|
|
|
Tehdit ve tehlikeleri toplum ya kanıksarsa... |
Bu ülkede de siyasi istikrarın ve ekonomik kalkınmanın sürdürülebilmesinin, iç ve dış güvenliğin sağlanmasının, ülkenin yarınına dönük güven duygusunun artmasının ana sorumlusu, tabi ki seçilmiş iktidardır.
Ama anayasal demokrasilerde, devlet kurumları da, sivil toplum da, bu sorumluluğu çeşitli derecelerde paylaşır. Gelişmiş demokrasilerde kimse, iktidarı devirmek için kendi ülkesinin istikrarını, gelişmesini, güvenliğini sabote etmez. Ayrıca iktidarlar seçim yoluyla veya TBMM’deki çoğunluğu kaybedince değiştirilir.
Kimse “Ben vatanımı senden çok” seviyorum veya “Bu ülkenin asıl sahibi benim” demek hakkına sahip değildir.
Yasalara aykırı durumlar varsa, yargı olaya müdahale eder. Anayasayı yok sayan partileri Anayasa Mahkemesi ele alır. Her çeşit yasa dışılık adli ve idari yargının önüne getirilir. Devletin güvenliğine, bütünlüğüne, Anayasa’nın ilkelerine dönük tehdit ve tehlikeler söz konusuysa, Milli Güvenlik Kurulu’na bunlar getirilir ve hem yürütme hem yasama erki, gereken adımları atar.
Temsili demokraside, ulusal egemenliğin halk adına sahibi TBMM’dir. Yürütme de, TBMM’den aldığı güvenle, icraatını yapar.
Bunlar benimsediğimiz çoğulcu, anayasal demokrasinin alfabesi.
Bir de, sosyo-politik yapımızın gerektirdiği özenle ilgili meseleler var.
LAİKLİK KONUSU
Cumhuriyet’in temel ilkesi olan “Laiklik”, onu benimsememizin üzerinden 80 yıl geçmesine rağmen, ne yazık ki farklı algılamaların konusu.
Kökten dinciler için laiklik sanki dinin karşıtı bir kavram.
Kökten devletçiler için de din, sanki laikliğin tehdidi. Ancak biliyoruz ki, her çeşit köktencilik, bu toplumun ezici büyük çoğunluğu karşısında, küçük ve etkisiz azınlıklar olmaktan öteye gidemez. Türk halkı her çeşit bağnazlığın karşısında, parti ve ideoloji farkı gözetmeksizin birleşmeyi her zaman başardı. Her genel seçim, bağnazlıkların reddedildiği ve eritildiği, dünyaya açık kitle partilerini sandıktan çıkardı. Çoğulcu demokrasi ve özgür medya, her çeşit aşırılığı anında teşhis ve teşhir etti.
UYUM İÇİN REFORM
Bu yapı sayesinde Türkiye bugün Avrupa Birliği yolunda uyum için reformlar yapabiliyor. Bu yapı sayesinde Türkiye, dünya ekonomileri içinde parlayan bir yıldız. İşte son olarak “The Economist Inteligence Unit”in son çalışmasına göre, Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olan Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’dan da, Hindistan, Güney Kore, Arjantin, Endonezya, Malezya ve Tayland gibi yükselen piyasalardan da fazla yabancı sermaye çekti.
Demek istediğimiz şu:
Bazıları siyaset, bazıları devlet adına konuşan herkesin, Türkiye’nin geleceğine dönük güven duygusunu gözetmeleri gerekiyor.
Türkiye’nin her çeşit “Tehdit ve tehlike”yi bertaraf edecek gücü var. Ama bu tehdit ve tehlikeler sakız haline getirilir ve günlük siyasetin aracı biçiminde kullanılırlarsa, bir gün toplum gerçek tehdit ve tehlikeleri de önemsemez.
KISIR DÖNGÜ
Ayrıca 1997’nin “28 Şubat”ındaki muhtıra ile başlayan süreç, sonunda AK Parti’yi tek başına iktidar yaptı. Eğer, önümüzdeki genel seçime uzanan dönemde, devletin bazı kurumları 28 Şubat benzeri davranışları sergilerlerse, bu genel seçimde de, tepki oyları çoğalarak çıkar.
Özetle devlet ve siyaset hayatını, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” kısır döngüsünden artık çıkarmalıyız.
Sabah, 30.9.2006
|
Mehmet BARLAS
01.10.2006
|
|
|
İrtica kaygısı ve demokrasi |
Son günlerde, irticai tehdidinin giderek kaygı verici boyutlara ulaştığı sık sık vurgulanmakta. Tabii özellikle de askerler tarafından. Doğrusu askerlerin bu tespitlerinin tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum ama, bir ülkenin ordusunun en üst mevkiinde olanların böyle şeyler söylemesini ciddiye almamak mümkün değil.
Ama merak da bu ya yine de askerler neye bakarak böyle diyorlar diye düşünmekten de alamıyor insan kendini. Tabii askerlerin oldukça geniş imkânlara sahip olduğunu bildiğimden merakım ‘enformasyon’ açığı var mı yok mu gibisinden bir merak değil. Merakım, askerlerin ne tür bir enformasyon üzerinden giderek, gözledikleri gelişmelerin ‘irticai’ olduğu, ‘tehdit’ içerdiği ve ‘kaygı verici’ olduğu sonucuna ulaştıkları. Doğrusu bu merakımın askerlerin söyledikleri üzerinde bir kuşku yaratmak gibi bir amacı da yok. Ama askerler de bilmeli ki bu gibi açıklamalar hangi gözlemlere dayanıldığı açık seçik ortaya konmadan yapılırsa kafa karıştırıcı olur. Bundan da toplumumuzda en çok güven duyulan kurum olarak Silahlı Kuvvetler zarar görür. Çünkü ben sıradan bir insanın böyle bir tehdit algılamasında olduğunu düşünmekte zorlanıyorum. Zorlanıyorum çünkü sıradan bir insanın gördüklerinin çok yeni şeyler olmadığını düşünüyorum. Sıradan insanlar için bu ülkede; kadınların çoğunun başlarını örttükleri, cuma günleri camilerin genellikle dolup taştığı, ramazanlarda toplumun çoğunun oruç tuttuğu, insanların iftar sonrası teravin namazı kılmak için her gece başka bir camiiye koştukları, bazı insanların bazı evlerde toplanarak toplu dua yaptıkları bilinmeyen ve yeni olan şeyler değil. O nedenle de ‘irticai tehdidden’ söz ediyorsanız ve giderek ‘kaygı verici’ boyutlara ulaştığını söylüyorsanız, o zaman sıradan insanlara, gördüklerinin ve bildiklerinin dışında başka daha nelerin de olduğun anlatmak ve açıklamak durumundasınız. Diye düşünüyorum.
Bu toplumda, toplumun geleceği ile ilgili ‘kaygı’ verici birçok gelişme var tabii ki. Ama bence en kaygı verici olan, toplumda ‘çatışmacı bir atmosferin’ giderek tırmanması. İçinde bulunduğumuz coğrafyadaki dünya siyasetinin ürettiği gergin atmosfer üzerine ülkemizde yaratılan çatışmacı hava bilin ki gerçekten kaygı duymamız gereken bir yöne doğru gidiyor. Siyasette sözü ve gücü olan herkes gardını almış bekliyor. Kimsenin ‘uzlaşmacı’ bir siyaset üretmek aklına bile gelmiyor. Hele hele ekonomik olarak sırtımızda taşıdığımız ‘cari açığın’ ne anlama geldiğini ve bu çatışmacı ortamda nelere sebep olabileceğini neredeyse aklından bile geçirmiyor. Toplumdaki sorunları konuşmaktan çekine çekine birikerek önümüze gelmiş yumağa bakıp duruyor ve kendimize ‘demokratik ülkeler’ arasındayız telkini yapmaya devam ediyoruz. Ama kimse bir ülkede bir askerin konuşmasını bu denli heyecanla beklemenin nesinin demokrasiyle ilişkili olduğunu düşünmüyor.
Evet bu ülkede ‘irticacı’ kategorisine yakın düşen insanlar, guruplar ve örnekler yok değil. Böyle amaçları olanlar da. Ama unutmamak gerekir ki bu kategorideki insanların varlıklarınınn ‘kaygı’ verici oluşları onların Müslüman oluşlarından değil, onların özgürlük ve demokrasi kavramlarından nasiplerini almamış ataerkil bir zihniyete sahip oluşlarından geliyor. Dolayısıyla ‘irtica geliyor’ kaygılarından yola çıkıp ‘özgürleşme’ çabaları içinde olan dindarları da ötelememek gerekiyor. Diye düşünüyorum.
Radikal, 30.9.2006
|
Erol KATIRCIOĞLU
01.10.2006
|
|
|
İleri-geri konuşmalar mevsimi |
Bugünlerde devlet, yargı ve bilim büyüklerimizden bir nöbet gibi sökün eden akla ziyan konuşmaların yaşadığımız mevsimle büyük bir ilgisi olduğuna kuşku yok. Bu mevsim, kurumların yeni faaliyet dönemlerinin açılışlarına denk geliyor.
Her kurum yeni dönem için kendi açılışlarını yaparken ya özenle seçilmiş onursal konuklarına bir konuşma yaptırıyor veya kurumun başındakiler kendi kurumlarının o yıl için güncellenmiş misyon veya vizyon konuşmalarını yapıyorlar. Bu konuşmalar esnasında verilen mesajların toplamına bakarak bir siyaset mevsimi de ayırt edebilirsiniz.
Eylül ayı veya güz mevsimi birçok edebiyatçının edebi duygularını harekete geçiren önemli imgelerin kaynağı olmuştur. Ne şiirler, ne nesirler yazılmıştır Eylül üzerine. Eşlik ettiği yorgunluk, tükeniş, sona doğru hızla yol alış, ölüm, ayrılık, yaşlılık bahisleri, Eylül edebiyatını kaçınılmaz olarak melankolik-depresif bir tür kılıyor. 1980 yılından sonra bu mevsimle ilgili imgelere memleketin üzerine bir kâbus gibi çöken 12 Eylül imgesi de dâhil olmuştur.
Bugünlerde yapılan açılış konuşmalarının bu melankolik ruh haliyle bir ilgisi var mıdır bilmiyoruz. Ama bu konuşmaların hepsinin ortak temasının “irtica” olması bir eylül konusu olarak kayda geçebilir ve hiç kuşkunuz olmasın bunun da melankolik bir boyutu vardır. Belki de tek fark bu konuşmaların hiçbir edebi boyutunun olmaması. Bırakınız edebi boyutu, hiçbir akıl boyutu olmayan bu konuşmalar yine de günlerce konuşuluyor, gündemi belirliyor insanların endişelerini artırıyor, karamsar, melankolik, kasvetli bir havayı hâkim kılabiliyor.
Bu konuşmaların hepsinin ortak özellikleri var. Hiç birini bir lise öğrencisine bile yakıştıramayacağınız kadar edebiyat ve akıl kalitesinden yoksun. Hepsi de asık suratla ve tehditkâr bir ses tonuyla, üstelik kâğıttan ve bir sürü hatayla okunarak yapılıyor. Konuşmaların içerikleri her türlü değerlendirmeyle sınıfta kalıyor. Ne akıldan eser var ne mantıktan ne de bilgiden. Hiç biri toplumda en ufak bir yapıcılık ve birlik hedeflemiyor, aksine her biri toplumun bir kesimini öbüründen daha fazla nefret ettirmeye yarıyor. Hepsi de Eylül’e özgü depresif ruh hallerinden izler taşıyor.
Papa’nın İslam’a saldıran konuşmasını yaptığı günün ertesinde Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, dini inançların doğmatik olduğunu ifade eden skandal bir konuşma yapıyor. Papa özür dilemese bile sözlerinin yanlış anlaşıldığını ve bundan dolayı üzüntü duyduğunu ifade ederek Müslümanların gönlünü bir şekilde alıyor. Ama Türkiye’nin Cumhurbaşkanı bir defa okuduğu metnine dönüp bir daha bakmıyor bile.
Bir üniversite rektörü, Anadolu’nun Müslüman olmakla ne kadar çok şey kaybettiğini anlatıyor. Dinleyenler arasında tarihçiler de vardır mutlaka.
Kara kuvvetleri komutanı laikliği korumanın yargıya değil orduya düştüğünü savunuyor,
ODTÜ rektörü kendi öğretim üyelerini ve öğrencilerini irticaya karşı beşinci sınıf bir hamasetle dolduruşa getirmeye çalışıyor.
Giderek bu konuşmalar üniversite rektörleri arasında bambaşka bir yarışa dönüşüyor: Hamaset yarışına. Akla davet ediyorlar, ama davet ettikleri kendi mahdut akılları. Bilime davet ediyorlar, bilimden anladıkları 19. yüzyılın artık ilkel sayılan pozitivist bilim anlayışı. Laiklik diyorlar, bundan anladıkları laiklik adına fetişleştirilmiş kutsalların yüceltilmesinden başka bir şey değil. İrtica diyorlar, düşünüyorsunuz, taşınıyorsunuz, bizzat İslam’dan ve Müslümanlardan başka bir kasıt bulamıyorsunuz. İslam’ın yaşanması, ciddiye alınması rahatsız ediyor, buna irtica diyorlar. Bizzat İslam’a ve İslam’ın en doğal tezahürlerine irtica diyerek Müslümanların kutsallarına hakaret ediyorlar.
Bu konuşmaların hepsi toplumun en üst düzey kurumlarının başındakiler tarafından bir ağızdan yapılınca, toplumun aklını temsil eden, yansıtan ve maalesef etkileyen bir tarafı oluyor. Bu seviye tekrarlandıkça bir norm haline geliyor çünkü. Artık herkes mevsimi geldiğinde böyle konuşmalar dinlemeyi de bekler hale geliyor. Türk halkına reva görülen akıl seviyesi maalesef bu.
Konuşmanın mevsimi olunca, içerik tahmin raporları da dolaşmaya başlıyor ortalıkta. Baksanıza, Org. Büyükanıt’ın 2 Ekim’de Kara Harp Okulu’nun açılış töreninde yapacağı konuşmanın neredeyse hepsi bu raporlarda yer alıyor. Genelkurmay başkanı önemli mesajlar verecekmiş. Önemli denildiğine bakmayın. Bildiğiniz, mevsimlik mesajlar işte. Ama bu konuşmayı mevsiminden öte önemli kılacak olan Başbakanın ABD ziyaretine denk gelecek olması, dolayısıyla konuşma yoluyla hem ABD’ye hem de orada temaslarda bulunan başbakana mesajlar içerecek olması.
Sanki bir başka ülkenin genelkurmay başkanı başka bir ülkenin başbakanına mesaj verecek.
Sayın başbakan günler öncesinden duyurulmuş olan bu konuşma haberiyle ilgili olarak kendisine bağlı olan Genelkurmay başkanından bilgi sormuyor mu acaba? Konuşmanın içeriğini gerçekten de ABD’de mi öğrenecek?
Bu işteki tuhaflığı, bu mevsim geçmeden göremeyecek miyiz?
Yeni Şafak, 30.9.2006
|
Yasin AKTAY
01.10.2006
|
|
|
Talabani’nin temsilcisi ateş püskürüyor |
Sabahın (dün) erken saatinde Celal Talabani’nin Ankara Temsilcisi Behruz Galali aradı. O kadar öfkeli ve öylesine hızlı konuşuyordu ki, bana konuşacak zaman da pek tanımadı.
“Günaydın” bile demeden “İyilik yapmak istedik; kötülük bulduk” diye bağırarak makineli tüfek hızıyla konuşmasına başladı. Liderine Türkiye’den yönelen saldırılara çok öfkelenmişti ve “Bizden bunu yapmamızı isteyenler şimdi ağızlarını açmıyorlar. Hatta dahası Sayın Talabani’ye saldırıyorlar. Çıkıp, her şeyi ve herkesi isim isim açıklayacağım böyle devam ederse. Biz, bu işi kendi başımıza yapmadık. Türk yetkililerin isteği üzerine yaptık. Ben, işin içindeydim. Bütün bildiklerimi anlatacağım bu durumda.
PKK, bugün toplanıyor; ateşkes kararını ilan edecek. İş, Türk yetkililerle kararlaştırıldığı gibi aynen ve adım adım ilerliyor. Bu durumda, Talabani’ye yönelik saldırılar neyin nesi oluyor?..”
O noktada lafa girebildim. “Ateşkes ilan etti zaten” diyecek oldum. “Hayır” dedi, “O, Abdullah Öcalan’ın çağrısıydı.
PKK yönetimi, Kandil’de toplanıyor ve Öcalan’ın çağrısını karara bağlayarak, ateşkes kararı alıyor. Bütün bunlar, adım adım önceden tasarlandı. Her şey önceden kararlaştırılan takvime doğru ilerliyor. Biz, Türk yetkililerin bizden istediklerini yaptık. Bu işe kendi başımıza girmedik. Dolayısıyla, bizden bunu isteyenlerin, tüm aşamalarından haberdar olanların ne susmaya ne Talabani’ye bu saldırıları yöneltmeye hakları yok.”
Behruz Galali bağıra çağıra konuşmaya devam ediyordu. “Bunlar yüz yüze konuşulacak şeyler” diyerek telefon görüşmesini kestim. Bu yazıyı yazdığım sırada da, Galali’nin kimi, neyi, nasıl kastettiğini bilmiyordum. Ama dünkü yazımda Abdullah Öcalan’ın yazılı “ateşkes çağrısı”ndaki “dil” ve “üslup”un dikkat çekici olduğunu yazdığımda, o “dil” ve “üslup”un Abdullah Öcalan’ın bildiğimiz alıştığımız dil ve üslubuna uymadığının farkında olarak öyle yazmıştım. Bu işin bir “arka planı” olmalıydı ve Behruz Galali’den dinlediğim ve anladığım kadar, sadece Talabani’nin, kendi başına, girişimiyle “sınırlı olmayan” bir “arka planı” vardı.
Konu giderek bir “müphemiyet” perdesine bürünüyor. Tümüyle açığa çıktığı takdirde bir “siyasal skandal” olmasından korkulur.
Bugün, 30.9.2006
|
Cengiz ÇANDAR
01.10.2006
|
|
|
|
|
Salih MEMECAN
01.10.2006
|
|
|
|