Geçen hafta; Başbakan, yeninden alevlendirilen irtica tartışmalarını zeytin dalı ile sükûta erdirmek istedi. Ve zeytin dalını “aşırılık” kelimesi üzerinden sundu. Ancak uzun vadede “aşırı” kelimesinin, dindarların gündelik hayatını fazlasıyla sınırlayıp daraltan bir işleve sahip olacağını şimdiden öngörmek mümkün. İrtica kelimesinden vazgeçerek, aşırılık üzerinden tarif ortaya koymanın, demokratik hak ve hürriyetler açısından bütün kazanımları cumhuriyetin ilk yıllarına indirgeyeceğini, Başbakan ve danışmanlarının fark etmiyor olması çok düşündürücü.
Aşırılık, bizzat din tarafından da onaylanmayan bir durum. Dini terminolojide ifrattan ve tefritten sakınmak öğütlenerek, doğru olan orta terimi kullanılmıştır. Nitekim doğru olan orta en iyi ifadesini Hz Peygamber’in hayatında bulduğu için, sünnete uymanın önemi üzerinde durulmuşur.
Sorun şudur ki; post-modern Türkiye gerçeğinde aşırılıktan kaçınmayı sağlayacak olan “normal”lik terazisini kim tutacak? Kime göre, neye göre normal!? Dini akaide göre normal olan, laikçi zihniyet tarafından aşırı bulunacağına göre, dindarların akibeti sürekli azalma üzerinden gelecek. Yani aşırı olmadığını ispat edebilmek için iç tutarlığını terk etmek zorunda kalacak dindarlar. Özal Türkiye’sinden bu yana makbul Müslümanlık olarak imajlandırılmaya çalışılan tutarsızlık hali normallik sayılacak. “Namazımı da kılarım, içkimi de içerim” Müslümanlığı. Tabii ki bir kimse hem namazını kılıp hem de Müslüman olduğunu iddia etme hakkına sahiptir. Kimse kimsenin imanını sorgulama makamında değildir. Ama normalin tanımı seküler zihniyet tarafından belirlenip, bu normalliğe dindarların uyması beklendiğinde, dindar olma hali, öteki tarafından denetlenip daraltılan bir duruma düşecek. Halbuki dindar kimliği denetleyecek olan mensubu olduğu dindir. Dindarlık öteki tarafından denetlenmeye kalkıldığında biraz öyle biraz böyle, yarısı balık- yarısı kız bir yarımlığa indirgenmiş olacak.
İrtica ve mürteci kelimeleri Şerif Mardin’in de dikkat çektiği üzere, fazlasıyla duygusal kelimeler olup tanımları son derece izafidir. Bu duygusal kelimeleri daha duygusal olan “aşırılık” ile değiştirmeye kalkmak aynı zamanda dünya konjonktürünü de iyi okumamaktır. Dünya konjönktürü ile irtica ve aşırılık kelimelerini nasıl irtibatlandırıyoruz? Bilindiği gibi 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin Ortadoğu’daki yayılmacı politikalarına eşlik eden kelime “aşırı” kelimesi. “Aşırı”, İkinci Dünya Savaşı öncesinin “Faşist” kelimesinin yerini almış durumda. Nasıl İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bir ülkenin faşist olduğu kabulü o ülkeye savaş açmayı haklı ve meşru bir duruma getiriyorsa, bugün bu meşruiyet “aşırılık” üzerinden ifadelendiriliyor. Eylemin kendisi önemli değil. Eylem nedir? Mesela nükleer silahlanma. Nükleer silah yapan ülkenin ABD tarafından “aşırı” bulunması o ülkenin sınırlarını çiğnemeyi meşru bir hale getirmektedir. Bu durumda Hindistan’ın nükleer silahları “sorun” olmazken İran’ın nükleer denemeleri sorun olmaktadır.
İrtica ve mürteci kelimeleri siyasi açıdan bakıldığında nisbeten yerli bir tehdit olarak tarif edilebilecekken, aşırı kelimesi global ölçekte bir tehdit unsuru sayılıyor.
Diğer taraftan mürteci olarak tanımlanmak için devlete yönelik bir takım eylemler olması gerekirken; “aşırı” tanımı içine herkes herkesi sokabilir. Herkesin içine seküler hayat tarzının asla girmeyeceğine dikkat çekmek isterim. Mesela giyim kuşamın “aşırı” çıplaklığı modanın vesayeti altında, dinin sapkın saydığı birtakım davranışlar “tercih hakkı” olarak onaylanırken; dindarların koruyacak bir müessesenin olmadığına dikkatinizi çekmek isterim.
Velhasıl Başbakan irtica kelimesini “aşırı” kelimesi ile değiş-tokuş ederken, esasında dindarların hayatına, onları her an denetleyip “aşırılıklarını” gerekli yerlere bildirecek hayat tarzı teröristlerini bulaştırmış oluyor.
Şimdiye kadar yazdığım tek bir satır irtica kapsamı içine girmeyecekken, pekala birkaç yıl sonra hayat tarzı itibariyle “aşırı” kabul edilen bir sınırda bulabilirim kendimi. Çünkü “normal”in içinde yer almam mümkün değil. Ben “normal” olmamak için, “yaşamıyor gibi yaşamayı” göze alıyorum çünkü. Hiçbir sanatçının ve düşünce ehlinin hayatı da “normal” değildir zaten. Onlar “normal”ler tarafından daima “aşırı” bulunmuşlardır. Edebiyat tarihi, felsefe tarihi, bilim tarihi normal olmayan “aşırı” kahramanların ülkesidir.
Bilmem anlatabildim mi?
Yeni Şafak, 13 Ekim 2006
|