Son bir haftayı geçirdiğim Anadolu’da gittiğim her yerde Lübnan’a asker gönderme meselesi soruldu. Soranların önemli kısmı Ak Parti’ye oy vermiş insanlardı. Bundan anlaşılan şuydu ki, halkın kafası netleşmemişti. Yani aslında asker gönderilmesini istemiyordu ama işte iktidar da, oy verdiği insanlar da askerin gönderilmesinden yanaydı. N’oluyordu, neden hükümet bu kadar ısrar ediyor, gerekçeler bulmaya çalışıyordu?
Ben bu konudaki bazı düşüncelerimi bir kere daha okuyucularımla paylaşma ihtiyacı duyuyorum.
-Hükümet çevreleri büyük resmi zaman zaman unutmaya mütemayil gözüküyor. Byük resim ne? Büyük Ortadoğu Projesi diye bir projenin varlığı ve bunun kademe kademe uygulanmaya çalışılması. Ya da şöyle söylemeli: Bu proje henüz var ve devreden çıkmış değil.
-Eğer bu proje varsa, Lübnan meselesinin bu projenin neresine oturduğuna dair hükümetin bir görüşü olmalı, ya da en azından Lübnan olayının bu projenin bölge halklarına olumsuz yansımaları ile ilgisinin bulunmadığına dair hükümetin net görüşleri olmalı. Böyle garantikleri var mı, bence yok.
-Bence, Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olan Türkiye’nin, bu projenin bütün ilerleme süreçlerinde belirleyici rolü yok, muhtemelen zararlarından korunmaya çalışıyor, ama genel akışı kontrol edemediği ve sürece parça parça dahil olmak zorunda kaldığı için, o parça parça yapı içinde negatifini - pozitifini tartma imkanına da sahip olamıyor. Soralım: Türkiye Afganistan olayında sürece monte oldu, asker gönderdi. Duruşu Türkiye ve İslam coğrafyası açısından sağlıklı mıydı? Afganistan’daki duruş bölgeye olumlu anlamda ne getirdi? Peki sonrasında, acaba Türkiye Irak operasyonunda nerede yer almalıydı? 1 Mart tezkeresi Meclis’te reddedildi, Irak’a asker gönderilmedi. Türkiye Arap dünyasında alkışlandı, halk memnun oldu, Amerika’nın dayatmalarına karşı konulduğu için onurlu bir iş yapıldığı düşüncesine varıldı. Ak Parti grubu bile onursuzluğa sebep olmadığı için mutlu oldu, Irak’taki süreç hala kontrol edilemiyor ama Başbakan Erdoğan CNN Türk’teki mülakatında diyor ki, “1 Mart’ta asker gönderme kararı alsaydık, işler daha iyi giderdi, Kuzey Irak böyle olmazdı?” Yani Başbakan, herkesin hilafına hala 1 Mart tezkeresini savunuyor. Acaba öyle olsaydı, yani orada Amerikan taleplerine uyum gösterilseydi Türkiye’yi memnun edecek bir gelişme olur muydu? Bu Başbakan’ın gerçek inancı mıdır, yoksa Ekim başında Amerika’ya yapacağı ziyaret öncesinde “Ben aslında 1 Mart’ta da Lübnan olayında olduğu gibi düşünüyordum, onun için geçmişteki aksama ile ilgili bir olumsuz notunuz varsa onu düzeltin” diye mesaj mı veriyor?
-Gelelim Lübnan olayına... Lübnan olayında Türkiye ne yapmak istiyor, bu gerçekten net değil. Lübnan halkına yardıma mı gidiyor, İsrail’i Hizbullah’tan korumaya mı gidiyor, Hizbullah’ın silahtan arındırılması işinde bir dahli olacak mı, Amerika’nın talebini yerine getirmiş olarak görünmeyi mi arzu ediyor, adım adım ilerlediğini düşündüğü ve bölgenin yeniden yapılanmasını öngördüğüne inandığı Büyük ortadoğu Projesinde süreçten kopmamayı mı planlıyor, Amerika’nın önüne “ben burada senin istediğini yapıyorum, sen de Kuzey Irak’ta bana PKK’nın kellesini ver” mesajı ile mi çıkmak istiyor, bunlar karmakarışık. Halka bakarsanız, İsrail bebeklere karşı cinayetler işledi onların önlenmesi lazım, Amerika’ya İsrail’e bakarsanız, Lübnan’da hükümet dışı silahlı bir güç var, bu gücün İran’ın meydan okumasına katkısı bulunuyor, İran’a vurmadan önce birçevre temizliğine ihtiyaç duyulduğunda bu silahlı gücün tasfiye edilmesi gerekiyor. Hizbullah’a bakarsanız, Hizbullah kendisini Lübnan’ın savunması için olmazsa olmaz görüyor, bu görüşü bir ölçüde Lübnan hükümeti de paylaşıyor, çünkü Hizbullah şu anda Lübnan’da hükümet ortağı. Hükümetin bu konulardaki duruşu çok net değildi, herhalde herkesi memnun edecekbir duruş bulmak istiyordu, özellikle halktaki Hiz bullah sempatisi ve Amerika - İsrail karşıtlığı ile çelişmek istemiyordu. Ama seçilen tavrın gerçek anlamı bu muydu? Yeni Şafak’taki yazısında (8 eylül 2006) Başbakan’a danışmanlık yapan Yasin Doğan (Yalçın Akdoğan), Lübnan’a asker gönderilmesini eleştirenlere cevap verirken, BM’nin ateş kes kararındaki Hizbullah’ın silahsızlandırılması maddesini de savundu ve Hizbullah’ın Lübnan’daki silahlı konumunu sorgulayan görüşler ortaya koydu. karşıtlara mealen sordu: Yani siz Hizbullah diye bir örgütün silahlı konumunu savunuyor musunuz? O, Lübnan hükümetinin otoritesinin tesisini de önemsiyor, Hizbullah’ın konumunun buna aykırı olduğunu savunuyordu. Yasin Doğan - Yalçın Akdoğan bir şeyin daha, Hizbullah - İran bağlantısının altını çiziyor, bölgede İran’ın etkinliğinin artmasından dolayı tedirginlik sergiliyordu. Şimdi buradan ne anlamamız gerekiyor: Bir başbakan danışmanı ne ölçüde bağlı bulunduğu makamın düşüncelerini yansıtır? Bunlar artışılabilir. Ama eğer bu görüşler bir miktar Tayyip Erdoğan’ın da tavrını yansıtıyorsa, o zaman Türkiye Lübnan işinde, İran’a karşı bir kuşatmada da rol alıyor demektir. Bu, büyük resimde, operasyonu yürüten patronun nabız atışlarına uygun bir duruş demektir. Tam da banim anlatmaya çalıştığım hadisedir. Yani adım adım, büyük resme monte oluyorsunuz, o yöne sürükleniyor, onun bilincini kuşanıyor, ona göre politikalar üretmek zorunda kalıyorsunuz. Hani Türkiye, komşularıyla sıfır sorunlu bir ülke olmayı amaçlıyordu. Büyük Ortadoğu Projesi operasyonu yürüdükçe bunlar rafa kalkıyor, Irak’ta sorunun bir parçası oluyorsunuz, İran’la boğuşmaya doğru itiliyorsunuz, Sünni - Şii çatışmasının parçası olmaya sürükleniyorsunuz, Filistin’deki vahşeti - sivil politikacıların rehin alınması olayını unutup, Lübnan’da Hizbullah’ın etkisini sıfırlama misyonuna monte oluyorsunuz... Bütün bunları oturup, enini boyunu düşünüp seçerek mi tesbit ettiniz, yoksa emri vakiler sizi buralara sürükledi mi? Oynuyor musunuz, oynanıyor musunuz? İpin ucu hala elinizde mi, yoksa başkalarının eline mi geçti? İran’la hangi zamanda vuruşacaksınız? Yarın İran’a asker gönderme ya da Türkiye üzerinden saldırılara izin istendiğinde gene “Acaba nerede durmalıyım? Bu işte Amerian koalisyonu mu galipg elecek İran mı, Amerika galip gelecekse ondan yana mı olmalıyım? Bu komşuyu heba etmek anlamına gelirse ne olur? Ya halk buna da karşı çıkarsa?” Sormak isterim, içinizde “Galipten yana oynamalı!” gibi bir yaklaşım var mı ve size göre nihai planda “Galip” Amerikan - İsrail - İngiltere cenahı mı? Eğer öyleyse “Galip”in oluşturacağı Ortadoğu’nun nasıl biçimleneceği konusunda net düşyünceleriniz mevcut mu? Yoksa “Amerika herhalde bize kötülük etmez” gibi bir “hüsnü zan” içinde misiniz? Aklınıza hiç, “Bu Birleşmiş Milletler, Filistin’li politikacılar, bakanlar kaçırılırken neredeydi? Ben ne yaptım? Lübnan’da ateş kesildi, kaçırılan Filistin’li politikacılar nerede, kimsenin umurunda mı? Hizbullah Lübnan’da nasıl doğdu, böyle bir örgütün varlığına ilkesel olarak karşı çıkmak Ortadoğu gerçekleriyle bağdaşıyor mu?, İran’la düşman kamplara sürüklenmek bu coğrafyaya nasıl bir kanlı boğuşmayı getirir, Amerika Lübnan’da silahlı milise karşı çıkarken, Irak’taki silahlı milisler karşasında ne yapıyor, bunları sorgulama hakkı var mı, sorgularsak Amerika’ya ayıp olur mu?” gibi sorular geliyor mu?
-Yaşanan süreçte hiç, “İsrail’le yapılan Savunma İşbirliği Anlaşması ne işe yarıyor?” sorusunu sormak geldi mi? Yoksa böyle bir soru, korku verici bir şey mi?
Son söz:
Ben Ak Parti hükümetinin bir gün süreci kontrol etmekle sürecin içinde akıp gitmek konusunu yeniden değerlendireceğini düşünüyorum. Ve o zamanın işin işten geçmediği bir zaman olmasını temenni ediyorum.
ahmettasgetiren.com.tr, 9.9.2006
|
Org. İlker Başbuğ’un Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralırken yaptığı konuşmada (söylemiştim, bu konuşmanın makale versiyonu Radikal’de yer almıştı) “ulus-devlet”, “üniter devlet”, “laik devlet” gibi siyaset bilimi ve siyaset felsefesini doğrudan ilgilendiren kavramlar hakkında “son sözü” söylemesini çok yadırgamış, komutanların askerlik mesleğiyle ilgisi olmayan “teoriler”e bu şekilde açıktan müdahalesinin demokrasilerde hiç mi hiç hoş karşılanmadığını hatırlatmıştım. Başbuğ, bir bakıma, söz konusu kavramlara (ve bu kavramlara ilişkin teori-pratik) ilişkin TSK’nın “kırmızı çizgileri”ni ortaya koyuyordu. İşte, demokrasilerde karşılaşılmayan durum tam da buydu zaten: Demokrasilerde düşünce dünyasının “kırmızı çizgiler”i olmaz, bu dünyaya bir “otorite”nin çeki düzen vermesi kabul edilemez.. “Otorite” derken sadece askeri otoriteleri kastetmiyorum tabii ki; bu dünya “alimler”in otoriter müdahalesinden de rahatsız olur. Bu hemen her konuda böyledir; ve tahmin ettiğiniz gibi “ulus-devlet”, “üniter devlet”, “laik devlet” gibi kavramlar ve bunlar etrafında geliştirilmiş teori ve pratiklerin “dokunulmazlığı” ise söz konusu bile edilemez.
Buraya kadar okuduklarınızı sıradan bir “ordu karşıtlığı” çerçevesinde değerlendirmeyin. Değerlendirmeyin, çünkü bir kuvvet komutanının Türkiye için uygun gördüğü bu “kavramsal çerçeve” ne yazık ki büyük ölçüde ülkenin “siyasetçi” sınıfı tarafından da benimseniyor-paylaşılıyor. Düşünce dünyasının bir takım “kırmızı çizgiler” ile donatılmasından –büyük ölçüde- bu sınıf da şikayetçi değildir.
Umumi manzara böyle olunca bu ülkede “ulus-devlet”, “üniter devlet” (“laik devlet” meselesi epeyce konuşulduğu için onu dışarıda bırakıyorum) kavramları etrafında ciddi bir tartışma açmanın “cezası” bellidir: “Ülkenin güvenliğini ve huzurunu tehdit eden bazı kesimler...” İyi güzel ama “ulus-devlet” ve “üniter devlet”i doğru dürüst konuşamadık ki henüz! Bu devlet şekilleri –belki de- bize sürekli söylendiği gibi o kadar da makbul şekiller değildir... Belki de devletin “üniter olmayan” ve başına “ulus” eki almayanı pratik açıdan değerlendirdiğimizde daha hoşumuza gidecek, tartışmadan nasıl bilebiliriz...
Demek ki her işin başı savunduğumuz ya da karşı çıktığımız şekiller, şeyler (artık her ne ise!) hakkında ciddi bir tartışmanın istenmesi, hatta teşvik edilmesidir. Hele de “küreselleşme” gibi bir olgunun önüne önce “ulusal” ve “üniter”i olmak üzere bütün devletleri önüne kattığı bir dönemde bu tartışmalardan kaçmak kendini boşa avutmaktan başka bir işe yaramaz. “Küreselleşme”yi hatırlatırken hep söylendiği gibi bu olgunun özellikle ekonomik yönüne işaret ediyor değilim; burada “ulus-devlet”i sarsan asıl neden iletişim teknolojisinin geçirmekte olduğu büyük dönüşümün “ulus-devlet”in onsuz yapamayacağı “mesafe” faktörünü ortadan kaldırmakta olmasıdır. Bu sürecin doğal bir sonucu da, bugüne kadar ulusal bir toprak parçası üzerinde ulusal bir topluluk üzerine dayanan ulus-devletin temeli olan “egemenlik ilkesi”nin de eski anlamını ve gücünü yitirmeye başlamasıdır. Ve nihayet bu olguya paralel olarak ulus-devletin kabul ettiği tek yurttaşlık biçimi olan “bir devletin yurttaşı” olma halinin de eski gücü ve anlamını yetirmesi sürecinin başlamış olması...
Bu durumda, kimilerinin XIII. Yüzyıldan itibaren başlattıkları “ulus-devlet” olgusunun oluşumu hakkında biz niçin hâlâ son derece “dogmatik” kanaatler besleyelim? ”Ulusal tarih” böyle bir şey işte... Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü “ulus-devlet”lerin inşası sürecine ilişkin elkitaplarında bile “üçüncü dalga” içinde yer alan örneklerin başında sıralanırken, bugüne kadar insanlığın başına çok dert açmış olan “ulus-devlet” modelini biz niçin bu kadar çok sevdik acaba!
Benzer bir değerlendirme bir başka “dokunulmaz” için, “üniter devlet” için de yapılabilir. Bu devlet şekline ilişkin kanaatlerimizin de tartışmaya açılma ve yenilenmesi zamanı gelmedi mi? “Üniter devlet”in ideal formu diye bir şey kaldı mı dünyada? Bir “üniter devlet”in illâki bizimki gibi son derece merkeziyetçi olması gerektiğini mi düşünüyoruz hâlâ? Tamam, diyelim ki “federal devlet” şeklinin adı bile bizi yerimizden sıçratmaya yetiyor; peki ya İtalya ve İspanya gibi “üniter” devletlerin uyguladıkları farklı ademi merkeziyetçilik uygulamaları bizi hiç mi düşündürmeyecek? Ademi merkeziyetçiliği idari ve kültürel haliyle bile hiç gündemimize sokmayacak, bu seçimlerin yararını-zararını ciddi olarak hiç tartışmayacak mıyız?
Toparlayacak olursam: Kimse kimseyi her ne gerekçe ile olursa olsun susturmaya çalışmasın ki, dünyanın konuşup-tartıştığı bu soru ve konuları biz de olması gerektiği gibi tartışıp, sonuçlar çıkaralım.
Yeni Şafak, 9.9.2006
|
Şu anda Paris’in Le Marais bölgesindeyim. Etraf yeni yeni hareketleniyor, insanlar yavaş yavaş kahvaltıya geliyor. Sanatçılar, gençler, Louis Vuitton’dan alışveriş yapmayan turistler, bohemler, entelektüeller... Daracık sokaklarda birbiri ardına açılan binlerce küçük cafe, restoran, bar doluyor. Gece sokaklar iyice hareketlenecek, Paris’in SoHo’su birbirinden farklı insanları içine çekecek. (...)
Aynı anda Marais’nin asıl sahipleri de hayatlarını sürdürmeye devam ediyor. Ağırlıklı olarak Hasidik Yahudiler’in yaşam alanında hiçbir şey tuhaf karşılanmıyor ama. Hasid’ler kendilerine özgü kıyafetleriyle dolaşıyor, kentin bu kesmini bohem merkezi ilan edenler de onlara karışmıyor. Çift taraflı bir anlaşma, bir uzlaşma var. Kimse garipsemiyor.
Geçen gün Vatan gazetesinde Fatih-Çarşamba’dan fotoğraflar yayımlanmıştı. İstanbul’un bu ilçesinin ne zamandır radikal İslam’ın kalesi olduğu biliniyor. Ama acaba oralardaki insanları bir başka gezegenin mensupları gibi görmek doğru mu, işte bu konuda şüphelerim var.
Dünyada Amish’ler, Hasidik Yahudiler kendi hayatlarını ve kimliklerini koruyor, onlar garipsenmiyor, tuhafımıza gitmiyor da İslamcılara neden ‘şüpheli’ gözlerle bakılıyor; belki bu soru giderek yükselen laik-İslamcı çatışmasına da bir cevap bulabilmek için anlamlı olabilir.
Beyaz Türkler’in lüzumsuz ve uçurum açıcı seçkinciliği bırakıp, bu ülke aydınının 150 yıldır sırt çevirdiği İslamiyet’le barışmasının, bu kadar büyük bir ‘mesele’yi anlamasının vakti çoktan geldi. Kamplaşmanın önündeki en büyük engel de kent elitinin bu adımından yola çıkacaktır diye düşünüyorum.
Akşam, 9.9.2006
|