Büyük tarihçimiz İbnülemin Mahmut Kemal Bey, nadiren beğendiği bir hanım yazar için, “Aferin, merdane yazıyor!” dermiş.
Tabii ki bu merdane yazıyor sözü, erkek gibi bir üslûba sahip anlamına geliyor. Sözün hemen başında itiraf edeyim ki, beni en çok etkileyen iki hanım yazardan biri Samiha Ayverdi, diğeri de Münevver Ayaşlı’ydı. İbnülemin’in dediği gibi, bunların ikisi de yazılarını hem merdane hem de zarifane bir uslûpla yazıyorlardı. İkisi de Osmanlı bakiyyesiydi, ikisi de İstanbul hanımefendisiydi. Bizim nesil Osmanlı tarihinin sırlarını, İstanbul terbiyesinin ne demek olduğunu, İstanbul Türkçesi’nin özelliklerini ve güzelliklerini büyük ölçüde, bu iki eli kalemli hanımefendiden öğrendi.
Bir zamanlar, sağ kesimin en gözde gazetelerinden biri haline gelen, Yeni İstanbul, benim de tiryakisi olduğum günlük yayın organlarından biriydi. (...) Yeni İstanbul’da beni en fazla cezb eden yazarlardan biri de Münevver Ayaşlı’ydı. “Merak” başlığıyla kaleme aldığı günlük yazılarını -hiç şüphe yok ki- en çok merak eden okuyucularından biri de bendim. Onun nev’i şahsına münhasır bir üslûpla kaleme aldığı köşe yazılarını okumak için ertesi günü iple çekiyordum. Münevver Hanım, kelimenin tam anlamıyla “münevver” (aydın) bir kalemdi. Engin bilgisiyle, zengin mahfuzatıyla, yakın tarihe olan vukufiyetiyle bizi tenvir ediyordu. Siyasi konulardan çok, tarihe, edebiyata, kültüre yer veriyordu. Kısacası şahsen ben merdane yazan bu hanımefendinin tiryaki okuyucularından biriydim.
Hace Münevver Ayaşlı “Pertev Bey’in Üç Kızı”, “Pertev Beyin İki Kızı”, “Pertev Beyin Torunları” adındaki romanıyla, Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal eden bir ailenin panoramasını, olanca dramatik çizgileriyle gözler önüne seriyordu. Bu eser yakın tarihimizin ilginç kesitlerinden birini, hem de başarılı bir roman üslubuyla hikâye ediyordu. Kitapta en fazla ilgimi çeken konulardan biri de, “Menderes - Said Nursi” ilişkisi başlığını taşıyan bölümdü. Merhume annemiz, Said Nursi gibi bir İslam büyüğüne gerekli alakayı göstermediği, kendisine uzanan böyle bir himaye elini adeta ittiği için zavallı Menderes’e acıyordu. Hatta, onun başına gelen malum, meş’um ve menfur felaketi de Menderes’in bu kaçışına, bu ürkekliğine bağlıyordu. Her ne ise...
Münevver Ayaşlı bundan başka “Dersaadet”, “Ondokuzuncu Asır”, “İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim”, “Teşrin-i Sani ve Ötesi”, “Kıbrıs Fetvası”, “Vaniköy’ünde Fazıl Paşa Yalısı”, “Edep Yâhû”, “Hatırlayabildiklerim (Avrupai Osmani, Rumeli ve Muhteşem İstanbul)”, “Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru” adlarındaki kitaplarıyla yakın tarihimize âdeta bir projektör tuttu. Necip Fazıl ve Abdülhak Hamid’le sıkı fıkı dostluk kuran Münevver Ayaşlı, ünlü tarihçimiz İsmail Hami Danişmend’in evinde gerçekleştirilen şiir ve edebiyat toplantılarının müdavimiydi.
Boğaziçi’nin bu “haminne”sini daha yakından tanımak için 1979 yılının Ağustos’unda bir akşam Beylerbeyi’ndeki yalısına gittim, kendisiyle uzunca bir röportaj yaptım. Beni bırakmadı, o akşam iftara kalmam için ısrar etti. Fakiriniz de hayatında ilk ve son defa yalıda iftar açma şerefine -böylece- nail oldu. Bu Osmanlı hanımefendisinin o gün ibraz ettiği nezaketi, nezaheti, izzeti, ikramı, aradan geçen bunca yıla rağmen bir türlü unutamıyorum. Sorduğum sorulardan biri de Tanzimat’la ilgiliydi. Buna verdiği kısa cevap şöyleydi:
“Pek çok aydınımız bozulmanın başlangıcını Tanzimat olarak kabul ediyor. Ben o kadar geriye gitmiyorum. Bana göre Osmanlılığa, daha doğrusu Türk-İslam örf ve âdetlerine sekte vuran tarih, cennetmekan Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilişi ve İttihatçılar denilen çetenin ikbale gelişiyle başlar. Bu hükümdar, Tanzimat sonrası bir padişahtır. Sultan Abdülhamid zamanında Şeriat-ı Muhammediye, her yerde hakimiyetini tam olarak sürdürüyordu.”
Hacı Anne’yi, doğumunun 100. yıl dönümünde bir kere daha rahmetle, minnetle anıyorum.
Bugün, 11.6.2006
|
Filistin’de adaletli bir barış kurulmadıkça dünya rahat yüzü görmeyecektir!
Kırk yılda bu gerçeği uzaydan görünecek şekilde çöle yazmaya yetecek kadar kan dökülmüştür değil mi? Ama bir şey değişmemiştir işte. Güçlü olanlar yine haklı olduklarını zorla kabul ettirmeye çalışıyor ve olan her defasında masum insanlara oluyor.
İsrail ordusu iki gün önce Gazze’deki bir plajı bombaladı. On kişinin öldüğü saldırıda kırka yakın da yaralanan oldu. Ölenlerin üçü çocuktu. Masum siviller niçin hedef alınır? Hangi şeytani dürtü düzenli bir orduyu böyle bir suçun girdabına çekebilir? Filistin yönetimi yas ilân ederken İsrail Ordusu da özür açıklaması yaptı. Çünkü İsrail’de özgür bir toplum vicdanı var ve insanlar böyle yanlışların kendilerini devamlı şiddet ve kan denizine çektiğini görüyorlar.
Ama Washington İsrail denince odun kesicinin “hınk” deyicisi oluyor. Gazze’deki canavarlıktan hemen sonra İsrail’in kendini savunma hakkı bulunduğunu geveleyen bir açıklama yapti.
Amerikalılar niye bu kadar nefret çektiklerini merak ediyorlar ya, işte cevabı! Barış kimsenin ayağına gelmez. Ona kavuşmak cesaret ister. Meselâ Gazze tetikçileri bulunup maskeleri indirilmediği sürece meydan hilekârlara kalacaktır.
Filistin lideri Mahmud Abbas, Hamas’ı iki devletli çözüme razı etmek için baskı uyguluyor. Seçimleri kazanan Hamas’ı yola getirmek İsrail’in de menfaati değil mi? Ama değilmiş demek. İşte Gazze saldırısı Hamas’a 16 aylık ateşkesi bozdurmuştur. Şimdi Filistin yönetimi içindeki çatışma büyüyecek, İsrail de dünyaya karşı “Bunlarla nasıl konuşayım?” diyerek tek yanlı oldu bitlilerini sürdürecektir. Hamas’ı aslında bu samimiyetsiz politikaların yarattığını, bu gidişle yarın Hamas’ı bile mumla aratacak derinlikte bir nefretin önlerini keseceğini İsrail’deki politikacılar görmüyorlar mı? Bizim siyasetçileri eleştirirken bundan sonra daha insaflı olacağım.
Vatan, 11.6.2006
|
Bravo! Bekliyordum bunu... Danıştay’ı basıp yargıç öldürme eyleminin yanısıra, kültür ve sanat alanında da bir saçmalık edeceklerdi tabii... Şu bizim ‘çılgıncı esnafı’ canım... Solcu görünmeye çalışan faşistler...
Avanaklara kötü kitap satıp çok para kazanmak yetmiyor, birtakım iddialar öne sürecekler... Kültür bombası patlatacaklar...
Fakat karar veremedim: Orhan Veli’yi dincilerin öldürdüğünü ima edebilecek kadar sapıtmak mı daha hazin, yoksa ‘her nasılsa ordudan çalınmış’ bombaları pimini çekmeden ‘Atatürkçü gazetelerin’ avlusuna atmak mı daha zavallı bir eylem biçimi?
Orhan Veli bir çukura düşerek ölmüştü beyin kanamasından... İçkiciydi merhum... O gece de sarhoş olduğu, kendinde olmadığı, gecenin bir vakti bu yüzden düşüp kaldığı söylenirdi... Fakat bu çok tartışmalıymış, o zamanlar da kimse inanmamış. Benim yaşım tutmadığı için bilemem, sonradan duymuşluğum vardır ama.
(Şu çukurun nerede olduğunu hayatım boyunca merak ettim ve bir türlü de öğrenemedim, bir araştırmacı çıksa da, Ian Gibson’un Lorca’nın ölümü konusunda yaptığı gibi, tam yerini bulsa... Haydi Gökhan Akçura ve Murat Bardakçı, bu sizin işiniz...)
Tarih, 14 Kasım 1950... Yani Adnan Menderes ‘karşı devrimi başlatalı’ tam altı ay olmuş...
Orhan Veli, ölümünden beş ay önce, ezanın Arapça okunmasının aleyhinde zehir zemberek bir yazı yazmış, ünlü Yaprak dergisinde... Fakat o sayıdan sonra dergiyi çıkarmaktan da vazgeçmiş... (Yazıyı yeniden okudum, tam tersine, bana fazla ‘mülayim’ geldi, üstelik ‘lise kompozisyonu’ düzeyinde, koskoca şaire yakışmamış.)
Acaba neden dergiyi kapattı ? Acaba baskı mı gördü? Acaba Orhan Veli’yi ezanın Türkçe okunmasını istediği için dinciler mi katlettiler de kaza süsü verdiler? Sakın karşı devrimcilerin eline geçmiş olan MAH örgütü falan temizlemiş olmasın adamcağızı? Acaba kafasına mı vurdular da beyin kanamasına yol açtılar?
Sakın rakı içtiği için öldürmüş olmasınlar yahu?
Yapma be kardeşlik... Amigoluk uğruna bu kadar mı düşecektin?
Bak, sen de ‘ezan Türkçe okunsun’ dediğin zaman bu kadar gülünç olmuyorsun, çünkü bunu ilericilik sanan çok memur var bu ülkede... (Müdürün ve bazı çalışma arkadaşların ‘işte belli bir şey canım, Danıştay cinayeti örgüt işi değil’ dedikleri zaman oluyorlar ama onlara alıştık.)
Yahu madem o kadar ilerici ve solcusun, Orhan Veli olayından iki yıl önce Sabahattin Ali’yi kimin öldürdüğünü niçin araştırmıyorsun? O da çok tartışılmıştı uzun süre... Onun da kafasına vurmuşlardı.
Yoksa bu kez ‘sizinkiler’ çıkacak diye mi korkuyorsun hemşeri? (...)
İşte bu kafada gittiğiniz için 1950 yılından beri de iki yakanız biraraya gelmedi ve gelmeyecek.
Kusura bakma ama, sizler Atatürkçülüğü bu kadar ayağa düşürecekseniz, Nadir Nadi’nin dediği gibi ‘ben Atatürkçü değilim’(!) aziz ve muhterem kardeşim.
Akşam, 11.6.2006
|