15 Temmuz darbe girişimi sırasında Çengelköy'de şehit olan Yeni Şafak Gazetesi muhabiri Mustafa Canbaz'ın oğlu Alpaslan Canbaz, davet edildikleri Beştepe'deki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki buluşmasında yaşadığı hayal kırıklığını ve gözyaşlarına boğulan annesiyle birlikte toplantıyı neden terk ettiğini yazdı.
İşte Canbaz'ın Facebook hesabından yaptığı o paylaşım:
'Cumhurbaşkanlığından davet geldi. Anneme gidelim mi diye sordum, gidelim dedi ve gittik. Hem hava değişikliği ikimize de iyi gelir diye düşünüyorduk. Allah razı olsun yanımızda olanlardan. Telefonlar hiç susmuyor, evimiz hiç boş kalmıyor. Fakat takdir edersiniz ki bu yüksek tempo molasız oldu mu ruh da, beden de yorgun düşer. Birkaç gün evvel ateşler içindeydim mesela. Nazar duası ve “maşallah” isteklerime karşılık verenlerim sayesinde, inancımla güç toplamaktayım.
Ailecek yola çıkmakta, evden uzaklaşıp dağların bayırların arasından geçmekte şifa bulurduk. Cumhurbaşkanlığının bizim için ayarladığı uçakla değil de babamın ve benim yakın dostumuz, yoldaşımız olan bir ağabeyin arabasıyla gittik Ankara’ya.
Yolculuk iyi geldi fakat aynı şeyi ne yazık ki anma etkinliği için söyleyemeyeceğim. Kocaman bir salona aldılar annemle ikimizi. Salonun arka sıralarındaki bir yere oturduk. Yavaş yavaş şehit yakınları ve gaziler girmeye başladı içeri. Ardından da devlet büyükleri bir bir giriş yaptı. Bulunduğumuz binanın dışındaki dev ekranlardan da orada toplanan halk takip ediyor olup biteni.
Erdoğan salonda göründüğünde alkış kıyamet bir şeyler oldu. Hatta bir ara futbol tribünlerini hatırlatan “Recep Tayyip Erdoğan” sloganları atıldı. Salonun neredeyse tamamı ayaktaydı, benim gibi oturan çok az kişi vardı. Herkes sessizce, cumhurbaşkanlığı makamına hürmeten ayağa kalksaydı ben de kalkacaktım. Fakat ben holigan değilim. Orada babasını şehit vermiş bir evlat ağırlığındayım. Çok rahatsız oldum. Hiçbir türlü ortamla bütünleşemedim.
Bize; yapılan yolların, hizmetlerin reklamı 15 dakika arayla 2 kere izlettiriliyor ekrandan, alkış kopuyor. Biri çıkıp bir şey söylüyor, alkış kopuyor. Dua okunuyor, ona bile alkış kopuyor.
“Ya sabır!” çekiyorum içimden. Bu alkışı, tezahüratı filan neden bu kadar benimsemiş olduğumuza sinirleniyorum. Erdoğan çıkıp bir an evvel konuşsun istiyorum artık. Güzel sesiyle Kur’an okur belki de o zaman yatışırım, alkışlar da yatışır diye geçiriyorum içimden.
Tam o sıra film kopuyor. Bu defa ekrandan bize 15 Temmuz’a dair görüntüler izlettiriliyor. Bombalanan, taranan insanlar, F-16'lar, salalar… Annem kulaklarını tıkıyor, ağlamaya başlıyor. Titriyor hatta. Ön koltukta küçücük çocuklar vardı, babaları şehit düşen küçük çocuklar… Onlar da etkilenip ağlamaya başlıyorlar.
15 Temmuz gecesi evimizin hemen üstünden geçen F-16'nın hava patlamasıyla neredeyse camlarımız kırılacaktı. Evin ortasındaki anneme “Yere yat!” demiştim. Bize bunları yaşattılar, ben de etkileniyorum o seslerden. Düşünün, ses sistemi kusursuz bir salondayız ve her yandan F-16 sesi geliyor. Televizyondan izlemeye benzemez.
Artık daha fazla dayanamayıp fırlıyorum koltuğumdan. “Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz?” diye çıkışıyorum salonun ortasındaki rejiye. Memur zihniyeti, “Bizim ilgimiz yok, kulaklıklı görevlilere söyleyin.” diyor. Kulaklığı olanlara söylüyorum, onlar da başkalarını işaret ediyor. Bu saçmalığın sonlanacağı yok, annemin yanına dönüyorum. “Çıkalım buradan.” diyor. Koluna girip çıkarıyorum annemi.
Hemen Ankara’daki genç bir dostumu arıyorum bizi alması için. Bu arada koca külliye… Yollar kesilmiş, çıkmak kolay değil. Oraya coşmaya gelmiş insan kalabalığını yararak, uzunca bir mesafe kat ediyoruz. Annem yorgun düşüyor, yanımızdan geçen bir polis aracını çeviriyorum. Sağolsunlar bizi arkadaşın arabasının beklediği yere kadar götürüyorlar. Arkadaşım bizi alıyor ve üçümüz birden sessiz sakin bir yere çay içmeye gidiyoruz. Başka bir dostum da konaklayacağımız yeri hallediyor ve otele gidip annemle biraz olsun kafa dinliyoruz.
Diyorlar ki “Ama reis çok güzel konuştu sonrasında.” Yahu isterse dünyanın en muhteşem konuşmasını yapsın, annem zangır zangır titremeye başladıktan sonra neye yarar? Hâlâ bizim genel itibarıyla neye kızdığımızın, neden kızdığımızın, ne hissettiğimizin idrak edilemiyor olduğunu görmek gerçekten çok üzücü. Hâlâ hükümetin eseri olan herhangi bir yanlışa eleştiri getirdiğimde ufak tefek hesaplar göz önüne alınıp kötü niyetliymişiz gibi bakılması filan…
Vallahi bunu da paylaşmayacaktım lakin o günü soranlar çok olduğundan burada belirtmek istedim yaşadıklarımızı. Yazdıklarımın hiç tahmin etmediğim kişilere bile ulaştığını görünce de illaki buradaki eleştirilerim de adresini bulur ve aynı yanlışların tekrar yaşanmasının önüne geçilir diye düşündüm.
Erdoğan’ın benle tanışması nasibinde yokmuş diyorum. Onun babama borcu var. Muhabbet borcu… Aşıktı babam ona. Olanlardan beri bizzat evimizi ziyaret edip gönlümü almamış olmasını bu aralar çok mühim bir yoğunluğu olmasına bağlıyorum. Annem de laf söyletmez reisine. Onu dinlemek için yola çıktı o gün ama “Keşke gelmeseydim.” dedirttiler kadına.
Burada genel itibarıyla vurgulamak istediğim şey: Neden hassas olunamıyor? Bu şeyleri kimler organize ediyor? Aralarında hiç mi uzman sosyolog, psikolog yok ne bileyim. Kolu bacağı sarılı gaziler ve bizim gibi şehit yakınları o gün dışarıdaki kalabalıkla neden aynı muameleyi gördü? Tek farkımız bizim içeride koltuklarda oturuyor olmamızdı. Mesela neden ünlülerin kabulü bizimkinden çok daha samimi bir ortamda gerçekleşti? Aşağıdaki linkten görebilirsiniz, bu yakınlık ortamını biz daha fazla hak etmemiş miydik? O gün ünlüleri dolduruverseydiniz salona, onların izlemeye ihtiyacı var o şeyleri. Biz zaten onları yaşadık, vatan mevzu olduğunda kavganın hep ortasındaydık.