“Şehir” denilince dünyada akla gelen ilk isimlerden birisi olan Manuel Castells’in iki yıl önce vermiş olduğu mülakatı da okumuştum. İspanya’dan yola çıkıp Avrupa’da epeyce zaman geçirdikten sonra bir Amerikan üniversitesini seçen Castells, mülakatın bir yerinde “şehirler ağının” günümüzde kazandığı özellikleri hatırlattıktan sonra bu ağın “ulus-devlet” çerçevesine sığmadığını söylüyordu. Bu büyük şehir düşünürü, sadece şehirlerin değil, işletmelerin ve bir takım kültürel ve politik organizasyonların bu çerçeve ile yetinemeyeceğini de hatırlatıyordu. “Ulus-devlet fikrinin” zamanını doldurduğunu söyleyebilirdik; ancak “ulus-devletler” ortadan kalkmamakta, düşünürün “devlet ağı” olarak nitelediği farklı bir ağa katılıyorlardı.
Yazıya bu “giriş” ile başlamamın nedeni, anlaşılmıştır sanırım... Castells’in şehirlerin pek çok alana ilişkin kendi aralarında oluşturacakları ağın “ulus-devlet” çerçevesine artık sığmamakta olduğunu söylemesi muhakkak ki tek başına önemli bir tespit. (Bu tespitin Konya gibi Kayseri, Antep vs gibi şehirlerce de hiç değilse sezilmiş olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.) Ama ben Castells’in bu sözlerini (...) Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un bir konuşmasının-yazısının eleştirisine “giriş” olsun diye aktarıyorum.
Ve bu yönde ilk sorumu soruyorum: “Ulus-devlet” fikri, teori ve pratiğiyle dünyada Castells’in de içinde olduğu belki binlerce yazar-düşünür tarafından ciddi olarak sorgulanırken, Başbuğ’un bazı “kesimler”in kötü niyetlerinden bahisle “Bugün için öncelikli hedefleri ulus/devlettir” diyerek tartışmayı kesip atması bugünkü Türkiye’ye yakışıyor mu? Başbuğ bu konuda fikir beyan eden (bizler gibi!) ülkenin eli kalem tutan herhangi bir yurttaşı olsa, bir “problem”den söz etmek tabii ki söz konusu olamaz. Ama Başbuğ’un konumu böyle değil ki; o ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı olarak “ulus-devlet”, “üniter devlet” ve “laik devlet”e ilişkin tartışmaya noktayı koymak istiyor. Söz konusu “nokta”, tabii ki, bu kavramlara ilişkin kendi görüşünü ortaya koyduktan sonra konacaktır...
(...) Bir demokrasinin kabul edebileceği bir “işbölümü” değildir bu. Demokrasilerde siyaset kuramı ülkenin yüksek rütbeli komutanlarının görev alanında çünkü. Hatırlarsınız; eskinin Sovyetler Birliği’ne yöneltilen eleştirilerin önemli bir bölümü bu rejimde ortaya çıkan çarpık “işbölümü”ne yönelikti. Bilim, felsefe, sanata ilişkin “doğruları” vazetmeye başlayan bir yönetimin demokrasi olarak adlandırılmasının imkansızlığı üzerine kimbilir kaç cilt kitap yayınlanmıştır.
Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında-yazısında hemen her sorunun cevabı verilmiş: Tek yol “Atatürkçü Düşünce Sistemi”dir. (bir kere daha tekrar etmek gerekir mi: Atatürk çok önemli bir asker ve siyaset adamıdır ama ortaya bir “Düşünce Sistemi” koymamıştır.)/ “devrim ümmet toplumundan, laik ulus-devlete dönüşümdür.” (Osmanlı’nın iki meşrutiyet tecrübesini ciddiye almayan bir yorum değil mi?) / “Ulus-devletin temel dayanağı ise ulusal kültürdür.” (Ulusal kültür bir neden mi yoksa sonuç mudur?) / “Laiklik en geniş anlamıyla aklın ve bilimin egemenliğinin kabul edilmesidir.” ( ?) / “Türkiye Cumhuriyeti kültürel farklılıklara saygılıdır...” (Problem zaten bu işin “hak” çerçevesinde değil de hâlâ “saygı” çerçevesinde anlaşılmasından kaynaklanmıyor mu?) / “Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusu ve ülkesiyle bütünlüğünden, laik ve çağdaş bir ülke olmasından rahatsız olanların ulus-devlet yapısına, Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesine karşı çıkmaları doğaldır.” (“ulus-devlet” yapısına karşı çıkanlar içinde söz konusu hususlardan “rahatsız olmayanlar” da olamaz mı?)
Nereden başlayayım bilmiyorum... Doğum yeri Fransa olan, doğum tarihi olarak 13. yüzyılı bile telaffuz edenlerin bulunduğu “ulus-devlet” niçin bu derece “dokunulmazlık” kazanıyor anlamak mümkün değil... Aynı itirazı “üniter devlet” için de dile getirebiliriz.
Yeni Şafak, 6.9.2006
|