|
|
|
Ağar: Kodu mu oturtan paşa cephede olur |
* Genelkurmay Başkanı’nın size muhalefet yapmasını nasıl karşıladınız?
-Benim siyaset alanımı ben ve millet belirler. O alanı asker belirleyemez. Ben bu coğrafyada ordunun ne demek olduğunu en iyi bilenlerden biriyim. Ordusuz bir devlet idare edilemez. Ama siyaset alanımı ben tanzim ederim. Siyaset bir özgürlük alanıdır. Herkesin istediği gibi kısıtladığı bir alan değildir. Kararı ben veririm. (...)
* Ya siz başbakanken asker siyasete karışırsa? Büyükanıt “O zat hükümette olsa da biz konuşuruz” diyor.
-Hükümetteyseniz askerin konuşmasına gerek bırakmayacaksınız. O da konuşmayacak. Türkiye’yi iyi idare edeceğiz. Önerilerini isterlerse söylerler. Asker bu ülkenin en önemli kurumu. Siviller ve siyasiler inisiyatifle bir beladan, PKK’dan bu ülkeyi kurtarmamız lazım. Bu olayı sadece asker ve polisin sırtına sararsan o zaman konuşurlar.
* Büyükanıt’ın çıkışına şaşırdınız mı?
-Hazırlıklıydım. Beni herkesin iyi anlaması lazım. Beni kırmak iyi bir şey değildir.
* Kırdı mı sizi Büyükanıt?
-Hiç fark etmez. Şaşırmadım. Biz siyasette milletin gösterdiği yolda devam ediyoruz. İnandığım bir işi sonuna kadar savunurum. Toplumun en büyük gerilimini ortadan kaldırmaya çalışıyorum, beni küçük gerilime ve kavgaya sokmaya çalışıyorlar. Kavgadan korkan adam değilim ama doğru değil. Seslendirdiklerim mecburi bir ihtiyaçtır. Bir başkası zorlanacaktır ve gereken cesareti benim kadar gösteremeyecektir. Ben bu işe yüreğimi koydum. Beni siyasete millet getirdi öyle tepeden inmedim. O yüzden beni iyi anlamaya çalışsınlar. Beni gerilime sokmasınlar. Arkamda halk gücü var. Herkes meseleyi iyi kavramalı. Geri adım atmam. Meselem kurumların ahengini yerli yerine oturtmaktır.
* Büyükanıt’ı sonra aradınız mı?
-Aramadım. Aramam için sebep yoktu.
* Büyükanıt’ın “Cumartesi Anneleri” iması için de diyorsunuz?
-Ben anaları ayırmam. Ben bu acıyı yaşamış birisiyim. Farklı bir şekilde olursa olsun. Ben o analardan birisiyim. (...)
* Cumartesi Anneleri imasının içinde gizli bir tehdit yok mu?
-Hiç kimse beni tehdit edemez. Böyle bir şans yok. Ben Allah’a inanmış bir insanım. Ben doğru gördüğüm şeyleri söylüyorum.
* Büyükanıt’ın açıklamaları karizmanızı çizdi mi?
-Onu günü geldiğinde göreceğiz. Kimin karizması duruyor. Ben buradayım.
* Halk demokrasi istiyor diyorsunuz. Peki ya “Kodu mu oturtan Paşa” isteği?
-Halk öyle paşayı cephede, mücadelede ister. Şimdiye kadar da cephede hep onları alkışlamıştır. Kodu mu oturtan paşa cephede olur. Halk öyle paşayı Türkiye’nin bütünlüğüne insanlığa ve milletine karşı tecavüze, saldırıya karşı ister. Halk öyle kahramanı ancak cephede dinler.
* Asker karşıtlığınız parti içerisinde tepki alabilir, bundan çekinmiyor musunuz?
-Asker karşıtlığı ile benim adım yan yana gelmez. Biz Türkiye’de terörün zirvede olduğu yıllarda bugünkü komuta kademesiyle teröre karşı omuz omuza mücadele ettik. Yarın başka çare kalmazsa yine en büyük desteği benden alacaklarını en iyi o kahraman komutanlar bilir. Ama bu milletin isteğini seslendiriyorum. Asker hepimizin güvencesi bu ülkenin bekçisi. Ama biz de bu ülkenin değerlerine bölünmez bütünlüğüne ve demokrasisine herkesten daha çok sahip çıkmak zorundayız. (...)
* Büyükanıt’la dost değil miydiniz?
-Olabilir farklı konularda herkes farklı düşünebilir. O düşünceler insanların kişiliğiyle ilgili kanaatleri değiştirmez.
* Dostluk devam eder mi yani?
-Beni kimse kırmasın. Sonu iyi olmaz. Söyleyeceğim odur.
* Ağar’ın büyük şehirlerde oy problemi vardı, “düz ova” çıkışıyla onu yakaladı diyorlar. Doğru mu?
-Biz büyük şehrin varoşlarında zaten vardık. Örgü örgü örüyoruz; böyle çıkışlar orası için değil herkes için. 4 yıldır ciddi çalışıyorum. Millet bizi görüyor, hedefimizin demokratik bir ülke olduğunu görüyor.
* Madem bu kadar demokratik bir yaklaşımınız var, niye hâlâ Kürt sorunu demiyorsunuz da “Güneydoğu sorunu” diyorsunuz?
-Kelimeleri kullanıp arkasını doldurmamayı sevmiyorum da ondan. Kelime reformcusu değilim, kelime arkasına saklanmam, icraat yaparım.
* Ne zararı var Kürt sorunu demenin?
-Sorunun ismini öyle koyuyorsunuz sonra oturup bakıyorsunuz gökteki yıldızlara. Bir yere varmıyor yani. Türkiye birilerinin zorlaması, dayatması üzerine değil kendi meselesini kendi çözen ülke olmalı. Temeli gücü demokrasidir. Başka hiçbir güç yoktur.
Sabah, 23 Ekim 2006
|
Konuşan: Balçiçek PAMİR
24.10.2006
|
|
|
Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Suavi Aydın: Çok konuşan Genelkurmay Başkanı sevimli olm |
Genelkurmay Başkanı, açıkça Ağar’ı hedef alarak polemiğe girdi. Sanırım ilk kez, hem iktidarla hem muhalefetle polemik yapan bir ordu yönetimiyle karşı karşıyayız. Genelkurmay ne yapmak istiyor?
Genelkurmay Ağar dahil bütün siyasete mesaj veriyor. ‘İktidar alanıma kimseyi karıştırmam, Kürt sorununda kararı ben veririm’ diyor. En azından kamuoyuna böyle bir görüntü veriliyor. Oysa Kürt sorununun ipleri sadece Genelkurmay’ın ve güvenlik sektörünün elinde değil. Kürt sorununu tek başına güvenlik sektörü çözemez. İşler o kadar giriftleşti ki... AB süreci var, dış dünya var... Sorunun çözümü için bu faktörlerle de müzakereler yürütülüyordur. Çünkü hem Kıbrıs hem Kürt meselesi çok uzadı ve ikisi de Türkiye’nin önünü tıkıyor. Bu ülkede AB sürecini durdurmayı Genelkurmay dahil hiçbir aktör göze alamaz. Çünkü bu sürecin durması demek Türkiye’nin krize sokulması demektir. (...)
Ağar, Genelkurmay Başkanı’nın tepkisinden sonra önce bir durakladı ama sonra yeni önerisinin arkasında tavizsiz duracağını gösterdi. Genelkurmay Ağar’la kavgasını sürdürür mü?
Zannetmiyorum. Çok riskli bir şey bu. Sürekli konuşan bir Genelkurmay Başkanı hiç kimse tarafından sevimli bulunmayacaktır. Bir imaj problemi çıkar burada. Kürt meselesi artık uluslararası bir mesele olmaya başladı. Amerikalı koordinatör, Barzani’si, Talabani’si bir sürü adam konuşuyor. Bu ortamda asker olarak siz konuşsanız bile durumu kontrol edemezsiniz. Konuşmakla iş hallolmuyor. (...)
Ordu, Ağar’ı bile böyle kolay suçluyorsa başka politikacıları daha da beter suçlayacak demektir. Bu tavır, diğer politikacıları geriletir mi yoksa böylesine kolaycı ve inandırıcılığı da epey az suçlamalar diğer politikacıları da cesaretlendirir mi?
Cesaretlendirir. Çünkü Ağar bunu söylüyorsa, diğerleri haydi haydi söyleyeceklerdir.
Peki ordu neden bu kadar kolay siyasi kavgaya giriyor?
Çünkü siyasetçilerin girmemesini düşündükleri alanlar var. Cumhuriyeti korumayı kendisine görev edinmiş olan Kemalist elit, Türkiye’nin Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi temel meselelerini ‘orası milli politika alanı’ diyerek siyasetçilere kapatıyor. Bu ülkede milli politikaya asker ağırlıklı bürokrasi karar veriyor. Mesela Milli Siyaset Belgesi diye bir şey var, Meclis’in ve çoğu bakanın bundan haberi yok. Zaten Milli politika diye belirlenen alanlarda farklı söz söyleyenler hain diye niteleniyor. Aslında Türkiye’de bütün mesele, bu alanların siyasete açılmasıdır. Bütün kavga buradan çıkıyor. Siyaset belirleme tekelini elinde bulunduran kesimle, bu alana girmeye çalışanlar arasında bir kavga yaşanıyor. Demokratikleşme demek olan AB projesi de, siyasetçinin bugün giremediği alanlara girebilmesinin bir yolu oluyor. Temel alanlarda siyaset belirleme tekelini elinde bulunduran kesim, iktidarının azalmaması için AB karşıtı bir pozisyon alıyor. Aslında biz Güneydoğu’da hâlâ ne yaşandığını bilmiyoruz.
Neyi bilmiyoruz?
Operasyonlar nasıl yapılıyor, ne kadar birlik oraya kaydırılıyor, orada ne bütçeler harcanıyor, aşiretleri tekrar canlandıran koruculuk sistemi neler yapıyor? Bunları bilmiyoruz. Bunlar bize kapalı alanlar. Şemdinli’de yapılan gizli operasyon da zaten olayın suçüstü yapılmasıyla tesadüfen ortaya çıktı. Bunu öyle üç, beş adamın kendi kafasından yapmadığı ortada. Bu operasyon biçiminin orada yer yer yapıldığı anlaşılıyor. İçinde askerin, ve yargının bulunduğu blokun, son dönemde bu kadar sert tepki vermesinin ve kendisini kamuoyunda böyle yeniden göstermesinin nedeni belki de bazı şeylerin Şemdinli dolayımıyla ortaya çıkmasıdır.
Radikal, 23 Ekim 2006
|
Konuşan: Neşe DÜZEL
24.10.2006
|
|
|
Bayram olsun! |
Bayramlar da devlet adamları gibi ikiye ayrılır bizde: Dindar olanlar-laik olanlar...
“Laik olan dindar olmaz” anlamı çıkmasın bundan...
Lakin bu sıfatlarla anılan adamlar kadar farklıdır birbirinden; “resmi” ve “dini” bayramlar da...
19 Mayıs Kurban’a benzemez... 29 Ekim Şeker’e...
Cumhuriyetin bayramları göğüs kabartıcı, göz yaşartıcıdır biraz... gündüz geçit törenli, tanklı topludur; gece fener alaylı, balolu, balonlu...
Dev Atatürk resimleri giydirilmiş binalar, upuzun nutuklar, “rap rap” yürüyen ordular, semada çelik kanatlardır “resmi bayram; madalyalı gaziler, çığlık çığlık şiirler, haftalar öncesinden ödevler, uzayıp giden törenlerdir.
* * *
Dini bayram öyle değil... Daha yaşlı bir defa... Asırlardır kutlanagelmişliğin verdiği bir tevekkül var üzerinde; daha sivil, daha sakin, daha sessiz...
Bakmayın şimdi hepimizin arifeden bavul toplayıp tatile kaçtığımıza; Şeker’in, Ramazan’ın, Kurban’ın ciddi emeği vardır dirlik düzenliğimizde...
Nefsi terbiyeye alan, açların halinden anlayan, lokmaya haram gibi uzak duran Ramazan’dan çıkıp ödül niyetine devasa bir şeker deryasına düşmeyi oldum bittim sevmişizdir.
Sabah tertemiz giyinmenin, kapıyı çalan çocuklara evdeki şekerden vermenin, Kurban’sa eti yoksullarla üleşmenin tadını biliriz.
Konu komşu, uzak-yakın akraba ziyaretlerini de, rahmetliler için mezarlıkta dua etmeyi de görev biliriz. Bayram, köklerimizle buluşturur bizi; daha derine kök salar, güçleniriz.
Zamanla orucun, kurbanın, duanın, zekâtın, küsleri barıştırmanın, günahları bağışlamanın erdemlerini fark ederiz.
Bayram, gündelik hayatta nasır bağlayan yürekler için bir günah çıkarma fırsatıdır; bir arınma sınavı, bir merhamet durağı... (...)
Milliyet, 23 Ekim 2006
|
Can DÜNDAR
24.10.2006
|
|
|
Amerikan demokrasisinin kara sayfası |
Başkan George W. Bush’un 17 Ekim’de attığı imza, Amerikan demokrasisi adına utanç verici bir dizi düzenlemeyi yasalaştırdı. Cenevre Sözleşmesi’nden doğan hakları uygulama dışı bırakmakla kalmayıp özünde Amerikan Anayasası’na da meydan okuyan Askeri Komisyonlar Yasası, ergeç Yüksek Mahkeme’ye toslamaya ve “anayasaya aykırılık” gerekçesiyle iptale mahkum. En azından, ABD’nin “demokratik hukuk devleti” olarak rüştünü bir gün yeniden ispat edeceğine inananların umudu bu yönde.
Ama o güne dek, temel hak ihlallerine yasal kılıf getiren ülkelerden biri de ABD olacak.
Dahası, Dış İlişkiler Konseyi’nden (CFR) Noah Feldman’ın kaygıyla belirttiği gibi, “Son yıllarda, ABD’nin ahlaki otoritesine gölge düşüren kararlar ve ihlaller nedeniyle, Başkan Bush’u suçlarken, ABD halkının bu uygulamalara özünde karşı olduğuna inananlar, şimdi Kongre’nin de aynı yönde davrandığını görüp,’Amerika bunu yapıyor, bunun doğruluğuna inanıyor’ diye düşünebilecekler.”
Temsilciler Meclisi ve Senato’da Demokratik Partililerin büyük çoğunluğunun karşı çıktığı, Cumhuriyetçilerin ise çok az fireyle desteklediği Askeri Komisyonlar Yasası’nın geçen hafta yürürlüğe girmesiyle birlikte, Bush yönetimi de bunun, “terörist zanlılarının haklarını ve Amerikan halkının güvenliğini koruyan bir yasa” olduğunu yerli-yabancı gazetecilere anlatmaya girişti. İnsan haklarına ve demokrasiye biraz saygısı olan herkes nezdinde nafile bir çabaydı bu.
Vah Habeas Corpus!
Yeni yasa, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin hazirandaki kararı üzerine hazırlandı. Söz konusu karar, Usame Bin Ladin’in Yemenli eski şoförü Salim Ahmed Hamdan’ı, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e karşı açtığı davada haklı bulmuş ve Bush yönetiminin, Guantanamo’daki tutuklular için kurduğu askeri mahkemelerin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini, dolayısıyla yasadışı olduğunu hükme bağlamıştı.
Başkan Bush, bu karar üzerine terörist zanlılarının sorgu, tutukluluk ve yargılanma usullerine ilişkin bir yasa tasarısını Kongre’ye gönderdi. Askeri Komisyonlar Yasası, işte o tasarının, epey bir pazarlıktan sonra Kongre’de onaylanan şekli.
Özetle, herkesin “suçu kanıtlanıncaya dek suçlu” olduğu kabulüne dayanan; suçun değil, masumiyetin kanıtlanması esasından hareket edip bunu da fiilen imkansız kılan bir yasa.
Yasanın ilk kurbanı, Anglo-Sakson hukukundaki yeri 1215 tarihli Magna Carta’nın bile öncesine dayanan “habeas corpus” ilkesi. Güvenlik kuvvetlerince yakalanan bir kişinin “yargıç önüne çıkıp itiraz etme hakkını” garantileyen bu temel ilke, ABD’de, vatandaş olmayanlar için artık tarihe karışıyor.
Buna göre, bir kişi bu ülkede oturma iznine sahip bile olsa, ABD Başkanı’nca “düşman” diye damgalandığı anda, “habeas corpus” ilkesinden ve Cenevre Sözleşmesi’nin ilgili hükümlerinden yararlanamayacak; hızla yargıç önüne çıkarılma, tutukluluğunu sorgulama hakkı bulunmayacak.
Yasanın, ABD vatandaşlarını muaf kılması, Kongre’deki Cumhuriyetçiler ile az sayıda Demokrat’ın onayını kolaylaştırdı. Ancak bu muafiyet, hakların evrenselliğine, aynı ülkede iki ayrı hukukun uygulanamayacağına ve Cenevre Sözleşmesi’nin ABD’yi bağladığına inananlar gözünde değersiz. Kaldı ki, Bush yönetiminin “düşman” ilan ettiği Jose Padilla ve Yaser Esam Hamdi adlı ABD vatandaşlarına yıllarca “habeas corpus” hakkı vermediğini hatırlatanlar, yeni yasanın ABD vatandaşlarını koruyacak somut bir güvence içermediğini de özellikle vurguluyorlar.
İşkence istisnası
“Habeas corpus” ilkesinin rafa kaldırılmasıyla, ABD’nin “düşman” saydığı kişilere bir “polis devleti” gibi davranması artık yasal. Bu durum, Guantanamo’daki tutukluların mahkemeye çıkarılmaksızın, daha yıllarca bekletilmesini mümkün kılıyor; daha doğrusu süren ihlale yasal çerçeve sağlıyor.
Askeri Komisyonlar Yasası, söylentilerin, evet söylentilerin, mahkemede delil olarak kullanılabilmesinden, Pentagon’un atayacağı askeri yargıç ve heyetlerin idam kararı verebilmesine kadar uzanan birçok gölgeli uygulamayı da Amerikan hukukunun parçası yapıyor. Yasanın en vahim yönlerinden biri ise, sorguda “kötü muameleye” geçit vermesi.
Kongre, Bush yönetiminin bazı mensuplarının, “istisnai hallerde buna göz yumulması” yönündeki ısrarına karşın, “işkenceyi” açıkça meşrulaştırmaktan uzak durdu.
Ancak gerek “water-boarding” (Bkz. Milliyet, 24/1/2005), çırılçıplak soyma, soğuk basınçlı suyla yıkama, uykusuz bırakma, prangaya vurarak saatlerce ayakta tutma gibi uygulamalara göz yumması, gerekse sorgulama yöntemlerine mahkemede itirazın önünü kesmesi, yeni yasayı işkenceye karşı supap olmaktan tümüyle çıkarıyor.
Dileyelim, Amerikan federal yargısı, yürütme ve yasama organlarının, anayasal haklara bu açık saldırısı karşısında daha önce birçok kez yaptığını yine yapsın ve Askeri Komisyonlar Yasası’nın açtığı karanlık sayfayı hızla kapatsın. İyi bayramlar!
Milliyet, 23 Ekim 2006
|
Yasemin ÇONGAR
24.10.2006
|
|
|
Fransa’yı Türkiye değil, Batı hizaya getirecek |
Fransa’ya karşı kamuoyunun “gözünü dolduracak” nitelikte “cezai adımlar” atılamıyor. Fransız Parlamentosu’nun 2001’de kabul ettiği “yaptırımsız Ermeni soykırımı tasarısı”ndan sonra da böyle olmuştu.
Tüm “boykot” tehditlerine rağmen, Fransa ile ticaretimiz ve Türkiye’ye gelen Fransız sermayesi o tarihten bu yana sürekli artmıştı. Başka bir ifadeyle, Türkiye’de o sırada kopan onca gürültü sonunda “havagazı” çıkmıştı.
Bu kez durumun farklı olacağını gösteren bir işaret yok. Çeşitli odalarca Fransız mallarının boykot edilmesi için yapılan çağrıların uzun vadede etkili olacağına, bırakın beni, bu şirketlerin temsilcileri bile inanmıyor. TSK ile bağlantılı Fransız şirketlerinde ise bir panik havası sezilmiyor.
Batılı şirketlerde kaygı yaratır
Bu arada, AB kaynaklarının söyledikleri doğruysa, “AB yolundaki Türkiye”, yasal yükümlülükleri nedeniyle, Fransız şirketlerinin kamu ihalelerine katılmalarını zaten engelleyemezmiş. Fransız mallarının boykot edilmesi için resmi bir çağrıda bulunamayacağı gibi. Fransız şirketlerinin 2001’den sonra Türkiye’de kazandıkları ihaleler de sanki bunu doğruluyor.
Şu da var: Türkiye, her türlü uluslararası davayı göze alarak Fransa’yı, sözünü ettiğimiz anlamda, “cezalandırma”ya kalkacak olsa -bir Batılı diplomatın da belirttiği gibi- bunun yankıları Fransa ile sınırlı kalmaz.
Türkiye ile işbirliği tasarlayan her Batılı şirket, “Bugün Fransa’ya kızan Türkiye, yarın Roj TV nedeniyle Danimarka’ya, Fehriye Erdal nedeniyle Belçika’ya vs. kızıp benzeri adımlar atabilir” kaygısıyla “siyasi risk analizi”ni ona göre yapacaktır.
Zararını biz görürüz
Bizde bazıları dünyadan kopuk bir cam fanusta yaşadığımızı düşünüyor. Türkiye’nin önündeki “küresel gerçekler” ne yazık ki aksini kanıtlıyor. Dünya o kadar küçülüp iç içe girdi ki, bugün Fransa’yı gerçek anlamda cezalandırmaya kalksak, bunun zararını gören yine biz oluruz.
Fransızlar, bu gerçeklere rağmen, meclislerinde kabul edilen “yaptırımlı Ermeni soykırımı tasarısı” yüzünden endişeliler. Nedeni ise bu tasarın “küçülen dünya”dan ve özellikle de Batı’dan aldığı tepkiler.
Fransa bugün, en üst düzeyli AB yetkililerinden tutun, önde gelen saygın Batılı gazetelere kadar uzanan geniş bir yelpazeden, hiç de alışık olmadığı türden, sert eleştiriler alıyor.
Fransızlar da suçluyor
Fransız gazeteleri ve tarihçileri bile bugün meclislerini, “fikir özgürlüğüne darbe indirerek ülkenin itibarını sarsmak”la suçluyorlar. Zaten nefret edilen Türkiye’den gelen tepkiler karşısında sineceğine daha da kibirli bir hal alan “Fransız egosu” için bu kadarı fazla.
Türkleri ayağa kaldıran tasarıya oy veren 109 milletvekilinin ise bu tepkileri beklediklerini hiç sanmıyorum. Bizde bazıları bu duruma sevinebilirler. Fakat sevinmelerini gerektiren bir durum yok ortada.
Zira Batı, Ermeni soykırım iddiaları açısından birdenbire Türkiye’nin arkasına geçmiş değil. Aksine Fransa’yı, “Fikir özgürlüğü açısından sen de mi Türkiye’ye özendin?” diye eleştiriyor.
“Narsist” Fransızları hizaya getirecek ve kabul edilen bu tasarının sonunda onaylanmadan çöpe atılmasını sağlayacak olan budur.
Milliyet, 23 Ekim 2006
|
Semih İDİZ
24.10.2006
|
|
|
|