani ayrılık vakti gelmişti.
Hasan Feyzi Ağabey’in, Üstad Hazretleri için yazdığı destan tadındaki ayrılık şiiri ise kulaklarımızda yankılanıyor, Denizli’den ayrılışımıza eşlik ediyordu.
“Yine göç var” diye Mecnun’a haber verme sakın,
Yine matem, yine zâri, yine efgân olacak.
Açılan ol gül-ü Tevhid, sararıp solsa gerek,
Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak...
|
Mehtap YILDIRIM
30.11.2006
|
|
Mustafa Sungur: ‘Hıristiyan âlemi, hak dine yönelecektir’
Bediüzzaman'ın yaşayan talebelerinden ve yakın hizmetkârlarından Mustafa Sungur, hatıralarını anlattığı Son Şahitler'de, Hıristiyan dünyasının hurafelerden mutlaka sıyrılarak, İslâm’a yöneleceğini ifade ediyordu. Gelin bu satırları birlikte okuyalım:
“1970’li yılların sonunda Amerika'da toplanan İslâm Talebeleri Kongresinde, “Asrımızda İslâmî kalkındırma ve insanlığa topyekün İslâmı anlatabilmek; Müslümanlığın küre-i arzda yegâne hak din olarak benimsenebilmesi için hangi metodu ele alalım?” tarzında, sorulu-cevaplı, izahlı bir toplantı yaptılar. Bunlar arasında Mevdudî modeli, Seyyid Kutup modeli, Hasanü'l-Bennâ modeli gibi modeller görüşüldü.
“Bunlar arasında Türkiye'de, İslâmın yeniden hayatlanmasında büyük rolü olan Bediüzzaman modeli de görüşüldü. Evet, Hz. Üstad’ın tâbiri ile ‘Risâle-i Nur, Kur'ân-ı Kerîm’in bu asrın fehmine bir dersidir’ sözü hak olduğuna göre akl-ı selim sahibi asr-ı hâzır ve gelen nesil, herhalde bundan uzak kalmayacak ve bu Nur'dan gözünü kapayamayacaktır. Mutlaka Hıristiyanlık âlemi, hurafattan sıyrılıp hak dine yönelecektir, inşaallah.
“Sönsün diye üflenirken bilâkis parlayan ve gittikçe yayılan ve âfakı kaplayan Nur... Kur'ân'ın nuru, imanın nuru ve Hazret-i Fahr-i Âlem Muhammed'in (asm) nuru... Dünyanın nihayetine kadar haşmetiyle yanan, insanlığı zulmetten aydınlığa çıkaran Allah'ın Nuru... Ezelî ve ebedî bir Nur-u İlâhî...
“Biz o Nur'un, o İlâhî ve Kur'ânî Nur'un, hayat-ı mâneviye bahşeden feyziyle tecellîsine ilk önce 1946 yılında nâil olduk. Henüz Kastamonu Gölkök Enstitüsü’nden yeni mezun olmuş, kendi köyümde muallimlik vazifesi almıştım. Gerçi okul sıralarında iken 1942 yılında, ‘Kastamonu'da bir hoca varmış, Cennet, Cehennemi görerek kitap yazıyormuş...’ diye okul arkadaşlarıma söylediğimi hatırlıyorum.
“1944 senesinde mezuniyetten bir sene önce stajyer olarak Kastamonu'nun Oğul köyünde bir ay kalmıştım. Oranın muallimi Şevket Bey (merhum) 23 Nisan tatili için Kastamonu'ya gelirken yolda mütemadiyen Hz. Üstad’dan, büyük bir hocadan bahsediyor, uğradığı zulümleri bana anlatıyordu. Demek Rahmet-i İlâhiye bu sûretle ruhumuzda ilk tohumlarını ekiyordu. Mezuniyetten sonra Eflânili muhterem Ahmet Fuat Efendi (emekli muallim) ve Safranbolu'da mukim esnaftan muhterem Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram ve Kastamonu’da ziyaret ettiğim Mehmet Feyzi Efendiler benim ilk ağabeylerim, Nur yolunda öncülerim, uzun yıllar ve daima da istifade ve istifaze ettiğim büyüklerim olarak Rahmanü'r-Rahîm'in rahmetine nâiliyetime vesile oldular. Allah onlardan razı olsun.” (Son Şahitler, 4.Cild, s. 15)
|
30.11.2006
|
|
‘Bediüzzaman bize manevî kuvvet olurdu’
Bediüzzaman'la Afyon hapsinde birlikte kalan 76 yaşındaki Hasan Eminç Amca, Üstadın kendilerine hep sabrı tavsiye ederek manevî bir kuvvet olduğunu anlatıyor.
Şu an İzmir Bornova’da ikamet etmekte olan, Afyon’un Anıtkaya Kasabası’ndan Hasan Eminç’le görüştük. Kendisi 1930 doğumlu. 76 yaşında. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile Afyon hapsinde beraber bulunmuş.
O zamanlar 18 yaşında imiş. Arkadaşının kız kaçırma olayında yardımcı olduğu için ceza almış.
“Afyon Cezaevinde Nur Talebeleri ile beraber kalıyorduk. Bediüzzaman Hazretleri revir kısmında yanlız kalıyordu” diyor. Bediüzzaman bazen revirden çıkar gezinirmiş. Gardiyanlar da buna şaşarmış. Hatta Afyon camilerinde namaz kılıp geldiği söylentileri olmuş.
Eminç, Bornova’ya taşındığı zaman Bediüzzaman’la ilgili hatıralarını çevresine anlatınca, kendisine Atatürk Mahallesinde ayakkabıcılık yapan Ömer Ağabey’i tarif etmişler. “O, Bediüzzaman’ın adamıdır, sen onunla bir tanış” demişler.
Biz de Ömer Ağabey’in dükkânında kendisi ile tevafuken tanıştık. Bu hatıralarını kayda almaya fırsat bulduk.
Afyon hapsinde iken Nur Talebeleri mahkûmlara Elif Ba öğretirler veya dinî bilgiler aktarırlarmış. Tabiî o zaman çok baskı varmış. Gizli gizli yapılırmış bu dersler.
Bediüzzaman Hazretleri de mahkûmlarla görüştüğünde hep sabır tavsiye eder ve “Her şey Allah’tandır, sabredin ve şükredin” dermiş. “Bize manevî kuvvet verirdi” diyor Hasan Eminç Amca.
Hapiste iken yine Afyon’un Kılıçaslan köyünden Ahmet isimli bir mahkûm da orada imiş. Beş kişiyi öldürüp gelmiş. O beş kişi de civarda eşkıyalık yapan ve herkese eziyet eden kimseler imiş. O zamanlar, Ahmet’e de eziyet etmek istemiş ve ailesi için de tehditte bulunmuşlar. O da silâhını kuşanıp o beş eşkiyayı köy odasında öldürmüş. Bu haber duyulunca köylüler ve jandarma demişler ki: “Kardeşim, sen büyük bir iş yaptın. Bizi bu belâdan kurtardın.”
Tabiî mahkemesi devam ediyormuş. Bediüzzaman ve talebeleri Afyon hapsine girince, “Bu zât benim akibetimi belki bilebilir” diye Üstad Hazretlerine “Beni idam ederler mi?” diye sormuş. Bediüzzaman da “Yakında bu milletin başına hayırlı bir devlet adamı geçecek, ezan ve Kur’ân serbest olacak. O zaman sizler de inşaallah kurtulacaksınız” demiş.
Hakikaten mahkeme 25 sene ceza vermiş. 2 sene sonra da Demokrat Parti iktidara gelince, çıkarılan afla diğer mahkûmlarla beraber hapisten kurtulmuş. “O zamanlar çok fakirlik vardı. Bitten, pireden geçilmezdi. Ayağımızda doğru dürüst ayakkabı olmaz, elbiselerimizde yamalar olurdu. 1950’den sonra millet hem ezana kavuştu, hem de fukaralıktan kurtuldu” diye o günleri anlatan Hasan Eminç hatıralarına şöyle devam etti:
“Biz hapiste iken bu muhterem zatla ve onun talebeleri ile birlikte olmaktan çok memnun olduk. Onlardan çok şey öğrendik. Dinî bilgilerimiz arttı.”
Biz de Bediüzzaman’ın hapis için Medrese-i Yusufiye dediğini, insanlık tarihinde Yusuf Peygamber (as) gibi, İmam-ı Azam (ra) gibi zatların hapse girdiklerini ve hapiste Allah’ı ve Ahireti anlattıklarını söyledik. “Evet, Bediüzzaman’dan Allah razı olsun” diye şükranlarını belirtiyor ve kendisini minnetle hatırlıyor. “Cenâb-ı Allah ahirette Peygamberimizin bayrağı altında Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri ile birlikte bulundursun” duâsına hep beraber âmin diyoruz.
Her zaman görüşmek dileğiyle ayrılıyoruz.
|
Salih SÜTÇÜOĞLU
/ BORNAVA
30.11.2006
|
|
|
|