Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asker düşmanı kim?..

Ben asker düşmanı mıyım?

Hayır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, orduya ve onun mensuplarına ne diye düşman olayım ki? Düşman olmak için aklımdan zorum olması lazım.

Yazın bir kenara:

Askeri eleştirmek, asker düşmanlığı değildir.

Modernleşme tarihi içinde, demokrasiyi kesintiye uğratan darbelerde ya da örneğin Kürt meselesinde, Kıbrıs’ta askerin rolünü eleştirel olarak düşünmek asker düşmanlığı değildir. Tarihi ve bugünü yerli yerine oturtmaya çalışmaktır. Türkiye’nin barış ve demokrasi içinde nasıl daha güzel yaşayabileceğinin yollarında yürümektir.

Herkes gibi, her kurum gibi askerin de günahları ve sevapları var.

Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki Batılılaşma süreci içinde asker olumlu roller üstlendiği gibi, olumsuz sonuçları bugünlere kadar gelen aşırılıkları da beslemiştir.

Bunlardan biri ‘Kürt sorunu’dur.

Bu konu hep askerin tekelinde kalmıştır. Ve bu tekel durumu, bugünlere kadar sarkan olumsuzlukların kapısını açmıştır.

Kürt dilinin, Kürt kimliğinin bastırılması değil midir, Türkiye’nin maddi ve manevi bakımdan bugünlere kadar kanamasına yol açan?

Örneğin, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar değil midir, PKK’nın şiddet ve terörünün parlamasına büyük katkı yapan?

Bunlar aşırılık değil miydi?

Hata değil miydi bunlar?

İnsan hakları ihlâli değil miydi?

Şunu her zaman belirttim:

PKK’ya karşı verilen mücadele haklı ve meşru bir mücadeledir; bu açıdan şehit ve gazilere saygı elbette gösterilmelidir.

Ama yalnız bunları vurgulamakla yetinmedim. Aynı zamanda bu mücadelede yanlışların varlığını, hukuku ve insan haklarını hiçe sayan uygulamaları da söyledim, yazdım.

Bugün de farklı düşünmüyorum.

Başlangıçtan bu yana eğer hep doğru olanlar yapılmış olsaydı, seksen yıl sonra bu sorun hâlâ kanamaz, Türkiye’nin birliğini, barış ve huzurunu zedelemeye devam etmezdi.

Öyle değil mi?

Kürt meselesi deyince, andıç skandalını nasıl unutabiliriz? Bu hukuksuzlukta askeri eleştirmeden olur mu? Bunun gibi, Susurluk gibi korkunç bir hukuk boşluğunun yaratılmasında askerin payı yok mu?

Onun içindir ki:

Şehit ve gazilere de saygının, dağlarda savaşanlara da manevi desteğin ağırlıklı parçası, yanlışları eleştirmek, yanlışları kabullenmek ve onların tekrarını önlemekten geçer. Evet öyledir. Yoksa çabalar boşa gider.

Ya askeri darbeler...

Türkiye’nin altmış yıllık çok partili siyasal tarihi askeri darbe ve müdahalelerle yaşandı.

Sormak lazım:

Suç hep ‘sivil’lerde miydi? Sütten çıkmış ak kaşık mıydı ‘asker’ler?

Elbette değillerdi.

Bu darbeler yüzünden Türkiye çok değerli zamanlarını heba etti. Her seferinde yeni kavga ve istikrarsızlık tohumları ekildi siyaset toprağına. Bir darbe, bir sonrasını hazırladı. Demokrasi ve hukuk devleti gecikti. Ekonomide nal topladık. Yunanistan’dı, İspanya’ydı, Portekiz’di, hepsi bizi solladı gitti.

Darbeleri eleştirmek, tarih içinde yerli yerine oturturken askeri de eleştirmek, hiç asker düşmanlığı olabilir mi?

Alalım Kıbrıs’ı.

Evet, asker kan döktü, şehit verdi Kıbrıs’ta da. Kıbrıs Türkleri bu sayede uçurumun kenarından döndü, bir ‘etnik temizlik’ten kurtuldular.

Ancak belirtmek gerekir:

Kıbrıs’ın bir sorun olarak çözümsüz kalmasında asker de pay sahibidir.

Bir yandan askerin hükmedici katılığı, öte yandan sivil hükümetlerin siyasal iradesizliği, zaman içinde Kıbrıs’ı maalesef Türkiye’nin kamburu yapmış, hatta bazı temel sorunların anası haline dönüştürmüştür Kıbrıs’ı.

Geçelim.

Bu ülkede ‘Komünizm’ dendi, ‘Şeriat’ dendi, ‘bölücülük’ dendi darbe yapıldı. Soğuk Savaş böyle yaşandı. Yeni bir yüzyıldayız. Türkiye’ye hâlâ soğuk savaş gözlükleri ile bakılabilir mi?

Ne yazık ki Soğuk Savaş döneminin bazı kötü alışkanlıkları bugün hâlâ devam ediyor. Oyunu demokrasinin kuralına göre oynamak istemeyenler var.

Çeteler, derin komplolar...

Derin devlet iddiaları...

Kimi, bölücülüğü öne sürüyor.

Kimi, İslamcılığı...

Bütün bu oluşumların içinden, orasından burasından sık sık asker kişiler de çıkıyor. Birtakım oyunlarla Türkiye’ye kriz halleri şırınga edilmek isteniyor, hatta ediliyor.

Bir oyun oynanıyor!

Tehlikeli bir oyun.

Ne yazık ki öyle.

İşlerin bugün bu noktaya gelmesinde AKP ile hükümetinin payı, evet, var; kuşku uyandırıcı ve çanak tutucu bazı yanlışları var.

Ama mesele sadece bu değil.

İstikrar ve demokrasi eğer bu güzel ülkenin parlak bir geleceğe doğru yol almasında iki temel önşartsa, herkesin aklını başına toplaması lazım.

Yalnız sivilin değil, askerin de...

Çünkü Çankaya savaşları falan derken, Türkiye yeniden tehlikeli sulara çekilmek isteniyor.

Bütün bunları belirtmek de asker düşmanlığı değildir.

Bu böyle biline.

Tam tersine, türlü çeşitli gerekçe ve oyunlarla askeri demokrasi dışına çekmeye çalışmaktır, esas asker düşmanlığı...

Milliyet, 7.6.2006

Hasan CEMAL

08.06.2006


 

Yeni bir heyecan

Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül’ün dün AB süreci için güvence verme çabaları, kamuoyunda ve Avrupa’da giderek yayılan “Ankara’nın AB hevesi zayıfladı” kanısının yaratabileceği siyasal, sosyal ve ekonomik tahribatın ciddiyetini kavradıklarını gösteriyor.

Erdoğan “AB katılım sürecimiz ilk günkü kararlılıkla devam ediyor, bundan kimsenin endişesi olmasın” dedi.

Dışişleri Bakanı Gül ise “9’uncu reform paketinin ve müktesebatla ilgili reformların süratle tamamlanacağını” açıkladı. Dahası “Türkiye’nin süreci hızlandırmasının çok önemli olduğunu” vurgulayıp, “Yoksa yine eski yıllarda olduğu gibi biz vaktimizi geçirirsek, bu tren de istasyonda durur. O zaman bizi istayonda indirirler” diye ekledi.

Gül’ün bu cümleleri, Türkiye’nin AB sürecinde bir gününü bile boşa geçirmeye tahammülü olmadığı anlamına geliyor. İyi ama sevgili Bakanımız 12 Nisan’da “9’uncu Reform Paketi”ni açıklarken de benzer ifadeler kullanmamış mıydı?

Aradan 55 gün geçti. Neredeyse 8 hafta. Bu son derece değerli zaman diliminde AB yolunda hangi girişim ya da hamle başlatıldı?

Dileriz, 12 Haziran’da Lüksemburg’ta yapılacak Türkiye-AB Ortaklık Konseyi ve Hükümetlerarası Konferans toplantılarına bir hafta kala Erdoğan ile Gül’ün açıklamaları, Brüksel’in o randevular için hazırladığı “Ortak Tutum Belgesi”ndeki eleştirilerin dozunu azaltır.

Zira 19 sayfalık taslak bu haliyle hiç de iç açıcı değil. Reformların yavaşladığı sitemiyle başlıyor, asker-sivil ilişkilerinden adalet sistemine, işkence ve kötü muameleden ifade özgürlüğüne, Kürtçe yayından dini özgürlüklere, kadın haklarından sendikal haklara, Aleviler’in sorunlarından yargı mensuplarının eğitimine kadar saymakla bitmeyen alanda acil düzenleme beklentisiyle devam ediyor. Tabii Gümrük Birliği Ek Protokolu’nun uygulanmamasının ve Rum gemilerine limanların açılmamasının müzakereleri olumsuz etkileyeceği de önemle hatırlatılıyor.

Kasıma kadar her gün sınav

O kadarla kalsa neyse. Biz bu eleştirileri “sindirmeye” çalışırken (böylece hazmetme kapasitemizi test etmiş olacağız), hemen üç gün sonra, 15-16 Haziran’da Brüksel’de yapılacak AB liderler zirvesi sonuç bildirgesiyle ikinci bombardıman başlayacak. Onda da Türkiye’den üç okkalı paragrafla söz ediliyor. Yine yüksek dozda “malum” uyarılarla: “Reform sürecini hızlandırın ve derinleştirin, Ek Protokol’u bu yıl sonuna kadar uygulamaya koyun.” Bu çağrıların gereği yapılmazsa, “Kopenhag Kriterleri’ne uyum ve reform sürecinin geri dönülmezliği” konusunda kuşkuların yoğunlaşacağı vurgusu da ihmal edilmiyor.

Haydi bu ikinci salvodan da hafif hasarla kurtulduk diyelim. Ama yaz aylarında kapsamlı bir reform dalgası başlatılmazsa, sonbaharda yayınlanacak Türkiye İlerleme Raporu’ndaki yoğun bombardımanı atlatmamız çok güç olacak.

AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn ve yardımcıları şu sıralar rapora son bir yılda kaydedilen olumlu gelişme olarak neler koyabilecekleri telaşına, hatta kaygısına düştüler.

Pek de haksız değiller. Geçen yılın İlerleme Raporu’nda siyasal ve ekonomik kriterlere uyumda 123 eksiklik sayılmıştı. Listeyi önümüze koyduk, bu 123 maddenin kaçında ilerleme ve düzelme sağlandığını belirlemeye çalıştık. O kadar ama o kadar az ki... Umudumuz kırıldı.

Bize hükümetten sivil topluma kadar tüm kesimleri saracak yeni bir heyecan gerekiyor. Yoksa işler kötü. Hatta başımız belada.

Erdoğan ve Gül’ün dün verdikleri güvenceleri bu heyecanın ilk kıvılcımı olarak görmek istiyoruz...

Sabah, 7.6.2006

Erdal ŞAFAK

08.06.2006


 

Dışardan bakanlar

Türkiye son dönemde Batı basınında ve televizyonlarında yine olumsuz görüntülerle anılıyor. En temel etkenlerden biri, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda hevesini kaybettiği yolundaki kanaat.

Bu kanaatin oluşmasının altında, AKP hükümetinin reformların devamı ve bunların uygulanması konusundaki çalışmalarını neredeyse askıya almış olması yatıyor.

AKP’nin ve kurduğu hükümetin Avrupa Birliği ile ilgili samimiyeti her zaman tartışma konusu oldu. Bu, Avrupa da, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması için çaba gösteren Batılılar arasında da tartışılmıştır.

AKP’nin AB yolundaki adımlarının samimi bir inanca dayanmadığını savunanlar, başından itibaren bu partinin kendisinin ve ülkenin başına “demokrasi kazası” gelmeyecek bir ilişki düzeyinde duracağını savunmuşlardır.

***

* AKP’nin duraksaması, nedeni ne olursa olsun, toplumda da yankılanmakta ve “Biz zaten AB üyesi olamayız” şeklindeki olumsuz inancı körüklemektedir.

Değişik kamuoyu araştırmaları kötümser görüşlerin yükseldiğini açıkça gösteriyor.

Bugün, aralarında çete olayları da olmak üzere yaşanan birçok toplumsal dalgalanmanın kaynağında, ortak toplumsal hedefin kaybolması ya da zayıflaması gerçeğinin yattığını görmek gerekir.

Bu “zayıflama” halinin de hükümet dışında bir sorumlusu olamaz. Ve hükümet, AB ve demokrasi karşıtlarını suçlayarak bu sorumluluktan kurtulamaz. Türkiye’nin AB standartlarına ulaşmasını engellemeye çalışan siyasi güçler daha önce de vardı. Ama o güçlerin etkinliklerini zayıflatan, toplumun AB hedefine sahip çıkmasıydı.

***

Hükümetteki duraklama ve duraksama en basitinden, “bu kadarı bize yeter” diyerek kendi toplumunun daha alt düzeyde kalmasını isteyen demokrasi karşıtlarının ekmeğine yağ sürüyor.

Türkiye Avrupa Birliği hedefinden uzaklaştıkça demokrasi karşıtları, terörün devamında çıkarı olanlar, Türkiye’yi içine kapalı bir Doğu toplumu olarak görmek isteyenler güçlenecek ve kafaları daha da karıştıracak faaliyetler için ortam bulacaklardır.

Son dönemde Batı medyasında yer alan Türkiye’ye ilişkin haber ve yorumlarda da bu basit teşhis konuluyor ve bu gidişin devamıyla ilgili sorular soruluyor. Dışardan ya da içerden bakınca görüntü değişmiyor. Bunu göremeyen bir hükümetin ise hükümetliği bile tartışma konusu olacaktır.

Vatan, 7.6.2006

Okay GÖNENSİN

08.06.2006


 

Harem-selâmlık

Avrupa’da başka örneği yok. Üstelik, yüz yıldır yok. Ve hálá devam ediyor.

Trieste’de belediyeye ait bir halk plajı var. Giriş serbest.

Ancak, kadınlar ve erkekler plajda denize ayrı ayrı giriyor.Denizde harem ve selamlık.

Avrupa’nın göbeğinde bu garip uygulamanın kaldırılması için, belediye halk oylamasına gidiyor. Oylama sonucu ilginç.

Kadınlar ve erkeklerin yine ayrı ayrı denize girmelerine karar veriyor halk.

Triesteli kadına Triestina, erkeğe ise, Triestino deniyor. Oylama, Triestina’nın denizde Triestino’yu istemediğini gösteriyor. Ama, buna Triestino da katılıyor.

Hürriyet, 7.6.2006

Yalçın DOĞAN

08.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004