|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O gün Cennet ehli büyük bir zevk ve safâ içindedir. Hanımlarıyla beraber gölgelerdeki koltuklara kurulurlar. Orada onlar için meyveler ve diledikleri her şey bulunur.
Yâsin Sûresi: 55, 57.
|
23.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah kimin hayrını dilemişse onu dinde bilgi ve ince anlayış sahibi yapar. Ve doğru yolunu kendisine ilham eder.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3762
|
23.10.2006
|
|
Bayramda kalbler ittihad ediyor
Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.
Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki:
Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir sûrette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor. O sesler, duâlar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duâyı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan “Namaz kılınız!” (Rûm Sûresi: 31.) emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.
Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtimâ etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.
İşte, bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibâdına mescid ve mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş.
Mesnevî-i Nûriye, s. 140
Lügatçe:
fezleke: Hulâsa, netice, öz.
hüsn-ü münezzeh ve mücerred: Kusurdan sıyrılmış ve eksikliklerden uzak güzellik.
fâik: Üstün, seçkin, yüksek.
muvahhidîn: Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar.
îyd: Bayram
aktâr: Taraflar, yanlar.
Cebel-i Arefe: Arefe günü hacıların çıktığı Arafat Dağı.
temevvüc: Dalgalanma.
sâcid: Secde eden.
müsebbih: Tesbih eden.
mükebbir: Tekbir getiren.
|
23.10.2006
|
|
Zenginler fakirlere el uzatmalı
Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, sevgi, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, her konuda karşılıksız yardım, fedakârlık, sevgi toplumunda sosyo–ekonomik adaleti de sağlıyordu. Tabiî sosyo–ekonomik adaletin sağlandığı toplumlar huzur, mutluluk ve refahı gerçek mânâda yakalamış toplumlar oluyordu. Nitekim Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri samimî davranışlar, karşılıksız yardımlar, Kur’ân–ı Kerim’de de methedilmektedir. “Muhacirlerden önce, yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslediler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerine ihtiyaç bile olsa (onları) kendi nefislerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa, işte bunlar (azaptan) kurtulanlardır.”10 Kurulan bu manevî kardeşlik hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, toplumda sosyo–ekonomik adaleti sağlarken, İslâmın inkişafa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça önemli bir tesir icra etmiştir. Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında, İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, hep bu din kardeşliğinin sosyal neticesidir.11
Sosyo–Ekonomik yapının
oluşmasında sevginin rolü
Sevginin topluma mal oluşunun bütün özelliklerini bünyesinde taşıyan ve Asr–ı Saadet’ten itibaren tarih sahnesinde birçok devirlerde örneğini insanlığa gösteren İslâmiyet, hem Allah’ın insanlara son hitabı, hem de adaletli refah toplumunun son reçetesidir. Bu idrake gelen ve bunun gereklerini yerine getiren herkes, İslâm’ın nimetlerinden faydalanır. İnsanlar, İslâm’ın taşıdığı sosyo–ekonomik modeli uygulayacak olursa, dünya adaletli, huzurlu ve refah içinde yaşayan bir sevgi toplumu hâline dönüşür. İslâmiyet yepyeni bir sosyo–ekonomik modelle insanlığın karşısına çıktığı için büyüktür ve son dindir. Çünkü en büyük insanlık problemine çözüm getirmiştir. Bu çözüm toplumsal bir denge meydana getirmekte ve bu toplumsal denge insanı sonsuza kadar mutlu edecek bir ortamın temelini oluşturmaktadır.
Toplumun, bütün olarak yaşayabilmesi ve gelişmesi için insanın asgarî ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Bir insanın aç kalmaması, üşümemesi ve evinin olması lâzımdır. Giyecek yiyecek ve barınak yeri, bu üç şart temin edildikten sonra insanlar çalıştıkları ölçüde, kendi yeteneklerini en iyi biçimde kullanabildikleri ölçüde daha iyi bir hayata sahip olabilirler. Ama toplumun vazifesi bu üç şartı temin etmektir. Dünyada bu üç şartı organizeli bir toplum şeklinde kâmilen temin eden ilâhi sistem ve din, İslâmiyettir. Toplumlar zengin ve fakir tabakalardan oluşur.
Toplumun huzur ve ahengi bu tabakalar arasındaki ilişkilerin sağlam esaslara bağlı olarak devamı ile mümkündür. Bu tabakalar arasındaki mesafe ne kadar genişler, boşluk ne kadar artarsa, huzursuzluklar, hasetler, intikam ve düşmanlık duyguları da o nispette artar. Böyle toplumlar ateşlenmeye hazır barut gibi her an karışıklıklara sahne olmaya müsait bir durum alırlar. Fakirlerden zenginlere muhabbet, sevgi, hürmet yerine kin ve intikam duyguları, haset duyguları yükselir. Zenginlerden fakirlere de merhametsizlik ve zulüm ateşleri yağar. Günümüz toplumlarında görülen hareketlerin, kökeninde bu yatmaktadır. Üstelik faiz gibi uygulamalarla fakir daha fakir, zengin daha zengin yapılarak aradaki boşluk daha çok derinleştirilmekte, felâket daha da artırılmakta, bu da insanlığın huzurunu tehdit etmektedir. Böylece, toplumun fertleri birbirine yabancı, soğuk, düşman, sırf menfaat ipleriyle bağlı unsurlar hâline gelmektedir. Bu yara sadece fertlerde kötü bir vasıf olarak kalmamakta, neticede toplumun karşılıklı bağlarını da zedeleyip, sosyal sınıfları birbirine düşman gruplar hâline getirmektedir.12
İnsanlığın bu kanayan yarasına çare olarak İslâmiyet’in sunduğu çarelerden en önemli bir–iki tanesi şudur: Bütün insanların sevgi ve saygıyla kucaklanması. Faizin her çeşidinin haram kılınması. Zekâtın farz kılınıp, yardımlaşmanın her çeşidinin teşvik edilmesi.13 Zekât ve sadaka gibi malî ve iktisadî yardımlaşma prensipleri, menfaat düşkünlüğünün ve faizciliğin tam tersine, insan kalbinde başkasını nefsine tercih etme, diğerkâmlık duygularını, geniş kalbliliği, cömertlik ve himmeti tahrik etmekte ve bu güzel vasıfları daha insan yardıma niyet ettiği andan itibaren kalbe yerleştirmektedir.
Bu güzel hasletlerle bezenen insanlar ise birbirlerine sevgiden, iyilikten, yardımdan, derdine derman olmaktan başka bir şey düşünmezler. Çünkü zekâtta gaye sırf Allah rızasıdır. Bundan başka bir karşılık beklenmediği içindir ki, fakir kendisini minnet altında hissetmez, manevî bir eziklik duymaz. Çünkü zengin, üzerinde emanet bulunan bir para veya malı sahibine vermektedir ve burada sadece vasıtadır. Minnet, karşı tarafı manevî bir borç altında bırakmak demektir. Maddî olmazsa bile manevî bir borç altında kalan insandan gerçek sevgi ve hürmeti beklemek ve böyle bir karşılık beklenerek yapılacak yardımların insanlar arasındaki gerçek bağları ve güzel duyguları pekiştirmesini ummak güçtür.
Bediüzzaman Hazretleri’nin özlü ifadeleriyle, “tabakalar arasında müsalâhanın (barışın) temini ve münasebetin tesisi ancak ve ancak İslâm’ın rükünlerinden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın (bağışların) heyet–i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle gerçekleşir.”14 Zengin Müslümanların zekât, fitre ve sadakalarını fakir, yoksul, yetim, kimsesiz ve darda bulunanlara vermeleri sosyo–ekonomik farklılıklardan ileri gelen bölünmeleri ortadan kaldırarak sevgi toplumunun gerçekleşmesi yolunda canlı tabloları gözler önüne sermektedir. Sevgi toplumu İslâm’ın sosyo–ekonomik modelinin gayesi; serveti meşrulaştırmak, servetin israfını önlemek, mâl u menâli toplum huzurunun emrine vermek ve yetenekli, çalışkan insanların önünü açmak, ona yeteneksiz ve tembelden daha iyi yaşamak fırsatını vermektir. Bu ana hedeflere ulaşabilmek için zekât, fitre, sadaka, miras hukuku kuralları ortaya konmuştur. Bu kuralların amacı serveti aşırı derecede büyütmemek ve toplumda sosyo–ekonomik dengeyi sağlayarak, birbiriyle barışık hasetsiz, kinsiz bir sevgi toplumunu meydana getirmektir.
—Son—
Dipnotlar:
10. Suruç, a.g.e., s. 481.
11. Kartal, M. Abidin, Risâle–i Nur’dan İktisadî Prensipler, s. 207.
12. Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l–İ’caz, s. 48 Ayrıca bkz. Said Nursî, Hutbe–i Şamiye, s. 106107; Sözler, s. 380, Mektubat, s. 252, İşarat, s. 22.
13. Nursî, İşaratü’l–İ’caz, s. 49.
14. Nursî, Sünuhat, s. 65, Ankara, 1976.
|
Mehmet Abidin Kartal
23.10.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Allah (c.c.), Mufaddıl’dır. Yani, Cenâb-ı Allah dilediği kullarına üstünlük verir, dilediği kullarına fazîlet lütfeder. Bazısını bazısından üstün kılar. Her bir mahlûkuna kendisine has üstünlükler ve imtiyazlar verir. Herkesi bir husûsî imtiyaz içinde halk eder. İnsanlardan ve cinlerden bazısını bazısına üstün yaratır. Cenâb-ı Hakkın tafdil ettiği ve fazîletli kıldığı kimseyi hiçbir güç alçaltamaz.
Mufaddıl ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîrde zikrolunmuştur.
“Allah Âdem’e tüm isimleri öğretti” (Bakara Sûresi: 31) âyetinin tefsîrinde Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın hilâfet meselesinde Hazret-i Âdem’i (a.s.) melâikelere üstün kıldığını, bu üstünlüğün alâmeti olarak da Hazret-i Âdem’e (a.s.) ilim verdiğini beyan eder.
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Hazret-i Âdem’e (a.s.), meleklerden farklı olarak ilim öğretilmesi insanoğlunun üstünlüğünü ve fazîletini gösterir. Bu, “Sen Alîm ve Hakîmsin” (Bakara Sûresi: 32) âyetiyle sabit olmuştur. Yani melekler mânen demişlerdir ki, “Sen Alîm olduğun için Âdem’e (as) ilim öğrettin; bize gâlip oldu. Hakîm olduğun için bize istidadımıza göre veriyorsun, ona da istidadına göre fazîlet ve üstünlük lütfediyorsun.” (Sözler, s. 385)
Bedîüzzaman’a göre, bahar mevsiminde yaprakların, çiçeklerin ve meyvelerin muntazaman çıkması, ölçülü olarak açılması ve faydalarına göre bir birlerinden imtiyazlı ve üstünlük dereceli olarak yaratılması, yani dikkatli san’atlar, mahâretli nakışlar ve zînetler içinde, rahmet ve ihsânı gösteren hoş tatlar ve güzel kokular bakımından farklı derecelerde îcat edilmesi Mufaddıl olan Cenâb-ı Hakkın varlığını, birliğini, rahmetini ve terbiye cilvelerini göstermektedir.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
|
Mufaddıl
23.10.2006
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
Onun (asm) duâsıyla yağmurun yağması
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın envâ-ı mu’cizâtından bir nev-i azîmi, duâsıyla zâhir olan harikalardır. Evet, şu nevî, katî ve hakikî mütevâtirdir. Cüz’iyat ve misâlleri o kadar çoktur ki, hesap edilmez. Misâllerin çokları var ki, onlar da mütevatir derecesine çıkmışlar. Belki tevatüre yakın meşhur olmuşlar. Bir kısmını öyle imamlar nakletmiş ki, meşhur mütevatir gibi katiyeti ifade eder. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre yakın ve meşhur derecesinde münteşir bazı misalleri, numune olarak ve her misalin de birkaç cüz’iyâtını zikredeceğiz.
Birinci Misâl: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duâsı tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis nakletmişler. Hattâ bazı defa, minber-i şerif üstünde yağmur duâsı için elini kaldırıp, indirmeden yağmış.
Sabıkan zikrettiğimiz gibi, bir iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ, nübüvvetten evvel, cedd-i Nebî Abdülmuttalib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duâsına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki, o hadise Abdülmuttalib’in bir şiiriyle iştihar bulmuş.
Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.
Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için duâ talep edildi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman duâ et, kesilsin.” Duâ etti, birden kesildi.
Mektûbât, s. 143-44
|
23.10.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
RAHMÂN:
1. Ey Kur’ân’ı öğreten, insanı yaratan ve ona beyanı ve maksadını anlatmayı öğreten! (2-4)
2. Ey göğü yükseltip âleme nizam ve ölçü veren! (7)
3. Ey yeri canlı varlıklar için hazırlayan! (10)
4. Ey celâl ve ikram sahibi! (78)
|
23.10.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
En kuvvetli iman cereyanı
Risâle-i Nur’un ilk telifi zamanında sekiz-on Nur talebesi varken, şimdi milyonlar olmuştur. Dünya fikir cereyanları içinde en kuvvetli bir imân cereyanı olarak Anadolu’yu istilâ etmiş; Avrupa, Amerika, Asya kıtalarına kadar varlığını ve kuvvetini kabul ettirmiş, din düşmanlarını dehşete düşürerek mağlûbiyete dûçar etmiş, imân ve İslâmiyete hayat ve hareket vermiş, nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf ettirerek cihad-ı İslâmiye meydanlarında her şeyini imân uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet dünyanın ve âlem-i İslâmın fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar olmuş ve olmaktadır.
Bunun için, devamlı okumaya hergün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar, zevkle ve şevkle okutan bu şâheser külliyatını okudukça anlayışınız ziyadeleşecektir; anlamanın tek çaresi, Nurlarla başbaşa kalıp zihnî cehd sarf ederek tekrar tekrar okumak sevgisiyle pâyidar olmaktır.
|
23.10.2006
|
|
Hatıra
Bayram ziyareti
İhsan Çalışkan anlatıyor:
“Üstad bayramlardan önce kapıya, ‘Rahatsızım, kabul edemiyorum. Ben sizlere duâ ediyorum, sizler de bana duâ edin, bayramınızı tebrik ederim’ şeklinde bir yazı astırırdı. Bundan dolayı babam, dedi-kodu olmaması için ilk bayram günü Üstadı ziyarete gitmemiş.
“İkinci gün Üstad babamı çağırtarak, ‘Kardeşim Osman, bayram ziyaretime dün neden gelmedin? Sen beni her zaman ziyaret etmek mecburiyetindesin. Seni hânenin büyüğü olarak kabul ediyorum. Kapımın önüne bir tabur asker koysalar, istediğimi istediğim an içeri alır, istediğim an çıkarırım, hiç kimse hissetmez.’
“Bundan sonra babam her bayram, mübarek günlerde ve Üstadın rahatsız olduğu zamanlarda ilk ziyareti yapardı.”
Son Şahitler, 2. Cild, s. 415
|
23.10.2006
|
|
|
|