Genelkurmay Başkanı diyor ki: “Silahlı kuvvetlerin tamamının komutanı olarak ben konuşmazsam, dağda-bayırda çarpışan askere, subay-astsubaya, yani orduya, askerlere ne ve nasıl hesap veririm…”
Temel soru budur…
Sadece bu sözler bile “ordunun sosyolojik ve politik anlamda ne denli siyasi bir yapı olduğu”nun göstergesidir.
Bu ülkede bu nedenle Genel Kurmay Başkanları’nın temel endişelerinden birisi ordunun bütünlüğünü sağlamak, bunu “ordu bünyesinin siyasi eğilim ve siyasi taleplerini dengeleyerek izleyerek” yapmak olmuştur.
27 Mayıs darbesi bir grup subayın gerçekleştirdiği, Ankara sokaklarında askeri birliklerin birbirine ateş açtıkları bir darbeydi. 12 Mart Muhtırası ordu içinden gelmekte olan bir başka darbeyi engellemek için verilmişti. 12 Eylül’ü hızlandıran ana faktör de ordu içi kırılma ve bölünme ihtimali olmuştur.
Peki, Türkiye, Türk siyaseti ve demokrasisi, ordunun bu özelliğinden dolayı yarattığı daimi gerginliklere ve yaptığı müdahalelere katlanmak zorunda mıdır?
Bu özelliğin temelinde ordunun kendisini “askeri işlevi”nden çok “siyasi işlevi”yle tanımlaması yatmaz mı?
Bu özellikten doğan sorunun bertaraf edilmesi sistemin sivilleştirilmesi kadar, ordu iç bünyesinin “depolitize” edilmesinden geçmez mi?
Devam edelim…
Sorun her şeyden bir denetim sorunu olarak karşımıza çıkmaz mı?
Ordunun bölünmesinden duyulan endişe, bu bölünmeyi engelleyebilecek denetim mekanizmalarının eksikliğini akla getirmez mi?
Bizim bu sorulara yanıtımız devasa bir “Evet”tir…
Ve bu durumda ilk tartışılması gereken konu, “askerin devlet içindeki özerkliğini besleyen, bu kurumu fiili denetime kapatan ve bu kuruma siyaseti fiilen denetleme imkanı veren ‘aşırı merkezi’ yapısıdır”. Yani Model Batı ordularının uygulamanın tam tersine Türk Genelkurmay Başkanı’nın “silahlı kuvvetlerin tamamının komutanı” olmasıdır. .
Yeni Şafak, 1.11.2006
|