Şunun şurasında, Avrupa Komisyonu’nun “Türkiye İlerleme Raporu”na bir hafta kaldı ve ortada herhangi bir “ilerleme” görülmüyor. Reform sürecini savsaklamak ya da eski enerjisini yitirmiş olmakla eleştiren hükümette bir gayret de gözükmüyor.
Tersine, iç politika tribünlerine dönük incir çekirdeğini doldurmayacak laflarla vakit geçiriliyor sanki. 301 konusundaki katı tutumuyla Türkiye’nin başının gereksiz yere ağrımasında önemli ölçüde hisse sahibi olan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 301’in üzerinden “şöhret elde etmek isteyenler” olduğundan söz ederek, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’a göndermede bulunuyor.
“Kim 301’den bir şey oluyorsa, bir Batı ülkesinden hemencecik bir ödül veriyorlar.”
(...)
Siz dünya çapında bu kadar tanınmış isimleri, 301’den yargılarsanız, bu olay da dünyanın her yanında, Türkiye’nin “demokrasi uygulaması” ve “yargı sistemi”nin üzerine düşen bir “kara leke” olarak yankılanır ve “ifade özgürlüğü” konusu da, gelir Avrupa Birliği’nin gündemine 301’le ilişkili olarak girer.
Bunda şaşacak ne var? Ondan sonra kalkıp, kafayı 301’e yoracağınıza, bir de uluslararası ödül kazandılar diye bu kişileri “manevi suçlu” halinde sunarsanız, Türkiye’de özgürlüklere nasıl yol aldıracağız. Çiçek’in ikide bir ileri sürdüğü, “Onların yasalarında da benzeri maddeler var” savının geçerliliği olabilir mi? Hangi AB üyesi ülkede, o ülkenin uluslararası kalibredeki ünlü yazarları ve aydınları, o “benzer maddeler”den yargı önüne çıkarıldılar?
***
Bu kakafoniye, anlamsız bir şekilde zaman zaman Başbakan Tayyip Erdoğan da dahil oluyor. Bayram günlerinde, 301 konusunda herhangi bir çalışma olmadığını söylerken, kendilerine bu konuda hiç somut öneri yapılmadığını bildirdi. Yasa değişikliği hazırlamak durumunda olan kendileri. Birilerinin ellerine, “şu 301 şöyle değiştirilsin” diye yazılı bir metin mi vermesi gerekiyor? Bu konunun, AB zemininde ne kadar öncelikli olduğunu, önceki hafta gittiğimiz Lüksemburg’taki toplantıda bizzat gözlemledik. Abdullah Gül bilmiyor mu? Tayyip Erdoğan’a anlatmadı mı? Başbakan’ın sevdiği bir cümle var. “Kopenhag Kriterleri’nin yerine Ankara Kriterleri’ni koyar, yolumuza devam ederiz.” Bu laf tabii. İç politikada, kulaklara hoş gelen bir melodi ve AB’ye karşı “yaralı onurlar”a sürülen bir merhem cinsinden. Ama doğru değil. Kopenhag Kriterleri’ni bile doğru dürüst yerine getiremeyen bir ülkede, Tayyip Erdoğan’ın bile fazla kalamadığı, boğucu-baskıcı siyasi hava kirliliğinden muzdarip Ankara’nın hangi kriteri, bir “demokratik oksijen” olabilir ki? Tayyip Erdoğan, şimdi de “Maastrich Kriterleri olmazsa İstanbul Kriterleri’ni uygular, yola devam ederiz” cinsinden yeni ve hoşuna gittiği besbelli yeni bir cümle üretti. İçi doldurulamayan, tanımı yapılamayan Ankara-İstanbul kriterlerinden söz edeceğinize, var olan ve Türkiye’nin önünü açacağı besbelli mevcut kriterlere, Kopenhag ve Maastricht’e uyum sağlamaya çalışsanız ya.
Yakın geçmişte burun kıvırdığımız Yunanistan bile Maastrich kriterlerini Simitis döneminde uygulamayı başardı. Türkiye niçin başaramasın? Asıl önemlisi, bu tür içi boş “retorik”le zaman yitirmek. “Türkiye ilerleme Raporu”na bir hafta var, AB Zirvesi’ne ise yaklaşık bir buçuk ay. Türkiye’yi haklı bir zemin üzerinden-altını çiziyoruz: haklı bir zemin üzerinden sürekli kusurlu, gedikli bir ülke olarak eleştiri altında bırakmanın ne yararı bulunuyor? AB’ye karşı biz Türkiye olarak, AB’nin ayıplı yanları, gedikleri nedeniyle çok haklı kozlarla silahlanabilecek durumdayken, niye silahsızlanalım?
***
Bütün bunlar, bir “tren kazası”na doğru hızla yol aldığımız düşünülerek yapılmış eleştiriler değiller. Zira, başta bir “tren kazası” olacağı kanısında değiliz. Bunu, sadece Türkiye değil Avrupa Komisyonu da istemiyor ama bizce daha önemlisi, 2006 sonunda, mevcut “uluslararası siyasi iklim” ve özellikle Ortadoğu’daki gelişmeler göz önüne alındığında, Avrupa’nın da bunu göze alabileceğini hiç sanmıyoruz. Yani, sorun, AB ile “müzakerelerin askıya alınacağı” endişesinden kaynaklanmıyor. Çünkü, müzakereler, zaten fiilen askıda. Fiilen durmuş, yürümez vaziyette.
Sorun da bu zaten. Türkiye’nin tıkanması görüntüsü. AB’de yeterince hatta gereğinden de çok “Türkiye karşıtı” mevcut. Türkiye’de de AB karşıtı. Her ikisi, zımni ve kutsal ittifak içinde, aslında bir “balayı” yaşar durumdalar.
Böyle bir dönem, Türkiye’ye zarar vermesi bir yana; eninde sonunda “siyasi kabağın” Ak Parti’nin başında patlayacağı anlamına geliyor. Ama Ak Parti’nin başındakiler, bunu görmüyorlar ya da buna bir şeyler demiyorlarsa, bize de “Ankara ve İstanbul Kriterleri”nin uygulanmasını beklemek düşecek demektir...
Bugün, 1.11.2006
|