Danıştay 2. Dairesi’ne saldırıdan sonra gözaltına alınanlardan bazıları ‘tutuksuz yargılanmak’ üzere serbest bırakıldı ya, menfur cinayetle ilgili ‘ana senaryo’ üzerinde ‘enformatik faaliyet’ gösterenler yeniden harekete geçtiler. Dün biri şu soruyu gündeme taşıdı: “Bir başbakan yardımcısına olayın üzerinden bir iki saat geçmeden ‘Sürpizlere hazır olun’ mesajını verdiren, Başbakan’a, Meclis kürsüsünden ‘derin komplo’ açıklamasını yaptıran, Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’e ‘Fotoğraflara bakın kim olduğunu anlarsınız’ dedirten, işin adını ‘gladio’ olarak koymaya kadar götürten kişiler kimdir?”
Size bu soruya cevap teşkil edeceğini sandığım bazı tanıklıklar sunuyorum:
“Derin devletin içinde kimler var? Olaya şöyle bakacaksınız: Derin devletin içindekiler, yani normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız kurtarıcı haline gelmek isterler. Öyle hissederler kendilerini. Oysa kimse onlara görev vermemiştir.”
“Türkiye’deki darbelerde çekirdek iddianın ne olduğunu söyleyeyim: ‘Uçurumun kenarına geldik - hufre-i inkıraz’ ve ‘pençe-i izmihlâl- çöküşün pençesinde’yiz.’ 1912 Balkan Harbi sonrasında yayımlanan Halâskâr Zâbitan Beyannamesi’den... 27 Mayıs 1960 Beyannamesi’nin birinci cümlesinde de 1912’deki anlayış var. 12 Mart 1971’de de var.”
“Bir kurum olarak devlet tartışılıyor. Bir takım olaylar oluyor, bu olaylar cinayet şeklinde, başka şekilde oluyor. Bunların devletin kurumları tarafından yaptırıldığı, kontrgerilla vs gibi, yani devletin kanunları aşarak suç işlettirdiği iddiaları var. Devlet üzerinde bunlar şüphe yaratıyor.”
Bu cümleler, yedi kez Başbakanlık yapmış, en son görevi Cumhurbaşkanlığı olan Süleyman Demirel tarafından son iki yıl içerisinde değişik gazetecilere ifade edildi.
Şu cümle ise defalarca başbakanlık yapmış Bülent Ecevit’e ait: “Eğer bir ülkede, gizli silâhlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetiminin dışında bir örgüt varsa, bütün bu gibi karanlık olayların ardında veya bazılarının ardında o gizli örgütten elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.”
Turgut Özal’ın şu sözleri de aynı fasileden: “Düşünen, üreten, fikir üreten, tartışan bir toplumda her şey konuşulmalıdır. Netice itibariyle ben hür düşünceden yanayım. Bunun için bana kızıyorlar, tabuları yıkıyorum diye. Bir azınlık var. Eskisi kadar değil, ama tesirli. Onu söyleyeyim... Neticede toplumu kavgaya, kargaşaya itmek, nüansları kaybolmuş bir cemiyeti tekrar sağ-sol kavgasına çekmek amacındalar. Ciddi ve ustaca hazırlanmış bir provokasyon yapıyorlar...”
Kendisi de ‘siyasî bir cinayete’ kurban gitmiş gazeteci Uğur Mumcu’nun tanıklığına ne dersiniz: “Yıl 1978... Aylardan Ocak... Ocakın 25. günü Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Okulu öğrencilerinin üzerine bomba atılır. Bomba Amerikan yapısı ve ordu malıdır. ‘Füze m2hat bil-1131 2-53’ sayılı bomba hangi askerî birlikten, kimler tarafından çıkarılmıştı? Bu konu aydınlanmadı. Soruyoruz: Neden?” Uğur Mumcu’nun birbirinden çetin başka soruları da var, ama bu yeter...
Yazının girişindeki sorunun sahibi ise sorusunun cevabını farklı yerlerde arıyor: “İşgüzar polisler mi, cemaat kulübelerindeki ortak önyargılar mı? Dezenformasyona amade cemaat medyası mı?” Oysa Demirel, Ecevit, Özal soru sahibinin tanımına hiç uymuyor; Uğur Mumcu ile ‘cemaat medyası’ arasında irtibat kurabilmek ise imkânsız...
Bu, hiç kuşkunuz olmasın, bayağı derin bir konu.
NOT: Yukarıdaki alıntıların hepsini Milliyet’ten Belma Akçura’nın yeni çıkan ‘Derin Devlet Oldu Devlet’ adlı kitabının ilk bölümünden aktardım. Kafası karışık soru sahibi dahil herkese kitabı hararetle tavsiye ederim.
Yeni Şafak, 1.6.2006
|