AB ve IMF çapasını kullanarak “dünyalaşan” Türkiye’nin yönetimindeki AK Parti hükümetinin tökezlemesi Şemdinli olayıyla başladı.
Evrensel hukuk kurallarını izlemek yerine içerde “askeri bürokrasi” ile siyasal pazarlıklar yapmak, siyaseti ve ekonomiyi ciddi bir sarsıntıya uğrattı. Hukuksuzluk öyle bir boyuta vardı ki iddianame yazdı diye savcı meslekten atıldı. Mahkemenin kabul ettiği iddianame duruşma sırasında sansürlenerek okundu.
Hukukun böylesine yok sayılması, Merkez Bankası başkanlığının siyasallaştırılması, içerde AB karşıtı milliyetçi bir söyleme hız verilmesi, Kıbrıs’ta AB’nin ticari taleplerine gene AB’nin taahhüt altına girip de henüz gerçekleştirmediği ticari konuları hatırlatarak karşılık vermek yerine AB’den vazgeçilebileceğinin ima edilmesi Türkiye’yi “yarını karanlık” bir ülke haline getirmeye başladı.
Çankaya’yı “askeri bölge” sanan ve cumhurbaşkanlığı seçimi dışında hiçbir şey düşünmeyen İttihatçı mantığı ve provokasyonlar da buna eklenince dolar 1700’e fırladı.
*
Siyasal milliyetçilik huzuru ve istikrarı öldürüyor. Neden?
Çünkü işin gereğini yapmıyorsunuz.
Alın, Şemdinli Davası öncesi ve sonrasındaki gelişmelere bakın.
Şemdinli’de olaylar hepimizin gözü önünde yaşandı. Ardı ardına patlatılan on beş bomba, güpegündüz dükkan bombalayacak kadar fütursuzlaşan bombacılar... Ardından televizyon kameraları karşısında hepimizin tanığı olduğu suçüstü... Tahkikat savcısının olay yerinde taranması... Asker sanıkların savcıya teslim edilmeleri gerekirken, iki gün bir başka yerde korunmaları...
“İyi çocuk” konuşmaları.
“Gidileceği yere kadar gidilecek” sözlerinin ardından, iddianameyi hazırlayan savcının meslekten kovulması...
Tüm hukukçuların ve evrensel hukukun geçerli olduğu bir Türkiye isteyenlerin bu olup bitene isyan etmesi gerekmez miydi? Yüksek yargı dilsizleşiverdi. Güneydoğu kentleri dışındaki barolar sustu. Medya bunu “makul” karşıladı, köşe yazarlarının pek çoğu konuyu görmedi.
*
İddianame yazdı diye işten atılan savcı olayında çıt çıkarmayanlar ise şimdi hareketlendi.
Neden?
Çünkü Şemdinli sanığı iki astsubay çete kurmaktan 39 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Savcı atılırken ses çıkarmayanlar, yargılamanın hızlılığından başlayarak birtakım noktaların “hukuksuz” olduğunu öne sürüyordu.
Savcının meslekten atılmasını “hukuki”, astsubaylara 39 yıl verilmesini “hukuksuz” bulmak doğrusu ilginç bir yaklaşımdı.
Savcıya karşı başlatılan linç kampanyası sırasında başta Barolar Birliği ve İstanbul Barosu, ardından tüm basın hep birlikte hukuksal bir barikat kurarak demokratik bir tavır alsaydı bugünkü eleştirilerin de ciddiyeti söz konusu olabilirdi.
Ama o sınavdan geçemeyenlerin bugün içtenliklerine inanmak biraz güç.
Halkının üzerine bomba atmayı normal karşılayan bir garip anlayış, çağdaş dünyada dehşetle izleniyor.
Bakın “muasır medeniyet” temsilcisi AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in ne dediğine dair haberi hep birlikte okuyalım: “Şemdinli davasının hızlı sonuçlandırılması ve iki astsubaya 39 yıl 5’er ay hapis cezası verilmesi AB Komisyonu’nu tatmin etmedi. Komisyon davanın hızla sonuçlandırılmasını cesaret verici olarak nitelese de araştırmanın askeri hiyerarşinin üst kademelerine doğru yönlendirilmesini bekliyor.” Nitekim, önceki günkü Radikal gazetesi, astsubaylara görev emri veren komutanın yerli yerinde durduğunu yazıyordu.
Çete kuran iki astsubay bunu kendi inisiyatifleriyle mi yaptı, bombayı oraya hiyerarşiyi delerek mi koydu? Bu soruların cevabını verecek biri var mı bu ülkede?
AK Parti hükümeti, olayların nereye doğru gittiğini göremeyecek kadar körleşti mi, bilemiyorum. Körleşmediyse, kendi başarı grafiğini yükselten ölçülere hızla geri dönmeli.
Yoksa, Şemdinli’de hukuk yerine siyasal pazarlık yapan, Merkez Bankası’nı siyasallaştıran, Kıbrıs’ta ticari talebe siyasal taleple cevap verip içerde milliyetçi oy avcılığı yapan anlayış bütün ülkeyi sarsacak.
Sarsıntının ilk dalgaları başladı bile.
Sabah, 24.6.2006
|