Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ağar’ın çıkışı

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, son iki haftanın gündemine damgasını vurdu. Söyledikleriyle herkesi şaşırttı, kendisinden hiç beklenmeyen sözler sarf etti. Güneydoğu siyasetine dönük açılımıyla ezber bozdu. ‘Dağda savaşacaklarına ovada siyaset yapsınlar’ dedi.

Ağar, özellikle güvenlik konularında devlet politikalarına yakın duran isim olarak bilinir. Toplumdaki imajı böyledir.

Bir zamanlar bölücü terör örgütüyle en sert mücadeleyi yapan ekibin başında o vardı. Polis kimliği nedeniyle ‘derin devlet’le sürekli ilişkilendirildi. Susurluk olayıyla irtibatlandırıldı. Milletten devlete doğru yürüyen ‘Demirkırat geleneği’nin günümüzdeki uzantısı durumundaki DYP’nin başına geçince devlet ağırlıklı kimliği ilk başlarda yadırgandı.

DYP’nin devlet partisi görünümüne bürüneceği varsayıldı. Kabul etmeliyiz ki öyle olmadı. Başörtüsü konusunda farklı ses verdi. Bu çıkışı birçoklarını şaşırttı. Yasağı, sorun olarak gördüğünü açıkladı ve DYP olarak çözüm için her türlü formüle destek vereceğini ilan etti. Bu hem DYP hem de Ağar için önemliydi. Toplumsal bir yara haline gelen başörtüsü konusunda tercihini klasik devlet çizgisinin yerine halktan yana koydu.

Ramazan’da bölge şehirlerini ziyareti sırasında bölücü terör ve Güneydoğu sorununa ilişkin söyledikleri yeni ve oldukça farklıydı. Zaten çok da ses getirdi. Geldiğimiz noktada eski, bilinen sözleri tekrarlamanın anlamı yok. Bir sonuç vermediği de ortada. Eski politika iflas etti. Maalesef Türk siyaseti askerî seçenek dışında sosyal ve siyasi alanlarda açılım yapmakta zorluk çekiyor.

Her defasında sorunun sadece askerlere bırakılmayacak kadar derin ve ağır olduğu vurgulanır, bazı arayışlara da girilir; ancak hiçbir ilerleme sağlanmaz. Siyaset, bilinen sözleri aynen tekrarlar, klasik politika değişmeksizin sürer gider. Sorun yalnızca askerî formüllerle olsaydı, bugüne kadar mesafe alınması gerekirdi.

Yıllardır meydan tümüyle askerlere terk edildi. Şartların da etkisiyle siyaset uzak durdu. Bölge siyaseti yapan malum parti dışındaki diğer partiler bölge üzerine siyaset yapamaz hale geldi. Son dönemde alternatif olarak biraz AK Parti etken, o kadar. Çoğu partinin bölgede teşkilatı bile yok. Parti çalışması yok, liderlerin gezi programları bölgeyi kapsamıyor.

Hatırlanacaktır, Başbakan Erdoğan yaklaşık 1 yıl önce Diyarbakır’a büyük bir çıkarma yaptı. Bölge sorununa yeni yaklaşım yolları aradı. Ancak yalnız kaldı, söyledikleri çok farklı yönlere çekildi. Bu ortamda DYP lideri Ağar’ın yeni ve farklı ses olarak ortaya çıkması, hem sorunun aşılması bakımından önemli hem de bölgede siyasetin normalleşmesi açısından…

Sonuç verir vermez ayrı bir olay; ancak bu yolda adım atmasını, çözüm için arayışa girmesini kesinlikle olumlu değerlendirmek lazım. Türkiye kanamalı bir hasta gibi bu sorunla daha ne kadar yaşayabilir? Mutlaka çözüm yolları üretmek zorunda.

Mehmet Ağar’ın çıkışına Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın gösterdiği tepki sertti. Büyükanıt Paşa bölücü terör örgütüyle yıllarca mücadele eden, şehit veren kurumun başındaki bir isim olarak Ağar’ın söylediklerine katılmayabilir, bu normaldir de. Düşüncelerini bir muhalefet partisini hedef alacak biçimde kamuoyu önünde yüksek sesle dile getirmesi doğru değil. Başka yol bulmalıydı. DYP lideri Mehmet Ağar’ın çıkışını ben ‘AK Parti ile koalisyon hesabı’ olarak görmüyorum. Bunun ötesinde anlamı olduğunu düşünüyorum. Son çıkışıyla DYP’nin üzerindeki devlet görüntüsünü de sildi. Doğrusu her açıdan kârlı çıktı.

Zaman, 27 Ekim 2006

Mustafa ÜNAL

28.10.2006


 

Mehmet Ağar

Başka ülkelerde nasıldır bilmiyorum, ama biz toplum olarak siyasetçinin samimiyetini sorgulamaya pek düşkünüz. Hep bir takiye korkusu içinde yaşıyor, burnumuz havada sürekli koku almaya çalışıyoruz: Acaba samimi mi; ne kadar samimi? Yoksa takiye mi yapıyor?

Aslına bakarsanız, demokratik siyaset içinde, siyasetçilere yönelik bu niyet sorgulamasının, sürekli kafasının ardındakini keşfetme merakının pek bir faydası olduğu söylenemez. Çünkü siyasetçinin gerçekte ne olduğunun, gerçekte neyi istediğinin, kafasının ardındaki özlemlerin, niyetlerin pek bir önemi yoktur. O, kafasının içinde kaç tilki dolaşırsa dolaşsın, nihai olarak ancak “mümkün olanı” yapabilir. Eğer yeteri kadar akıllıysa ve çaplıysa, mümkün olanın ne olduğunu herkesten iyi bilir; kendisini iktidara taşıyacak olan toplumsal dalgayı herkesten önce görür; kendini bu dalganın yönüne göre ayarlamayı ve o dalganın üzerine oturarak iktidara gelmeyi iyi becerir. Mesele iktidara gelmekle de bitmez; iktidar olduktan sonra da konjonktürü kollamak, kendisini iktidara taşıyan toplumsal dinamikleri gözetmek ve o dinamiklere ters düşmemek zorunda olduğunun farkındadır.

Bunları söylerken, siyasetçinin öz geçmişinin hiç önemi yoktur demek istemiyorum elbette. Siyasî formasyonunun hangi koşullarda şekillendiği, geçmişte neler yaptığı, nasıl bir siyasi kültürün içinde yoğurulduğu...

Bütün bunlar, onun bugününü anlamamız için bir ölçüde önemlidir. Ama sadece bir ölçüde!

Sözü buradan Mehmet Ağar’a getirecek olursak...

Mehmet Ağar’ın içinden geldiği siyasi geleneğin her zaman ikili bir karakteri olmuştur. Bu hareket bir yanıyla devletçi(...), bir yanıyla da sivil, halkçı bir karakter taşımış; içinde bulunulan siyasi-toplumsal şartlara göre bu özelliklerden biri ön plana çıkmıştır.

Dolayısıyla, eğer bugün Mehmet Ağar, sözkonusu siyasi çıkışları yapıyorsa, buradan çıkarılacak en önemli—ve tabii en sevindirici—sonuç, içinde yaşadığımız toplumsal iklimin- gayet günlük güneşlik olduğudur.

Şimdiye kadar AK Parti’ye karşı muhalefet yürütmeye çalışan partilerin izledikleri çizgiye ve aldıkları sonuca bakın: CHP 28 Şubat’tan beri resmen gericileşmiş, demokrasinin karşısında saf tutmuş, laiklik temelinde kutuplaşma yaratarak güç toplamaya çalışıyor: Geldiği nokta ortada... Milliyetçiliğin yükseldiği söyleniyor, ama milliyetçi partilerin ve oluşumların oylarını pek kıpırdatabildikleri yok.

Bir tek Ağar’ın DYP’si yükselişte görünüyor.

Neden?

Çünkü AK Parti’nin dört yıllık iktidar döneminde sadece Ağar; o da ancak son zamanlarda, AK Parti’yi onun daha gerisinden bir noktadan değil, onunla aynı platformda, demokrasi platformunda yer alarak eleştiriyor.

İktidarı demokrasi noktasında aşmaya yönelik çıkışlar yapıyor. Ve bu çıkışlar onu yükselişe geçiriyor. Yıllardır CHP’nin muhalefet yapmak adına temcit pilavı gibi tekrarlayıp durduğu “laiklik gidiyor, şeriat geliyor, Sevr hortluyor” klişelerine hiçbir prim vermeyen kamuoyu, ilk defa olarak, muhalefetini demokrasi temeline oturtan, AK Parti’yi demokrasi açısından eleştiren bir ses duyunca kulaklarını kabartmış pür dikkat dinliyor.

Bence Ağar’ın son çıkışlarının ortaya koyduğu en önemli gerçek bu ve bu gerçek, onun öz geçmişinden daha belirleyici.

* * *

DYP’nin çıkışları üzerinde düşünürken ister istemez aklıma geliyor: Acaba CHP kurmaylarında Ağar olayını bir de böyle okuyacak bir sağduyu kalmış mıdır? Ya da biraz olsun pişmanlık?

Cumhuriyet kadar eski bir partiyi bu hallere düşüreceğimize, keşke biz de Ağar’ın yaptığını yapsaydık pişmanlığı? Benimki sadece bir merak işte. Umut içermeyen, pratik karşılığı olmayan sıradan bir merak...

Bugün, 27 Ekim 2006

Gülay GÖKTÜRK

28.10.2006


 

İşler kötü gidiyor

Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso, Türkiye’deki reformların son derece ağır ilerlediğini belirterek “işler kötü gidiyor” dedi.

İşlerin kötü gittiğini onlar dışarıdan görüyor, ama Ankara görmemekte direniyor.

Aslında Ankara, Cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçime kilitlenmiş durumda. Bu tür kilitlenmeler hem işlerin kötü gitmesinden kaynaklanır hem de işlerin daha kötüye gitmesine yol açar.

Avrupa Birliği üyeliği, bütün Türk toplumunun geleceğine ilişkin olarak; toplumsal, hukuksal, siyasal ve ekonomik ilerlemenin güvencelerini içeren bir projeydi. Bu projeyi toplumun geniş kesimleri benimsemiş, bu yolda bazı takıntılarından bilerek fedakârlık etmişti.

Şu anda Avrupa Birliği üyeliği, toplumun bilincinde “gerçekleşmesi imkânsız” sınıfına inmiştir. Bu, yine önemli bir proje için inancın yok olması ya da en dibe inmesi anlamına geliyor.

İnanç ve güven krizinin sorumlusu tabii ki Ankara’dır. Topluma doğru mesajları vererek, gerçek bir toplumsal seferberlik ortamı yaratamayan Ankara’nın öncelikle kendisinin ileri bir Türkiye’ye inanması gerekiyor.

***

İşlerin kötü gittiğini her zaman Ankara’ya bazı yabancıların söylemesi gerekiyor. Yoksa Ankara, kendi kendimize kaldığımızda halinden memnundur, çünkü içeriden yükselen sesleri asla duymamak yeteneğine sahiptir.

İçeriden yükselen herhangi bir ses Ankara’yı uyarma ve uyandırma şansına sahip değildir.

Çünkü bu sesler her zaman bir tür iç düşman olarak görülür, art niyetli olarak görülür, “entel hezeyanı” olarak nitelenir ve duymazdan gelinir.

***

Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği yolunda ciddi şekilde ilerlemediği sürece yabancı sermaye yatırımları gelmeyecektir. Bu, iki kere iki dört durumudur. Yatırımlar gelmediği sürece de Türk ekonomisi yerinde saymaya devam edecektir.

Yatırımlar gelmediği sürece işsizlik artacak, suç artacak, seri katiller çoğalacaktır. Bu da iki kere iki dört durumudur.

Evet işler kötü gidiyor. Ama Ankara ne yapacağını da bilmiyor, ne yapmaması gerektiğini de bilmiyor. Ankara’nın bütün önemli başları Cumhurbaşkanı seçimine ve genel seçim oyunlarına kilitlenmiştir.

İşlerin kötü gitmesine şaşıracak bir durum yok. En azından biz bu duruma belki yüzlerce kez tanık olduğumuz için şaşırmıyoruz. Ama yabancılar şaşırıyor. Şaşırmaya devam etsinler.

Vatan, 27 Ekim 2006

Oktay AKBAL

28.10.2006


 

Yoksa laikçilerimiz komünist mi?

ABD Başkanı John F. Kennedy, 20 Ocak 1961 tarihli ünlü ‘göreve başlama’ konuşmasında şöyle diyordu: “Atalarımızın uğrunda mücadele ettiği devrimsel düşünce, bugün dünyada yayılıyor: Bu, insan haklarının, devletin bonkörlüğünden değil, Tanrı’nın elinden kaynak bulduğu inancıdır.”

Kennedy’nin bu sözleri, Amerikan ve Sovyet devletlerinin temel felsefeleri arasındaki farka vurgu yapıyordu. Harvard Üniversitesi hukuk profesörü Harold J. Berman’ın ifadesiyle, ABD’de, ‘Bireylerin temel haklarının devletten bağımsız olarak var olduğu’ kabul edilegelmişti. ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nde ‘İnsanların... Yaratıcıları tarafından verilmiş asla çiğnenemez haklara sahip oldukları’ yazılıydı. Marksist-Leninist ideolojiye dayalı olan Sovyetler Birliği’nde ise ‘tüm haklar devlet tarafından verilmiş ve dolayısıyla devlet tarafından geri alınabilir’ nitelikteydi.

İnsan haklarının kaynağı arasındaki bu iki farklı yaklaşım, Cumhurbaşkanımız Sayın Sezer’in geçen haftalarda yaptığı ‘temel hak ve özgürlüklerin laik Cumhuriyet’in gereklerine göre sınırlandırılabileceği’ şeklindeki yorumu üzerine aklıma geldi. Kendisi bunun farkında mı, bilmiyorum, ama sayın Cumhurbaşkanı’nın siyasi felsefesi Sovyet Birliği’ninkini andırıyor.

Son haftalardaki ‘laiklik uyarılarına’ baktığımızda, sadece insan haklarında değil başka alanlarda da Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisi olan komünizmi çağrıştıran unsurlarla karşılaşıyoruz. Sayın Sezer, ‘uluslararası tekelci sermayenin, özelleştirme yöntemiyle iç pazarı ele geçirmesinin ulusal ekonomiye zarar vereceğini’ söylüyor ki, bu düşünce, Lenin’in ünlü ‘emperyalizm teorisi’nde sözünü ettiği ‘sermaye ihracı’ kavramıyla pek bir örtüşüyor. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu’nun ‘emperyalizm ve evrensel kapitalizm’i düşman ilan etmesi de aynı paralelde.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ise komünizmin bir diğer unsuru olan ‘bilimcilik’le yoğrulmuş şeyler söylüyor. ‘Rasyonalizm’ ve ‘pozitivizm’i övüyor ve 19. yüzyılın ilk yarısında pozitivist felsefe üzerine bir ‘insanlık dini’ kurmuş, kendisine de ‘Pozitivizmin Papası’ adını vermiş olan Auguste Comte’u referans veriyor. Comte, aynı zamanda demokrasiye karşı çıkmış, bunun yerine ‘hiyerarşik bir elitler yönetimini’ savunmuş bir düşünür.

Tüm bunlar gerçekten çok enteresan... Anlaşılan Devlet Bakanı sayın Abdüllatif Şener “Her Mülkiyeli biraz komünisttir” derken mübalağa etmemiş. Veya eski Brüksel Büyükelçisi emekli diplomat Temel İskit: “Laikçi cephe bizi Kuzey Kore yapmak istiyor” derken, (Radikal, 5 Haziran 2006) abartmamış. Türkiye’nin ‘mülkiyelilik’le sembolize edilen bürokrasisinde ve ‘laikçi cephe’nin diğer cenahlarında, komünist ideolojinin; otoriter devlet, kapalı ekonomi, din özgürlüğünün sınırlanması, bilimin dine alternatif yeni bir inanç sistemi olarak algılanması gibi temel unsurları var (Tabii bu ‘Sovyetik’ değil ‘yerli’ bir komünizme karşılık geliyor, ‘Kadro’ dergisi veya Doğan Avcıoğlu tarafından geliştirilen türden).

Kimi devlet büyüklerimizde böyle bir ideolojik eğilimin varlığı ise aslında başlı başına sorun değil. Hepsi okuyup-yazan insanlar; elbette fikirleri olacak. Sorun, bu ideolojik eğilimin ‘Cumhuriyet’in temel nitelikleri’ne teşmil edilip, tartışılmaz birer ilke halinde önümüze konması.

19. yüzyılda üretilmiş, 20. yüzyılda çürümüş olan pozitivizm, sosyalizm, ekonomik izolasyonizm gibi anlayışların 21. yüzyılda ‘ilericiliğin’ gereği gibi sunulması, bunların tartışılmasının bile ‘irtica’ sayılması ise aslında trajikomik bir durum.

Kuşkusuz vatandaşların çoğu söz konusu ideolojiye itibar etmiyor. Örneğin ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, insan haklarının devlet değil Allah tarafından verildiğine ve devletin bunları geri alma yetkisi olmadığına inanıyorum. Laik devletin hem ilahi dinlere, hem de ateist felsefelere (örneğin pozitivizme) eşit mesafede durması gerektiğini düşünüyorum. ‘Evrensel kapitalizm’le iç içe olan Güney Kore’nin kalkındığını, ona set çeken Kuzey Kore’nin süründüğünü görüyor ve seçimimi birinciden yana yapıyorum. Dahası, ülkem ‘İslami kapitalistler’ tarafından zenginleştirilir ve ‘Müslüman demokratlar’ tarafından Avrupa Birliği’ne taşınırken, bazı üst düzey devlet memurlarının sahip olduğu laikçi/sosyalist ideolojinin ‘terakkiye mani’ olmasından ciddi şekilde endişe ediyorum. Asıl ‘irticai tehlike’yi de bu ideolojinin tartışılmasında değil tartışılmamasında görüyorum.

Bir vatandaş olarak bu fikirleri her düzeyde savunma hakkım var mı? Böyle düşünen milyonlarca vatandaş aynı hakka sahip mi? Bizi temsil etsinler diye parlamentoya seçtiğimiz milletvekilleri, siyasi iradeye tam olarak sahipler mi?

Demokrasi, bu sorulara Evet’ dendiği yerde başlar. ‘Hayır’ dendiği yerde ise çoktan bitmiştir...

Radikal, 27 Ekim 2006

Mustafa AKYOL

28.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004