Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asıl tehdit irtica değil, ahlâksızlık

Sık sık haberlere konu olur. “Toplantısı şu kadar saat süren Milli Güvenlik Kurulu ulusal güvenliğimize yönelik tehditleri görüştü” diye. Daha sonra da bu tehditler önem derecesine göre sıralanır: İrtica, PKK terörü, dış tehditler vesaire...

Elbetteki MGK bu tehdit unsurlarını masaya yatıracak, gerekli önlemleri tartışacak ve önleyici tedbirler için tavsiyelerde bulunacak. Ancak ulusal tehdit algılamasının sadece güvenlik boyutuna indirgenmesi ne kadar doğru?

Bu değerlendirmelerin yetersizliği karşılaştığımız gerçeklikler göz önüne alındığında fazlasıyla ortada. Çünkü korkunç boyutlara ulaşan toplumsal dejenerasyon PKK, irtica ya da dış mihraklı tehdit unsurlarından daha az önemsenecek ölçeği çoktan aşmış durumda.

Hiçbir ulus zahiren kendini ele veren hiçbir tehdit unsuru tarafından kolay kolay mahvedilemez. Çünkü o ulus bu zahiri tehditlere karşı alarma geçer, gerekli önlemleri alarak kendisini korumaya almasını bilir. Ancak aynı ulus, kendisini ulus yapan ne kadar değeri varsa sinsice erozyona uğratılması karşısında çaresiz kalabilir. Şu an Türkiye’de yaşanan tam da budur.

“İslamcı” kökenleri olduğunu varsaydıkları hükümete yönelik sürekli teyakkuz halinde bulunanlar, her daim irtica korkusunu canlı tutanlar diz boyu ahlaksızlığın, rezilliğin, dejenerasyonun bu dönemde de her zamankinden daha fazla olduğuna bakarak belki içlerini rahatlatabilirler!!!

Çünkü “muhafazakâr” olduğu savlanan bu hükümet döneminde de nereye el atsanız rezillik fışkırıyor. Mesela henüz saat 21:00 civarında bile yolunuz kazayla İstanbul’un Harbiye-Taksim-Tarlabaşı istikametine düşmüşse yandınız. Hele yanınızda eşiniz ve çocuğunuz varsa kızarıp bozarmaktan başka bir şey gelmez elinizden.

Yol boyu kümelenen, yer yer otomobillerinize hücum eden travestilerden ürkmemeniz, daha beteri utancınızdan yerin dibine geçmemeniz mümkün mü? Bu manzara karşısında can güvenliğini bir kenara bıraksanız bile toplumun yol aldığı yönün tiksindiriciliği dehşete kapılmanıza fazlasıyla kafidir.

İstanbul’un göbeğinde, insanların belki aileleriyle zaman geçirmeyi düşünebildikleri bölgelerde, polis araçlarının sürekli devriye gezdikleri bir zaman ve ortamda fuhuşun en rezilinin göz göre göre pazarlanmasına dur diyemeyen bir toplumun ya da yönetiminin parlak bir geleceği olabileceğine inanabilir misiniz?

AK Parti hükümeti eleştirilecekse irtica safsataları ile değil bu tehlikeli ve korkunç gidişata bir çare bulamadığı ölçüde eleştirilmeli. Yok eşleri başörtülüymüş, yok hep kendilerine benzeyenleri kilit noktalara getiriyorlarmış gibi tamamen “ben de isterim”e matuf yaklaşımlarla bu siyasi kadronun eleştirilmesinin anlamlı olduğunu düşünmüyorum.

Ülkenin ve milletin geleceğini samimiyetle düşünenlerin sorması gereken asıl soru “toplum olarak bize ne olduğu ve nasıl bu hale geldiğimiz”dir. Şöyle bir düşünün nasıl bir toplumsal sorunla veya sosyo-psikolojik bir travma ile karşı karşıya bulunuyoruz ki, değil kadınlar, erkekler bile vücutlarını satar hale geliyorlar? Hesap sorulacaksa iktidara bunun hesabı sorulmalı. Eleştirilecekse bu yönden eleştirilmeli.

Ancak en sert ve en yıkıcı eleştiri oklarını hükümete yöneltmekten sakınmayanlar, bunun hesabını soramazlar. Çünkü söz konusu eleştirileri yapanlar, irtica paranoyasıyla toplumu hop oturtup hop kaldıran, yürekleri ağza getirenler aynı zamanda söz konusu tablonun oluşmasının da temel müsebbipleri değiller midir?

Sırf ucuza mal ettikleri için dejenere televizyon programlarını günün 24 saati bütün hanelere sokanlar; toplumun ahlak anlayışını temelinden sarsanlar; en marjinal sapkınlıkları her gün ekranlarda, gazete sayfalarında göstere göstere “olağan” hale getirenler; bunu yaparken de irtica paranoyalarını canlı tutarak “cambaza bak” uyanıklığını gösterenler hep aynı yayın organları değil midir?

Anlayacağınız büyük ve çok tehlikeli bir oyun oynanıyor. Küçük kazançlar uğruna toplumun temel değerleri alt üst ediliyor. Yöntemi netameli bir reyting sisteminin verileri adeta ilahi bir norm kabul edilip, uğruna bizi biz yapan her türlü değer ayaklar altına alınıyor. Şu fasit sarmala bir bakın: Rezillik arttıkça reyting yüksek gösteriliyor. Reyting yüksek gösterildikçe rezillik artıyor.

Velhasıl ortalık pespayelikten geçilmiyor. Hangi televizyon kanalını açsanız payınıza bir avuç marjinalin rezilliği, ahlaksızlığı düşüyor. Başka ülkelerde ücretli özel kablolu yayınlarda, gecenin ilerleyen saatlerinde ve net uyarılarla gösterime giren programlar, ülkemizde çocukların da televizyon başında bulunduğu saatlerde umarsızca yayınlanıyor.

İzlemesem de gazete haberlerine yansıdığından bildiğim rezilin biri canlı yayında tacizlerle devam ettirdiği pespayeliğini don çıkartma noktasına kadar vardırabiliyor. Daha sonra da utanmadan bunun mazur görülmesini isteyebiliyor.

Yok öyle!!! Bu tür rezillere halk öyle bir sivil ve demokratik tepki koymalı ki, bu reziller artık ebediyen emekli olmalı. İlle de yapacaklarsa ahlaksızlıklarını bunu sadece kendi özel hayatlarıyla sınırlı tutmalılar. Nasıl olsa yıllardır sergiledikleri kepazeliklerle kazandıkları korkunç paralar yeniden çalışmalarını gerektirmeyecek ölçülerde.

Ey her daim ulusal tehdit arayan felaket simsarları! Tehdit arıyorsanız Mehmet Ali Erbil, Hülya Avşar, Banu Alkan ve bilumum dejenere figürden daha büyük bir tehdit mi var? Ey bu rezilliklerden para kazanan medya patronları! Şahsınız için kazandıklarınız da topluma kaybettirdikleriniz de yetti artık. Lütfen kendinize gelin ve bu pespayeliğe ebediyen bir son verin.

Bugün, 12.6.2006

Bülent KENEŞ

13.06.2006


 

Suçlu üretme sistemine doğru

Türkiye’yi Terör Yasası’nın eşiğine getiren çizgi kendiliğinden oluşmak yerine bilinçli bir çabanın sonucu gibi gözüküyor. Emekli general Adnan Tanrıverdi’nin bir süre önce Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin imzalanmasını bir dizi tahrikle bağlantılı olarak değerlendirmesi bu konuda yeterli sezgiyi sağlamakta.

Nitekim söz konusu yasayı Van Cumhuriyet Savcısı’nın meslekten men edilmesi, Diyarbakır’da ortaya çıkan fişlemeler ve nihayet Şemdinli manipülasyonuyla birlikte ele aldığımızda tablo daha net olarak ortaya çıkıyor. Bu birbirine bağlı halkaların göbeğinde ise, EMASYA (emniyet ve asayiş yardımlaşma) adlı yeni yasal kurumumuz yer almakta.

Bilindiği üzere EMASYA İl İdaresi Kanunu’nun ‘anlam değiştirmesi’ sayesinde hayata geçirildi. 5442 sayılı bu kanunun 11/D maddesi valilerin ihtiyaç duymaları halinde askeri birliklerden yardım alabileceğini hükme bağlarken; 28 Şubat doktrinasyonu içinde topluma bakıldığı günlerde kotarılan EMASYA protokolü kanunun içerdiği meşruiyet ve yetki yapısını tersine çevirdi. Bu protokole göre artık her il ve ilçede, askerin de içinde bulunduğu ve kesintisiz görev yapacak Güvenlik Koordinasyon Kurulları oluşturulmaktaydı. İstihbarat bu kurullarda toplanırken, gerekli asayiş olaylarının izlenmesi, değerlendirilmesi ve yönlendirilmesi de askerin denetimi altına girmekteydi.

Bu alanın en yetkin kalemlerinden biri olan Ali Bayramoğlu, 10 Mayıs tarihli yazısında EMASYA Protokolü’nü şöyle özetlemekte: “Bir yasaya bağlı yönetmelik, genelge ve protokollerle bu yasayı ihlal etme modeli... Sivil emniyet alanının askerileşmesi ve mülki otorite ve askeri birim arasındaki hiyerarşinin ters yüz edilmesi...” Bayramoğlu’nun değerlendirmesine göre “Protokol açık olarak yasaya aykırıdır, zira mülki amirin görevini askere devretmekte, hatta askeri otoriteyi mülki amirin yönlendiricisi haline getirmektedir. Protokol açık olarak anti-demokratiktir, (çünkü) her ilde askeri bir birim içinde oluşturduğu ‘Asayiş Güvenlik Merkezleri’yle’ sivil emniyeti ve mülki amiri istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askere bağımlı kılmaktadır. Tüm toplumsal ve istihbari bilgiler askerin elinde birikmekte, fişleme doğal bir işlem haline gelmektedir. Bu durum yaygın, tehlikeli ve ‘sıradan’ bir askerileşme sürecine işaret etmektedir.”

Bugün söz konusu askerileşme süreci yasal kılıf altında normalleştirilmeye çalışılırken, OHAL’in kalkmasıyla daralan askeri yetki alanı yeniden genişletilmek istenmekte. Bu yeni yapılanmanın sistematiği ise, meslekten atılan Van Cumhuriyet Savcısı’nın iddianamesinde yer aldığı üzere, 6 Temmuz 2005 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nca hazırlanan EMASYA Görevlerinde Kullanılmasına İlişkin Planlama Direktifi ile sağlanıyor. Diyarbakır’daki hukuk dışı fişleme olayının dayanağı budur... Bu fişleme, asayiş tedbiri mantığını fazlasıyla aşan, bölgedeki herkesi tüm özellikleriyle kayda geçirmeye yeltenen bir nitelik arz etmekte. Diğer bir deyişle EMASYA Direktifi altında yapılan fişlemeler Terör Yasası’nın müstakbel hareket alanına da işaret ediyor.

Bir coğrafyadaki bütün bir halkın, terör yasasının konusu haline gelme potansiyeli içerecek şekilde kendi devleti tarafından sistematik olarak fişlenmesi normal midir? Dahası bu direktif çerçevesinde toplanan bilgilerin yasadışı çete faaliyeti içinde görünen kimselerin eline geçmesi sıradan bir olay mıdır? Aynı istihbari bilgi dağarcığının bir yandan yasadışı eylemler için kullanılırken, öte yandan sıradan vatandaşları suçlamak üzere yasal bağlam içine oturtulmak istenmesi nasıl bir devleti ima ediyor acaba? Açıkça söylemek gerekirse toplumu tehdit olarak gören bu yaklaşım sürdükçe hükümetin atacağı hiçbir normalizasyon adımı Kürt meselesini çözemez...

Zaman, 12.6.2006

Etyen MAHÇUPYAN

13.06.2006


 

Uzayan, giderek incelen bir yoldayız

Financial Times’ın tanınmış isimlerinden Quentin Peel geçen hafta yazdığı bir yorumda durumu perspektife oturttu. AB’nin “Bilim ve Araştırma” faslında Türkiye ile müzakerelere başlayacağı öngörüsünde bulunan Peel, “En kolaylarından olan bu konularda bile bu noktaya ancak sekiz ayda gelinebildi” dedi.

Bunlardan kat kat zor olan konuların varlığına işaret eden Peel, basit hesapla, Türkiye ile müzakere edilecek olan geri kalan 34 bölümün bir sonuca bağlanmasının bu hızla 20 yıldan fazla alacağını belirtti.

Popülist politikacılar

Türkiye yanlısı bir yazar olan Peel, elbette ki, Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine olan direnişin olumsuz etkilerine de işaret etti. Bu direnişten yararlanan popülist politikacıların kendi bölgelerinde istikrarsızlık yaratacaklarını söyledi. Peel aynı zamanda sürekli baş ağrıtan ve hızla açmaza giden Kıbrıs konusuna da işaret etti.

Ancak, Peel’in de belirttiği gibi, kusur sadece mantıksız korkulara dayanarak Türkiye’ye direnen Avrupalıları istismar eden popülist politikacılarda değil. Kusurun göz ardı edilemeyecek bir bölümü de Avrupa’ya son dönemde verdiği olumsuz veya veremediği olumlu mesajlarla Erdoğan hükümetine ait.

(...)

Başka sıkıntılar var

“Eğitim ve Kültür” faslında da müzakerelere başlanacağı beklentisinin körüklenmesine rağmen, bu müzakerelerin henüz açılmayacak olmasının arkasında yatan sıkıntı elbette ki bununla sınırlı değil. Zira, işin içinde Heybeliada Ruhban Okulu’ndan, Kürtçe eğitim konusuna kadar bir dizi sorunun olduğu biliniyor.

“Fikir özgürlüğü” ile “akademik araştırma özgürlüğü”ne ilişkin sıkıntıları da neredeyse günlük bazda yaşamaya devam ediyoruz ki, bunun da eğitim ve kültür konularına bir yansıması olduğu açık.

Yapılanlar önemli

Kısacası, Peel’in de işaret ettiği gibi, gündemde “Bilim ve Araştırma” konularından çok daha zor olan konular var ki, bu bölümlerde başarılı bir noktaya gelmek gerçekten yıllar alacağa benziyor.

Bu nedenle, Ali Babacan’ın geçen hafta yaptığı ve hükümetin AB konusunda atacağı adımları sıralayarak hem Avrupa’ya, hem de Türkiye’deki AB yanlılarına güven vermeye çalıştığı basın toplantısının yeterli olduğu söylenemez.

Söylenemez, çünkü bu aşamada önemli olan, “Yapacağız, edeceğiz” yaklaşımından ziyade, bugüne kadar “yapılanlar”ı tatmin edici bir şekilde ve “somut uygulamalarıyla” örnekleyerek sıralamaktır. Hükümetin zayıf kaldığı nokta işte bu olmaya devam ediyor.

Bu yüzden de zaten zor olan AB yolu hem uzuyor, hem de giderek inceliyor.

Milliyet, 12.6.2006

Semih İDİZ

13.06.2006


 

Eski iştah yok

Avrupa Birliği’nin bugünlerde tartışmaya açtığı ve Coreper toplantılarının belgelerinde çok açık bir şekilde Türkiye’nin reform sürecini yavaşlattığı ve hükümetin ‘eskisi kadar’ demokratikleşme iştahına sahip olmadığı eleştirileri yer alıyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti Hükümeti kabul etmiyorlar ama, son bir yılda Türk Milleti’nin üzerindeki Avrupa Birliği umut bulutları dağılmış durumda. AK Parti’nin ‘içeride’ yaşadığı krizler de aslında bu sürecin tavsamasından kaynaklanıyor. Nitekim Avrupa başkentlerinden de gerek Başbakan Erdoğan’a, gerek AK Parti Hükümeti’ne eskisi kadar destek mesajları gelmiyor. Oysa fırtına gibi demokratikleşme adımlarının atıldığı günleri hatırlasanıza.

Pasta kesmek yetmez

Şimdi yeni bir fırsatla karşı karşıyayız. Türkiye içe kapalı, izole olmuş bir üçüncü dünya ülkesi olarak kalacaksa ve AK Parti bu enkazın altında kalacaksa sorun yok. Ama eğer ‘bir fırsat yakaladık, bunun sonucunu alalım’ deniliyor ise başka bir şansımız yok. Avrupa Birliği güzergahına bütün gücümüzle asılmamız gerekiyor ve Lüksemburg’daki toplantı da bunun için çok büyük bir şans. Ancak sadece oraya gidip fiili müzakereleri başlatmak ve pasta keserek bunu kutlamak yetmez. Bu zaten olacak. Dünya konjonktürü başka türlü işlemez. Ankara-Brüksel arası ipler kopmaz ama, buradaki mesele hükümetin reformlar konusundaki iştahı, kararlılığı ve samimiyeti, bir de Türk toplumunun AB’yi bir numaralı öncelik olarak görmesidir. Hükümetten beklenen de budur.

Akşam, 12.6.2006

İsmail KÜÇÜKKAYA

13.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004