Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Yasak tatile girdi...

Temmuz ayının girmesiyle üniversiteler de dahil tüm okullar tatile girdi, öğrenciler rahat bir nefes aldı. Tüm öğrenciler gibi, ben de tatilin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Zira tatil, benim için, yalnızca derslere ara verilmesi değildir. Çünkü ben başörtülü bir üniversite öğrencisiyim. Tatil, diğer öğrencilerden daha fazla mutlu ediyor beni… Bir nevi üç aylık bir özgürlük demek tatil benim için… Yasaklardan, baskı ve tacizlerden uzak kalmak… Ama yine sonbahar gelecek… Yine okullar açılacak…

Duygusallık bir yana, şu başörtü yasağı sorunu nedir? Kim, neden dayatıyor bu yasakları? Halka rağmen, bu yasaklar ne zamana kadar sürecek? Ufukta çözüm var mı? Görüyorsunuz, yasak tatile girdi, ama yine de zihnim hep yasakların baskısı altında… Düşünmekten, sorgulamaktan kendimi alamıyorum…

Yasakta son durum

Başörtüsü yasağı, her geçen gün, dolaşan bir çelişkiler yumağı olarak duruyor karşımızda… Başörtülülerin eğitim almaları ve devlet kurumlarında çalışmaları yasaklanmış durumda. Hatta, kamusal alan tartışmalarıyla başörtülülerin sokakta yürüyüp yürüyemeyecekleri dahi tartışma konusu haline getiriliyor. Kamu görevlileri atanırken, erkek çalışanların eşlerinin başörtülü olup olmadıkları araştırılıyor. İşinde başarılı olan değil, eşi başörtülü olmayanlar tercih ediliyor. Karşımıza çıkan çelişki ise, tüm bu uygulamaların modernlik ve çağdaşlık adına yapılıyor olması. Peki, modernliğin, çağdaşlığın gereği olan demokrasi, özgürlük, eşitlik, temel hak ve hürriyetler nerede kalıyor? Bu soru, tartışmalar her alevlendiğinde soruluyor ve cevap hep aynı oluyor. “Elbette demokrasi, elbette eşitlik ama; ya modernlik ve laiklik?”

Görülüyor ki; Türkiye’nin kangren haline gelmiş bir sorunu olan bu yasakların temelinde, laik bir toplumda hem modern, hem de dinî vecibelerini yerine getiren bir vatandaş olamayacağı anlayışı karşımızda duruyor.

Temel yanılgı: Modernleşme

Ülkemizde, modernleşme hareketleriyle beraber, kadının kılık ve kıyafeti, modernleşmenin bir göstergesi ve sembolü olarak görüldü. Batılı modern toplumlarda yaşayan kadınlar örnek alındı. Onlar gibi giyinilmesi, onlar gibi davranılması gerektiği düşünüldü. Ancak, önemli bir nokta göz ardı edildi; Batılı toplumlar ile Türk toplumunun inanç ve kültür yapısı birbirinden farklıydı.

1960’lı yıllardan itibaren, yükseköğretim kurumlarında tesettürlü öğrencilerin sayısı giderek artış gösterdi. Başörtü yasağı da gündeme gelmeye başladı. Çünkü üniversite kapılarından giren her tesettürlü öğrenci, tesettürün, köylü ve yoksul kültürü imajını yıkıyordu. Türk milletinin inanç ve değerlerini hâlâ köylü ve yoksul kültürü kategorisinde görmek isteyen bazı kesimler, bundan rahatsızlık duyuyor ve tesettürü bir gericilik, modernizm karşıtlığı olarak algılıyordu. Günümüzde yasakların tüm şiddetiyle devam etmesini bu anlayışta aramak gerekiyor.

Öte yandan, “Modernleşme”, tarihî bir süreç olmanın yanında, ideolojik bir kavram olarak da çıkıyor karşımıza. Zira, “modernlik” Batılı ülkeler tarafından, diğer ülkeleri kendi pazarları haline dönüştürmelerinin kılıfı olarak kullanılıyor.

“Dünyanın diğer bölgelerinde hakim olan kültürler ve yaşam biçimleri, Avrupaî mallara pazar olmayı engelliyordu. İşte, bu aşamada Avrupa, Batılı olmayan toplumları kendisi gibi tüketmesi ve yaşaması için ‘değiştirme’ gereği duymuştu.” (Canatan: 1995) Bu toplumlar, Batılı hayat/tüketim tarzına yönelmiş ve bunu da “modernleşme” olarak algılamaya başlamışlardı. Böylece, Batılı olmayan toplumlarda üretim modernleşmesi de engellenmişti. Sonuçta, modernleşme ideolojik bir kavram haline geldi. Halk ile mücadele ve halkın değerlerini tahrip ile özdeşleşti.

Bugün ülkemizde üretim modernleşmesinin gerçekleştirildiğinden bahsedemeyiz. Ancak, tüketim modernleşmesi bütün hızı ile gelişmiş ve ülkemiz Batılı mallar için modern bir tüketim pazarı haline dönüşmüştür. Bu sebeple, Türk toplumunun değerleri ile mücadele, bir çağdaşlaşma, ilerleme savaşı değil; Türk toplumunun tüketim modernleşmesinin beslenmesi ve üretim modernleşmesinin engellenmesi savaşıdır.

ASILSIZ VE DAYANAKSIZ İDDİALAR

Başörtü siyasî simge midir?

Bir iddiaya göre; tesettürlü bayanlar siyasî bir partiye mensup oldukları için başörtüsü takıyorlar. Şimdi bir düşünelim, siyaset tamamen dünyevî bir mesele… Başörtülüler başörtüsünü, dünyevî bir amaca hizmet eden siyasî simge olarak mı kullanıyorlar; yoksa başörtüsünü dinî bir mükellefiyet olarak mı algılıyorlar? Başörtüsü, bir dünyevî çıkar sağlamak bir yana, eğitim almaya ve çalışmaya engel olmanın yanında, insan onuru ile bağdaşmayan muamelelere de yol açıyor. O zaman, başörtüsünü siyasî simge olarak kullanmanın bir mantığı olabilir mi?

Başörtüsü değil, türban mı?

Yapılan kamuoyu araştırmaları, başörtüsünün Türk halkının bir gerçeği olduğunu ortaya koymaktadır. Halka rağmen uygulanan yasağı meşrûlaştırmak için, yeni bir kavram ortaya atılmış; hatta uydurulmuştur: Türban…

Ninelerimizin örttüğü başörtüsünden farklıdır türban, bu kavramı üretenlere göre… Ancak, kullanılan nesnelere baktığımızda, bariz bir fark göremeyiz. Yani her ikisi de ortalama aynı boyutlarda, aynı şekillerde örtülen örtülerdir. Kullanan kişilerin özellikleri itibariyle bir farklılık atfedilir. Tesettürlü bir bayan eğitim görmek istiyorsa, şehirde yaşıyorsa, maddî imkânı mevcutsa türbanlıdır. Yani, modern bir bayanın taşıması gereken özellikleri taşıyorsa, fakat tesettürlüyse türbanlı olarak nitelendiriliyor.

Başörtülüler başörtülü

olmayanları baskı altına alıyor mu?

Bir diğer iddia da, başörtülü bayanların başörtülü olmayanları baskı altına aldığıdır. Böyle bir durumun söz konusu olmadığı, halkın arasına karışarak kolayca anlaşılabilir. Çünkü, ne okullarda, ne de aile çevrelerinde böyle bir ayrım söz konusu değildir. Başörtülüler başörtülü olmayanları baskı altına alıyor gerekçesiyle, başörtülüleri baskı altına almak ne kadar akla uygundur? Yorumu size bırakıyorum…

Öte yandan, yasakçı zihniyet, yasağın kaldırılması halinde başörtülülerin artacağından ve tüm bayanları başörtüsü kullanmaya zorlayacaklarından korkuyor. Yani, bir varsayım ile suçlanıyoruz. Ancak, şu anda bizi suçlayanların uyguladığı baskı ve yasaklar bir varsayım değil. Bizi suçladıkları şeyi fiilen gerçekleştiriyorlar. Suçlamaya gelince; özgürlüğün ne anlama geldiğini bizden daha iyi hiç kimse bilemez.

İslâm dininde tesettür emri yok mu?

Öte yandan, İslâm dininde tesettür mükellefiyeti olmadığı iddiaları ortaya atılıyor son zamanlarda. Bunun cevabı İslâm kaynaklarında açıktır. Ayrıca, Diyanet İşleri de tesettürün İslâm dininin bir gereği olduğunu bildirmiştir. (Diyanet İşleri Başkanlığı: 1993) Bu iddiayı ileri sürenler, halkı dinî konularda bilgilendirmekten çok dinî vecibeleri tartışılır hale getirme misyonu üstlenen bazı kimselerdir. Zaten, bu iddialar da halk nazarında rağbet görmüyor.

Başörtüsü, toplumda açık-kapalı,

laik-dindar gibi bir kamplaşmaya yol açıyor mu?

Her şeye rağmen, halk bazında bu söz konusu değil. Açığı kapalısı, dindarı dindar olmayanı olması gerektiği gibi belli bir saygı ve hoşgörü çerçevesi içinde yaşıyor. Kutuplaşma yalnızca bürokratik kesimde görülüyor.

Saydığımız bu iddiaların ortak özelliği hiçbir dayanaklarının olmaması. Bazı kişilerin yasaklara kılıf uydurmak adına ortaya attıkları iddialar, üzerinde uzun süre tartışarak kamuoyunu meşgul ederken, yasakların devamını sağlamalarından başka bir maksat taşımamaktadır.

BAŞÖRTÜSÜNÜN İSTİSMARI

Medya

Yasakçı medya, tesettürlülerin yaşadığı sorunları hiç gündeme almıyor. Ancak, gün geçmiyor ki, tesettür konusunda ısmarlama, hatta uydurma bir haber yer bulmasın televizyonda ve basında... Meselâ, tesettürlü bir bayanın hangi renk ve modellerde kıyafetler giyebileceği, güzellik merkezine gidip gidemeyeceği, estetik yaptırıp yaptıramayacağı, denizde yüzüp yüzemeyeceği, tartışma konusu ediliyor. Bu tür haberlerin yapılma amacı nedir? Tesettürlü bayanları halktan farklı bir konumda göstermek… Tesettürlüleri farklılaştırmak, ötekileştirmek… Bir yönüyle, tesettürün sözüm ona kısıtlayıcı olduğu mesajını vermek, diğer yönden, tesettürlü bayanların inançlarıyla çelişkili davrandıklarını, başörtüsünü siyasal simge olarak taşıdıklarını belirterek, halkın zihnini bulandırmak…

Yasaklara ilişkin haberlerde ise, tarafını belli etmekten çekinmiyor medya. Yasağa karşı yapılan eylemler ya hiç yayınlanmıyor, ya da provokasyon amaçlı açılan bayraklara, atılan sloganlara yer veriliyor. Özgürlükleri için eylem yapanların savunmaları, gözyaşları yer bulmuyor.

Siyasîler

Başörtüsü yasağı, siyasetçiler tarafından bir siyasî rant aracı olarak kullanılıyor. Çünkü biliniyor ki, halk bu konunun bir an önce çözüme kavuşturulmasını istiyor. Bu yüzden yasağı kaldıracağına inandığı partiye oy veriyor. Geçmişten örnek verecek olursak; RP’nin birinci parti olmasında “Rektörler başörtülülere selâm duracak”; MHP’nin birinci olmasında “Başörtüsünü ürkekler değil, erkekler çözer” sloganı rol oynarken; bu iki partinin ve ANAP’ın barajın altına düşmesinde de başörtü yasağını çözememeleri, hatta fiilen yasakçıların yanında yer almaları en önemli etken olmuştu. AKP’nin iktidara gelmesinde de, “Başörtüsü yasağını kaldırmak namus borcumuzdur” sloganı şüphesiz en etkili faktördü. Bu örneklerde de gördüğümüz gibi, her seçim döneminde, yasakların kaldırılacağı vaatlerinde bulunuluyor, oylar toplandıktan sonra verilen sözler unutuluyor. Böylece her seçimde halkın duygularıyla oynanıyor.

Çözüm mutabakat mı?

Başbakan Erdoğan çözümün “toplumsal mutabakat” olduğunu söylüyor. Yani, bu, bir YÖK Başkanının hükümete tahakküm etmesi anlamına geliyor. Oy birliği ile alınan kararlarda, bir muhalif diğer tüm mutabıkları esir alır. Bunu hükümet de biliyor. O zaman, toplumsal mutabakat, bir mazeret olarak kullanılıyor. Geriye hükümetin icraatı, YAŞ kararlarına şerh koymak, yasak uygulamalarını “kınamak” ve “kaygı duymak”tan ibaret kalıyor…

Tartışmaların odak noktasındaki halk ise, sabrediyor. Her geçen gün daha da şiddetlenen yasaklara tahammül gösterirken, ya eğitiminden, ya inancından vazgeçmek zorunda kalıyor. Belki de hukuka olan inancını kaybettiğinden, demokratik tepkisini bile koymuyor.

Peki çözüm nerede? Meselâ, Cemil Meriç’in “En büyük düşmanımız önyargı, en büyük ihtiyacımız diyalog” sözünden hareketle, karşılıklı anlaşmazlıkların giderilmesi için çaba sarf edilebilir demek isterdim. Ancak, yasakçı zihniyet kendi fikirlerinden başka fikirlere karşı kalın duvarlar örmüş adeta. Öte yandan, yasakların toplumu ve ülkeyi uğrattığı zararları görmemek mümkün değil. Öyleyse, laiklik ve modernlik savunuculuğu adı altında başka hesapların var olup olamayacağı sorusu geliyor akıllara.

Size sesleniyorum!

Buradan ilk önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, daha sonra tüm bakanlara ve milletvekillerine sesleniyorum.

Önümüzdeki eğitim-öğretim yılında, okul kapısında güvenlik görevlileri tarafından engellenmek istemiyorum. Suçlu muamelesi görmek istemiyorum. İtilip kakılmak, hor görülmek, sınıfın en arka sıralarına saklanmak istemiyorum. Hocaların her bakışı ile ürpermek istemiyorum. Her gün kılıktan kılığa girip, inancım ile sözüm ona çağdaş ve medenî insanların yasaklarını ihlâl etmemek çabasından yoruldum artık… Okuluma istediğim kıyafeti giyerek, özgürce gitmek istiyorum. Ülkemin gerçekten demokrasiyle yönetilmesini istiyorum. Ülkem için okuyup, ülkem için çalışmak istiyorum.

Benim ve benim gibi binlercesinin bu isteklerine kulaklarınızı tıkamayın. Bu kadar vatandaş gözyaşı dökerken, tatil yapmak hakkınız değil. “Derin” kaygılarınızı bir kenara bırakıp, halka rağmen uygulanan bu yasağı, halkın desteğiyle çözüme kavuşturun. Demokrasi ise, demokrasi… Referandum ise, referandum…

Ben,—binlerce arkadaşım gibi—umudumu kaybetmiyorum. Her şeye rağmen…

Faydalanılan kaynaklar:

* Kadir, Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme, İnsan Yayınları-İst. 1995, S.20

* ÇAĞLAYAN, Yusuf , “Toplumsal Barış Toplumsal Kalkınma ve İslâm” başlıklı çalışması

* Köprü Dergisi, Tesettür, Güz 2003 [84. Sayı ]

* T.C. Başbakanlık, Diyanet İşleri Başkanlığı, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı, Sayı: B.02.1. DİB.0.10/212, Konu: Tesettür, Karar NO: 6, Karar Tarihi: 3.2.1993

Ayşe ÇAĞLAYAN

07.07.2006


Modern çağın ilkel senfonisi

Bir bütün olarak insanlık tarihine, hususan dinler tarihine Kur’ân’ın kıssaları ışığında baktığımızda bir “aynılık” söz konusudur. Ancak bu farklı şekillerde, farklı isimlerle karşımıza çıkan farklı bir aynılıktır. Keza tekdüze ya da parçalı bir bakış sadece farklılık boyutunda kalabilir. İsimlerin değiştiği, koşulların değiştiği, zaman ve mekânın değiştiği ama en büyük mücadelenin-ki bu iman küfür mücadelesidir-özünün değişmediği bir vakıadır. İsimlerin değişmesiyle hakikatler değişmez kısacası.

Ancak bu teferruattan sayılan farklılıkların temelinde de aynı felsefenin, aynı düşüncelerin yer alması dikkat çekicidir.

Meselâ peygamberlerine karşı çıkan kavimlerin büyüklerinin hemen hepsi sebep olarak atalarının dinini ya da atalarının yaptıklarını öne sürmüşlerdir. Aslında bu kurulu düzenin devam etmesi için bir oyundur. Çünkü bu insanların menfaati sözde atalarının kurduğu düzendedir ve onlar bu düzende kavmin “büyükleri”dir ya da “ileri gelenleri”dir. Bu karşı çıkmanın biraz daha temeline inildiğinde ene çıkar karşımıza.

Söz konusu düzen, kavmin büyüklerinin düzenidir güya. İleri gelenlerin menfaatinedir. Benlik tatminine yöneliktir. Bu yüzden gelen din doğrudan bir tehdit olmasa bile “ileri gelenlere” vehmî bir korku verecek, koruma hissiyatı ile iman nuruna karşı bile gabileşecek, mücadeleye girişecektir.

Ve hayrettir ki peygamberlerin hiç biri doğrudan bu düzeni değiştirme talebinde değillerdir. Amaç bu değildir, amaç insanların imanıdır. Süleyman (a.s.) bile hükümdardır ama farklı bir rejim kurmamıştır. Nitekim Mekke’nin fethinden sonra bir kısım ileri gelenlerin İslâmla müşerref olması bu yolla mümkün olmuştur. Yani doğrudan sistemi hedef almayan İslâm bu şekilde ileri gelenlerin de kalbini kendine ısındırma imkânı bulmuştur.

Peki öyleyse bu vehmî korkuyu ileri gelenlerin kalbine salan nedir? Din meselâ İslâm doğrudan sistemi hedef almaz ama sistemin İslâmî olmayan yanlarını İslâmî bir şekle çevirmeye de çalışır. Çünkü İslâmî olan aynı zamanda fıtrî olandır. Eğer ileri gelenlerin menfaati bu İslâmî olmayan taraftaysa...

Kur’ân’ın hitabı madem tüm zamanlaradır, bizim âhirzaman olarak bildiğimiz bu modern çağa yukarıda anlattığım noktadan bakılınca görülen temelde yine aynıdır. İslâmî olmayan tarafları da fazla olan bir düzen, düzenin bu kısmından kaymak yiyen ve bu yüzden vehmî korkularla Müslümanlara bakan ileri gelenler, vs...

Müslümanların bir kısmı maalesef yukarıdaki noktayı gözden kaçırınca sisteme karşı olmuş ve ileri gelenleri daha da ürkütmüşlerdir. Bir kısmı ise bu Nebevî hali görebilmiş, iman hizmetiyle mücadelenin en yoğun olması gereken bölgeye ağırlık vermişlerdir. Ama sistemin İslâmî olmayan yanlarını da görerek gerekli ikazları yapmışlardır.

Bediüzzaman ise daha yolun başında “dindar bir cumhuriyetçi” olduğunu söyleyerek cumhuriyetle bir alıp veremediği olmadığını ama meselesinin dindar olmayan kısmıyla olduğunu anlatmıştır. Demokrasiye, hürriyete şeriat namına sahip çıkması daha iyi açıklar durumu. Bu tutum bazılarının sandığı gibi Bediüzzaman’ın zamana göre geliştirdiği bir metod değil, bilakis bütün peygamberlerin gittiği, Kur’ânî bir yoldur.

Ancak modern çağımızın ileri gelenleri de atalarının yolundan gitmeyi tercih ederler, çünkü çıkarları bu yoldadır. Kendi atalarının yolundan gitmeyen Bediüzzaman gibileri ise pek sevemezler. Çünkü Bediüzzaman, peygamber varislerinden biridir. Çünkü Bediüzzaman, onların atalarının yolundan gitmemiştir.

Ve modern çağın ileri gelenleri bugün de aynı şekilde ırkçılık ve ilâh-devlet gibi fikirlerle mevcut düzeni koruma çabasındadırlar. Çünkü din-tıpkı Hudeybiye’den sonra olduğu gibi-barış ve hürriyet ortamında daha iyi kavrar gönülleri, dinin hitabı daha iyi anlaşılır böyle hallerde. Bugün de Bediüzzaman’ın talebeleri gibi nice Müslümanlar bu mücadeleyi-iman küfür mücadelesini-sürdürmektedirler.

Ne dersiniz bu manzara, bu senfoni size tanıdık geliyor mu?

Ahmet TAHİR

07.07.2006


Gerçek güzellik tesettürde

Bir akşamüstü caddede yürürken vitrinlerdeki bayan giysileri çekiyor dikkatimi. Ne kadar ‘giysi’ denilebilir bunlara diye düşünüyorum içim acıyarak. İnsan vücudunu örtmek için mi, yoksa teşhir etmek için mi dikilmişler, karar veremiyorum. Sanki hepsi gizli güzellikleri gözler önüne sermek için, kadınları günah çukurunun içine atmak için “Beni al, beni al” dercesine kurnazca gülümsüyorlar.

Gerçekten hepsi o kadar albenisi olan taşlarla, pullarla süslenmişler, öyle renklere boyanmışlar ki! Sonra diyorum ki; süslenmişlerse, boyanmışlarsa suç demek ki bez parçalarında değil, onlar kurnaz kurnaz bakmıyorlar. Kurnaz boyanıyor, kurnaz işleniyor, kurnaz eksiltiliyorlar.

Biraz daha yürüyorum. Bir erkek giyim mağazası önündeyim. Bu sefer kıyafetlerin renkleri, işlenişleri değil de, bilekten sarkan uzun kolları, kravatın iyice kapattığı gömlek yakaları, pantolonların bol kesimleri çekiyor dikkatimi.

“Ey âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir örtü ve süs olarak giyinip kuşanacağınız elbise verdik” (A’raf Sûresi: 26) âyeti sadece erkekler için mi algılanıyor, algılanmak isteniyor acaba diyorum.

Birden bir yaz önceki halim geliyor aklıma. Eskiden o vitrinlerdeki “Hangi kıyafet beni daha ‘güzel’ gösterir?” diye düşünen ben, şimdi Rabbime doğruluğundan emin olduğum, ama bir türlü yönelemediğim yola gitmeme yardım ettiği ve bana örtünmeyi nasip ettiği için sonsuz şükrediyorum. Ve tüm kardeşlerimin doğru yolu bulmasını dileyerek yoluma devam ediyorum.

Serap NECAN

07.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004