|
|
|
Türkiye’de gerçek cumhuriyet ve laiklik yok |
Cumhurbaşkanı ODTÜ’nün açılış töreninde yaptığı konuşmada, başka şeyler yanında, üniversite sorunlarına önerilecek çözümlerin ‘Cumhuriyet felsefesi’yle örtüşmesi gerektiğini söyledi. YÖK Başkanvekili de, başka bir vesileyle, ‘Son yıllarda yükseköğretimde laiklikten uzaklaşma konusunda bir hayli gelişmeler yaşandı. Laiklik Türk eğitim sisteminin omurgasıdır’ dedi.
Bu münasebetle iki noktaya temas etmek istiyorum. İlk olarak, Cumhurbaşkanınınki dahil olmak üzere, çoğu resmî beyanda ‘cumhuriyet’ kelimesinin kullanılışında bir belirsizlik var. O da, bu beyanlarda atıfta bulunulan felsefenin ‘cumhuriyet felsefesi’ mi yoksa ‘Cumhuriyetin felsefesi’ mi olduğuna ilişkindir. Siyaset felsefesine aşinalığı olanların bileceği gibi, cumhuriyetçi siyasî felsefe Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliğinden tamamen bağımsızdır. Dolayısıyla, bazı benzerlikleri olmakla beraber, yine de, genel olarak ‘cumhuriyetçilik’ten söz etmekle Türkiye’deki özel anlamında ‘Cumhuriyetçilik’ten söz etmek aynı şeyler değildir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin ‘Cumhuriyetçilik’inin bir siyasî felsefe olarak cumhuriyetçilikten farklı yanları benzerliklerine ağır basmaktadır. Hatta ikisi arasında bazı çelişkiler de vardır. Bu çelişkilerin en belirgin olanı, ‘kamusal alan’ın kapsamıyla ilgilidir. Kısaca, kamu hayatına katılma ve aktif vatandaşlık fikri cumhuriyetçi felsefenin özünde yatan değerlerdir. Ne var ki, Türk Cumhuriyetçiliği bu her iki noktada da aksi bir eğilimi yansıtmaktadır. Yerli Cumhuriyetçilikte ‘kamusal’ olan ideolojik olarak tanımlanmış olduğu için, toplumsal çoğulculuğun unsurlarının kamu hayatına ve siyasete katılımı son derece sınırlanmış olup, bu arada siyasî partilere de kuşkuyla bakılmaktadır. Türkiye’deki ‘Cumhuriyetçilik’, demokratik cumhuriyetçiliğin ‘kamusal müzakere’nin öznelerini çoğaltma ve kapsamını genişletme eğiliminden büsbütün uzaktır.
Diğer fark özgürlük-baskıcılık karşıtlığında kendisini göstermektedir. Bireylerin doğal haklarının önceliği üstündeki liberal vurguyu paylaşmasa da, cumhuriyetçi siyasî felsefe erdemli bir siyaset için vatandaşların sivil ve siyasal haklarla donatılmasını gerekli görür. Türkiye’nin ‘Cumhuriyetçilik’i ise bu konuda da bir hayli kuşkucudur. Daha genel olarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ‘hak sahibi’ özneler olmaktan çok devlete karşı ödevleriyle tanımlamaktadır. Bu anlayış, zaman zaman, tek-parti döneminin ‘Cumhuriyet’in ideal modeli olarak takdim edilmesine yol açacak kadar ileri götürülmektedir.
Üzerinde durmak istediğim ikinci nokta ise, YÖK Başkanvekilinin ‘yükseköğretimde lâiklikten uzaklaşma’dan şikáyet etmesiyle ilgili. Aslında, láiklik meselesindeki tutumu bakımından da Türkiye Cumhuriyeti genel cumhuriyetçi modelden ciddî bir sapma içindedir. Çünkü, Türkiye’deki uygulamanın sahici bir láiklikle ilişkisi çok azdır; buna lâiklik değil ‘láikçilik’ demekte haklıyız. Bu bakımdan, ‘láiklikten uzaklaşma’ başkalarının değil, asıl bu yerli ‘Cumhuriyetçiler’in işidir.
Ama burada söylemek istediğim başka. Bir kere, ‘yükseköğretimde lâiklikten uzaklaşma’ iddiası tamamen hayal mahsulüdür. Aksine, özellikle 1998’ten itibaren üniversiteler adım adım ‘lâikçilik’in kaleleri haline getirilmişlerdir. O kadar ki, birçok üniversitede ‘láikçi’ olmadığına kanaat getirilen çok sayıda öğretim elemanı çeşitli biçimlerde ya tasfiye edilmiş ya da saf dışı bırakılmıştır.
İkinci olarak, yükseköğretimde gerçekten de ‘laiklikten uzaklaşma’nın var olduğunu kabul etsek bile, bundan şikâyetçi olmaya hakkı olmayan birileri varsa onlar da YÖK’çülerin kendisidir. Çünkü, herkes görüyor ve biliyor ki, üniversiteleri ‘láiklikten uzaklaşan’lar değil, YÖK’ün adamları olan láiklik misyonerleri -üstelik, neredeyse garnizon mantığıyla- yönetmektedirler.
Star, 25.9.2006
|
Mustafa ERDOĞAN
26.09.2006
|
|
|
Korkma, yürü... |
Mübarek ayın gelişiyle ben en büyük dalgalanmayı, yumurtadan bakliyata Ramazan sofralarında beklerken, sarsıntı para piyasalarında oldu. Döviz kuru ve faiz yükseldi, borsa düşüverdi.
Yükselen ülkelerdeki kargaşanın petrol fiyatlarındaki düşüşle birlikte ortaya çıkardığı bu tablo, IMF’nin uyarısındaki “İkinci Dalga” mıdır, değil midir sorusu tartışılıyor. Cevap aranadursun, küresel tedirginlik en çok Türkiye’yi vurdu. Tayland’da darbe olunca, Macaristan’da halk sokağa çıkınca ya da Polonya’da koalisyon dağılınca bundan etkilenen bir makro denge üzerinde sörf yapıyoruz.
Siyasal tablo ise, “kim daha Türk” çekişmesine kilitlenmiş gözükmekte. Bir yaşına gelmeden ölen bebekleri, Avrupa’nın kişi başına en düşük gelirine sahip olmayı, işsizliği, sefaleti, bilim ve teknoloji üretememeyi “Türklüğe hakaret” olarak algılamayan, siyasal hamasetle “özeleştiriyi” yok etmeye çalışan bir barbarlık ilkel şovunu en fazla yeni TCK’nın 301. maddesi üzerinden yapıyor. Ana muhalefet partisi bu garip maddeye sahip çıkarken, hükümet de ikircikli. Dünya ise yazar çizer parçalamaya yönelik girişimlere olanak veren duruma tepkili.
*
Dokuzuncu Uyum Paketi görüşmeleri ise Türkiye’nin nasıl bir hukuk devleti olduğunu gösteriyor. Tabii siyaset kurumunun “hukuk devleti” anlayışını da...
Türk devleti 1974’te “Müslüman” olmayan vatandaşlarının kurduğu vakıfların mallarına el koyuyor ve 2006’da bırakın “özür dilemeyi” bu vahşi hukuk skandalını düzeltmekte bile zorlanıyor. Ana muhalefet partisi CHP güya “laiklik” kavgası yapıyor ama Müslüman olmayan vatandaşların “yabancı” sayılması gerektiğini yüzü kızarmadan kürsülerden ifade edebiliyor. İktidar ise bu ayıbı ortadan kaldırarak hukuktan yana tavır almak yerine siyasi hesaplarla tereddüt etmekte.
Vatandaşına zulüm eden, bu zulme son vermeyen bir ülkeye maalesef uyarı gene yeryüzünden geliyor. “İnsanınıza zulüm etmeyin, hukuksal bir tanım olan vatandaşlığı din ekseninde tanımlamayın” uyarısı...
Bu zihniyetin kanunsuzluğu da kışkırttığını, günlük yaşam biçiminin Vahşi Batı’ya döndüğünü, her türlü zorbalığın kol gezdiğini de söylemeye gerek yok.
*
AB Büyükelçisi’yle polemiğe gireceğini önceden duyuran, kendisi görevdeyken hiç kimsenin “paralı askerlik” kararı alamayacağını parlamentoyu yok sayarak rahatlıkla ifade eden bir askeri yetkiliye sahip gelişmiş bir ülke olmadığı ve olamayacağı da ayrı bir gerçek tabii. Yasamanın da yürütmenin de askeri bürokrasi tarafından dikkate ve ciddiye alınmadığı bir ülke olmak da “Türklüğe hakaret” sayılmıyor nedense...
Peki ne olacak?
Peki ne yapalım?
Güçlü bir ekonomiye, evrensel bir hukuka, akılcı ve yaratıcı bir siyasal çerçeveye nasıl kavuşacağız? AK Parti iktidarı ilk üç yılda bu çerçeveyi kurabileceği inancını attığı adımlarla uyandırmıştı. Şimdi hovardaca cepten yiyor çünkü “dünyalaşma arzusunun” fişini çekti.
Hem Türkiye’nin yapısını, hem de günlük hayatını yüksek standartlar düzeyine getirmeye yarayan reformlar durunca Türkiye de geriliyor. Geriye kaçıveriyor.
*
Bu tabloyu “2010’a kadar müzakereleri bitirip, 2014’te Türkiye’yi AB üyesi yapacak olan” bir irade değiştirebilir ancak.
Dört yıl içinde müzakereler bitmez ise Türkiye 2014’teki AB Bütçesi’nde yer alamaz. 2014 bütçesinde yer almak, daha başka bir anlatımla o tarihte üye olabilmek için, bu süre içinde müzakereyi tamamlamak gerek. Arada kalacak birkaç yıl, yeni bütçe dönemi için gerekli olan zamanı içermekte... Kısacası dört, bilemedin beş yıl içinde müzakereler bitmez ise 2014’te de üyelik söz konusu olamaz. Olmaz ise ne olur?
Bugün olanların bin beteri...
Elalem kıpırdanınca ekonomisi sarsılan, siyasetini “en Türk” yarışınca belirleyen, Müslüman olmayanı kendi vatandaşı saymayan ve malına fütursuzca el koyan, askerlerin halk iradesini önemsemediği bir ülkeden memnunsanız böyle kalın. Yok değilseniz, kalkın reform istikametinde yürüyün.
Korkmayıp yürüsek, birkaç yıl sonraki Ramazan sofraları çok daha sağlıklı ve umutlu bir Türkiye’de gerçekleşecek. Huzur içinde koşabileceğiz. Ama korkuyoruz.
Kendimizden başka korkacak kim var, bunu da tam bilmiyoruz.
Gene de korkuyoruz işte, bir kere alışmışız korkmaya...
Sabah, 25.9.2006
|
Mehmet ALTAN
26.09.2006
|
|
|
301 kapı numarası değilmiş.. |
Teşekkürler Cemil Çiçek.. Hepimiz kapı numarası sanıyorduk.. 301’i beğenmedik, 302 olsun mu diyorduk.. Zaten bu ülkenin aydınları, yazarları, eski yargıçları, yüksek yargı mensupları, milletvekilleri ne bilecek ki..
Bu ülkede bir şeyler bilmek için bakan olmak gerekli..
Ne bakanı olursanız olun.. Her şeyi biliyorsunuz demektir.. Biraz da gizemli konuştunuz mu, biraz da efelendiniz mi işlem tamam demektir..
En önemli ayrıntıyı unuttum, sadece gizemli konuşmak yetmez.. Tartışılan konuda ne düşündüğünü net biçimde ortaya koymayacaksın.. Hayır bu böyle olamaz demeyeceksin..
Maazallah yarın öbür gün tam tersini yapmak zorunda kalırsın..
O zaman ne yapmalı?
Madde bir: Karşı taraf bilgisizlikle suçlanmalı..
Madde iki: Ne getirir ne götürür iyi bakmak lazım diyerek top ortalanmalı..
Madde üç: Slogan bir laf patlatıp, konu sulandırılmalı.. (Bunu en çok ve en iyi eski politikacılar yapar..)
Mesela..
İşte Adalet Bakanı Çiçek..
Aylardır hararetle tartışılan madde için; ‘kapı numarası değil’ dedi, çıktı işin içinden..
Sanki herkes öyle sanıyordu.. Eminim ki arkadaşları, dostları, bürokratları ayakta alkışlamıştır.. ‘Ne büyük söz ettin, ne güzel tarif ettin, karşı tarafı şişirdin’ diyerek tebrik etmişlerdir..
Geçelim Başbakan’ın tavrına..
Muhalefet ile uzlaşma sağlanırsa 301. maddeyi değiştiririz havasında..
Uzlaşmaya ihtiyacı var mı?
Hayır..
İstediği değişikliği istediği zaman Meclis’e getiriyor.. Muhalefetin yüzüne bile bakmadan istediği yasayı çıkartıyor..
301 konusunda önünde kendisinden başka engel yok.. Kendi kendisini ikna ederse yasayı değiştirir..
Başbakan uzlaşma aradıklarını söyler de CHP lideri Baykal boş durur mu?
AKP’ye; ‘Dokunulmazlıkları kaldırın, 301 değişikliğine destek verelim’ dedi..
Durun, kafam karıştı!. CHP 301. maddenin değiştirilmesini istiyor mu, istemiyor mu?
İstemiyor..
AKP dokunulmazlıkları kaldırmaz, biliyorlar.. Bildikleri için de dokunulmazlık kalkanını 301’i korumak için kullanıyorlar..
Soru şu: 301’in aynen kalmasını kim istiyor?
Erdoğan istiyor.. Baykal istiyor.. Çiçek istiyor..
Gerekçeleri ne?
Birçok Avrupa ülkesinde benzer maddeler olması. Özellikle Avusturya ve Belçika’da..
Tamam da.. Siz Avrupa’da Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak gibi yazarların bu maddeden yargıç önüne çıktığını gördünüz mü?
Mahkeme önlerinde linç girişimlerine tanık oldunuz mu?
Aslında ben sözümü geri alıyorum.. Bakan Çiçek de yanlış biliyor.. 301 galiba kapı numarası..
Baksanıza önüne gelen içeri dalıyor, bir pundunu bulup davayı açtırıyor..
Vatan, 25.9.2006
|
Mehmet TEZKAN
26.09.2006
|
|
|
Dinin yerine ikebana çiçek süsleme sanatını mı koyalım? |
Ramazan geldi, din eksenli tartışmalar yeniden başladı. Bilen, bilmeyen, anlayan, anlamayan giydiriyor da giydiriyor, cemaatlere, tarikatlara... Ne var ki, problemin bir ayağı her zaman dışarıda kalıyor. Konuşulmuyor, üstü örtülüyor bu mevzunun. İnsanlar, niçin cemaatlere, tarikatlara girme ihtiyacı hissediyor? Ortada bir ihtiyaç olduğuna kuşku yok. Bu ihtiyaç, bireyin, manevi aydınlanma ihtiyacıdır.
Birçokları Ahmet Hakan gibi maneviyat ihtiyacı içindeki gençlere “kafana göre takıl” önerileri yapabilir. Zihinsel aydınlanmasını tamamladığı nı, kendini aştığını, entelektüel olduğunu sanan insanları n, bu manevi iklimden nasiplenmek istememeleri, onların bilecekleri şey elbette. Ama çağlar boyu, toplumu bir arada tutan, adeta tutkal görevi gören bu kurumlar, yardımlaşmayı, paylaşmayı, dayanışmayı aşılayarak, Türk- İslam sentezi içinde büyük bir medeniyetin inşasında önemli bir rol oynamıştır.
Bugün, bu kurumların eskidi- ğine, sahte şeylerin, hacıların, hocaları n eline düştüğünü, bir menfaat şebekesi haline geldiğini söyleyerek, bu oluşumların asli vazifesini bir kenara fırlatıp atamayız. Herkesin bildiği ve kimi zaman da dillendirdiği gerçek şu; Diyanet İşleri Başkanlığı, halkın dini ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak!
Yapısı gereği, kuruluş amacı gereği, felsefesi gereği zaten bu boşluğu dolduramaz Diyanet. Diyanetçilerin de bir kabahati yok.
Onlar da sorumlu değiller. Ne de olsa Diyanet İşleri Başkanı dahil, bu kurumda çalışan herkes devletin birer memuru.
Yıllar boyu TRT’de yayınlanan İnanç Dünyası programı sözgelimi. Bu programı izleyerek bir insanı n kendi dininden manevi feyiz aldığını gören, bilen varsa bize de haber versin.
Katı devletçi, bürokratik bakış açısıyla hazırlanan böylesi bir programdan nasıl bir fayda umulabilir ki... Aynı şey, din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri için de geçerli. Utanmasalar bazıları, bu derslerin içinden İslamiyet’in, kendi dinimizin adının çıkarılmasını bile isteyecekler. Yerine ne koyalım beyler, Budizm, fiamanizim, fiintoizm mi?
Bugün yogayı öven, Budizm’in ruha iyi geldiğinden dem vuran bir mantık, Tasavvuf gibi Peygamber Efendimiz’in “gerçek cihat, insanın nefsiyle yaptığı cihattır” felsefesinden yola çıkarak insanı, iyiye, güzele yönelten bir manevi dinamiği yok etmeye çalışıyor. Yerine ne koyalım?
İkebana çiçek süsleme sanatı nı mı?
Bugün, cemaatler için de, tarikatlar için de pek tabii ki yanlış, hatalı, akıl ve vicdan sahibi hiç kimsenin kabul edemeyeceği şeyler olabilir. Ama Türkiye’de hangi kurumda bu tip yanlışlıklar yok ki... Biri bize gösterse de bilsek. Cemaatler, tarikatlar şeffaf de- ğilmiş.
Beyler, şeffaf olma hakkı tanı ndı mı bu kurumlara? Yaşama hakkı tanındı mı? Var olma savaşlarını ancak bu gizlilik perdesi içinde sürdürebildi bu yapılar.
Elbette şeffaf olsunlar, açık olsunlar ama siz önce elinizdeki çiçek görünümü altındaki silahları bir bırakın. Samimi olduğunuzu gösterin.
Açıklık, şeffaşık isteyenler, önce samimi olarak kendi kliklerinde, cemaatlerinde, kendi dar dünyaları nda şeffaşık göstersinler. Hangi menfaat şebekelerinin, bu ülkeyi ne gibi uçurumlara sürüklediğini herkes biliyor. Bu menfaat şebekeleri içinde yer alanlar, hangi tarikata ya da cemaate üye acaba? Masonik tarikatlar olmasın bunlar...
Mübarek bir aya girdik. Bu öyle bir ay ki, oluşturduğu manevi hava, hepimize yeter. Ama hâlâ birileri oksijen maskesi taktıktan sonra toplumun manevi damarları na sârin gazı enjekte etmeye uğraşıyor!
Bugün, 25.9.2006
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
26.09.2006
|
|
|
|