Yargıtay 16. Ceza Dairesinde yapılan "Ergenekon" davasının temyiz incelemesinin ikinci duruşması, eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ'un savunmasıyla başladı.
Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, "Ergenekon" davasına ilişkin, "Bu davalar sürecince özellikle Beşiktaş Adliyesinde ifade verenler, ki hepimiz oradan geçtik, kendimizi kendi topraklarımızda, yani Türk topraklarında yabancı bir ordunun askeri gibi hissettik. Bu acıyı yaşadık hepimiz. Bu acıyı bize kim unutturabilir" dedi.
Yargıtay konferans salonundaki duruşmaya, İlker Başbuğ, Hurşit Tolon, Sinan Aygün'ün aralarında bulunduğu bazı sanıklar, sanık yakınları ve avukatlar katıldı.
Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu durumun değerlendirilmesi gerektiğini belirten Başbuğ, Suruç saldırısının ardından PKK terör örgütünün eylemlerinin beklenmedik şekilde başladığını söyledi.
Her gün verilen şehitlere yüreklerinin yandığına işaret eden Başbuğ, "Şehit haberlerini takip bile edemiyoruz. Güneydoğu'daki bazı yerleşim yerlerine ilişkin medyaya yansıyan görüntüler vahim ve endişe verici. Türk ve Rus uçakları burun buruna geliyor. Türkiye bu haldeyken ben kendime şu soruyu sordum, (bugün ben neden Yargıtay'dayım, bizler enerjimizi yanlış yerlerde mi harcıyoruz, burada ne yapacağım, ne konuşacağım?)" diye konuştu.
Özel yetkili mahkemelerde başlayan ve sonuçlanan bazı davaların yerel mahkemelerde yeniden yargılanmalarının sürdüğünü, bazılarının Yargıtay'da temyiz aşamasında bulunduğunu ifade eden Başbuğ, sözlerine şöyle devam etti:
"Bu sürece olağan bir süreç olarak bakabilir miyiz? Rutin bir yargılama içinde olduğumuzu kabul edebilir miyiz, elbette hayır. Neden? Bu davaların iddianamelerini hazırlayan savcılar kim, görevlerinden uzaklaştırılan, suç örgütleriyle ilişkili oldukları ileri sürülen, kimi tutuklu, kimi yurtdışına kaçan savcılar bu iddianameleri hazırladılar. Tarihi hatırlayalım. 145 Osmanlı yöneticisi yargılanmak üzere Malta'ya gönderildi. Soruşturmayı yürüten İngiltere Kraliyet Savcılığı 1921'de Malta'ya gönderilen Türklerin eldeki kanıtlarla yargılanıp cezalandırılmayacağına karar verdi. Yetersiz gördü.
Üzülerek söylüyorum, bu iddianameleri hazırlayan kendi ülkemizdeki bu savcılar, bir düşman ülkenin savcısı kadar bile adil olamadılar. Tırnak içinde, özel yetkili mahkemeler bu kararlara imza attı. Bu kararlar Anayasa Mahkemesinin ihlal kararları üzerine alelacele kapatılan mahkemelerdir. Peki neden kapatıldı? Görevleri bittiği için mi, yoksa işledikleri hukuk cinayetleri ayyuka çıktığı için mi? Bu mahkemelerin hakimleri ne oldu, bazıları görevlerinden uzaklaştırıldı, bazıları suç örgütü içine sokuldu, bazıları tutuklandı. Savcıların ve hakimlerin aldıkları kararların hukuk değeri taşıdığını nasıl söyleyebiliriz? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Bu iddianameler ve kararlardan hareket ederek, davaların yeniden yargılanmasını ve temyizini yapmak ne kadar doğru, adil? Sizler, bir ilkle karşı karşıyasınız. Böyle bir olay bence Türkiye'de daha önce yaşanmadı. Dolayısıyla aynı zamanda tarihi sorumluluklarla karşı karşıyasınız. Ama sizlerin bu tarihi sorumlulukları başarıyla çıkaracağına ilişkin inancımı korumak istiyorum."
Başbuğ, bir savcının hazırladığı iddianameyle müebbet hapis cezasına çarptırıldıklarını aktardı. "Tarihin garip cilvesi mi, neredeyse 4 yıl geçmeden bu sefer aynı adliye binasındaki bir cumhuriyet savcısı, aynı konuya 25 Aralık operasyonu ile ilgili iddianamesinde yer verdi" diyen Başbuğ, iddianamedeki Ergenekon davasıyla ilgili bölümleri okudu.
Başbuğ, bunların üzerine konuşmasını sonlandırması gerektiğini düşündüğünü ancak Türkiye'nin 26. Genelkurmay Başkanı olarak taşıdığı sorumluluklar nedeniyle konuşmaya devam edeceğini söyledi.
"Cezasız mı kalacak bunları yapanlar"
Birinci sorumluluğunun, bu davada hayatını kaybeden "şehitlere" karşı olduğunu belirten Başbuğ, şu ifadeleri kullandı:
"Bu davalar sürecince özellikle Beşiktaş Adliyesinde ifade verenler, ki hepimiz oradan geçtik, kendimizi kendi topraklarımızda, yani Türk topraklarında yabancı bir ordunun askeri gibi hissettik. Bu acıyı yaşadık hepimiz. Bu acıyı bize kim unutturabilir? 11 Şubat 2011 günü Silivri'de Balyoz duruşması olduğu facia günü hatırlayın. Kapılar tutuldu, duruşma salonunda yaşatılan acıyı kimse hafızalarımızdan sildiremez. Kararı veren hakimlerin kendi aralarında neler konuştuğunu da duyduk. Kim sildirecek bunları hafızamızdan? Cezasız mı kalacak bunları yapanlar?
Üçüncü sorumluluğumuz tarihe karşı. Türk milletinin bu davalar karşısında yorulduğunu söylesek yanlış olmaz. Ama ileride mutlaka birileri bu dönemin tarihini yazacaklar. İşte onlara yardımcı olmayı da görev olarak kabul ediyorum. Dördüncü sorumluluk, bu komploların planlayıcı ve icracılarının yargılanmalarını sağlamaktır. Bu olmadan bu süreç bitmez."
İlker Başbuğ, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin vereceği hükmün sadece usul ve esasla sınırlı kalmamasını isteyerek, "Vereceğiniz hüküm mutlaka üçüncü boyutu içermelidir. O da komplolara ilişkin hususların suç duyurusuna dönüşmesine yönelik olarak yüce mahkemenizin yönlendirici rol oynamasıdır" dedi.
Savunma amaçlı konuşmadığını vurgulayan Başbuğ, "Burada konuşmamın uygun olduğunu düşündüm, asla savunma amaçlı değildir ve o şekilde algılanmamalıdır. Tarihe not düşmek, kumpasları planlayan ve uygulayanlar hakkında suç duyurusunda bulunmaya yöneliktir" diye konuştu.
"Neden TSK'ya kumpas?"
"Kumpaslarla neden Türk Silahlı Kuvvetlerinin hedef alındığının da ortaya konulması gerektiğini" belirten Başbuğ, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devraldığı devir teslim töreninde yaptığı konuşmayı hatırlattı.
Konuşmasında, "Ordunun, özellikle milli güvenlik açısından anayasal düzenin temel niteliği olan ulus devlet, üniter devlet, laik devlet niteliğine karşı kayıtsız kalmasını istiyorlar" dediğini aktaran Başbuğ, bu sözlerinin, devletin temel amaç ve görevlerini tanımlayan Anayasa'nın 5. maddesine dayandığını bildirdi.
İlker Başbuğ, bu maddenin Türkiye'de çok bilinen ve tartışılan bir madde olmadığını belirterek, "TSK devletin anayasal kuruluşudur, devletin korunması gereken temel amaç ve görevleri açısından ilgisiz kalabilir mi?" diye konuştu.
Türkiye'de "ulus devlet" ilkesinin de anlaşılamadığına, ulus devlette vatandaşların ortak değerlere sahip olması gerektiğine işaret eden Başbuğ, ulus devlet yapısına yönelik iki tehdit bulunduğunu, bunlardan birinin etnik milliyetçilik, diğerinin laiklik karşıtlığı olduğunu ifade etti.
Başbuğ, Türkiye, Irak ve Suriye'deki Kürtlerin Osmanlı'da bir arada yaşadığına değinerek, Kürt etnik milliyetçiliğinin Osmanlı Kürtlerinin kendi iradeleri dışında Türkiye, Irak ve Suriye arasında bölünmesiyle başladığını, bu yapılanmanın Türkiye'yi de etkilediğini belirtti.
Bu sorunun Türkiye açısından o günden bugüne bir iç ve dış güvensizlik ortamı yarattığını dile getiren Başbuğ, 1984 yılından beri terör örgütü PKK ile mücadele edildiğini hatırlattı.
Bu mücadelenin her safhasında rol aldıklarına dikkati çeken Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu mücadeleyi milli gücün bütün unsurları kullanılarak yürütülmesi stratejisine dayandırdığını ancak başta ABD olmak üzere uluslararası güç odaklarının PKK'nın etkisizleştirilmesi için siyasi çözümün uygun olacağını her fırsatta dile getirdiğini aktardı.
Başbuğ, "Türk Silahlı Kuvvetleri, bunu hiçbir zaman siyasi sorun olarak görmedi, bu bir terör sorunuydu. O zaman siyasi çözümün önündeki engel elbette TSK idi. Öyleyse TSK'nın itibarsızlaştırılması gerekiyordu" dedi.
PKK terör örgütünün karşı çıktığı ilk şeyin ulus devlet yapısı olduğuna işaret eden Başbuğ, "PKK'nın Türkiye'den isteklerinin başında anayasal reform ile Kürt kimliğinin anayasal tanımlanması gelmektedir. Başlangıçta basit gibi görünen isteğin altında esasen Türkiye'nin iki milletli bir devlete dönüştürülmesi yatmaktadır. Unutulmamalıdır ki ayrı bir millet olması iddiasını ayrı bir siyasal egemenliğe sahip olma iddiası takip eder. Başımızı kuma gömmeyelim." diye konuştu.
Başbuğ, özerklik taleplerine de değinerek, bunun yasama ve yürütmesi ayrı federe bir devlet yapılanmasına işaret ettiğini belirtti.
Başbuğ, "Boşa hayallere kapılmayın. Eğer Türkiye'den istenen bu ise elbette buna hep karşı olduk, olmaya da devam edeceğiz. Bu nedenle hedef alınacaksak, her zaman hazırdık, hazır olmaya devam edeceğiz, bedeli ne olursa olsun" ifadesini kullandı.
İçimizde hala hainler var
Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, "İçimizdeki hain subaylar olmasaydı bu komploların bu kadar başarılı olması mümkün değildi. İçimizde hala hainler var" dedi.
Yargıtay Konferans Salonu'ndaki duruşmaya, İlker Başbuğ, Hurşit Tolon, Dursun Çiçek, Sinan Aygün'ün aralarında bulunduğu bazı sanıklar ile sanık yakınları ve avukatlar katıldı.
Yargıtay 16. Ceza Dairesinde yapılan Ergenekon davasının temyiz incelemesinin ikinci duruşmasında, emekli Orgeneral İlker Başbuğ savunmasını yaptı.
Türkiye'yi farklı ve güçlü konuma getirenin laik ve demokratik yapısı olduğunu vurgulayan Başbuğ, "Bazıları ilk günden beri laikliği din karşıtlığı olarak anlattılar. Türk Silahlı Kuvvetlerini böyle göstermeye gayret ettiler. Türk Silahlı Kuvvetleri hiçbir zaman din karşıtı olmamıştır" dedi.
ABD'de 2002'de Bush yönetiminin göreve gelmesiyle Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi planları çerçevesinde "ılımlı İslam" düşüncesinin ortaya atıldığını ve Türkiye'nin model gösterildiğini anlatan Başbuğ, Fetullah Gülen'in "ılımlı İslam" konseptinin uygulanmasında kullanılabilecek kişi olarak değerlendirildiğini düşündüklerini aktardı.
Başbuğ, "ılımlı İslam" ile laikliğin bir arada olamayacağını, Türkiye'nin laik demokratik devlet olduğunu ifade ettiklerini belirterek, "Görüleceği gibi laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen cemaatinin hedeflerine ulaşmak için en büyük engel TSK idi. 'O zaman sesini keselim, karşıt kadroları tasfiye edelim' dediler. Yaşanan bu" diye konuştu.
İlker Başbuğ, "cemaat" diyerek toptan ve baştan bu camiayı suçlu ilan etmeyi doğru bulmadığını da ifade ederek, bu sözü kullanarak, TSK'ya karşı yapılan komplolarda planlayıcı ve icracı olanları ve yapılanlara destek verenleri kastettiğini söyledi.
TSK'nın görüşlerini kamuoyuyla paylaşıp paylaşmaması konusuna değinen Başbuğ, "Halkın orduya duyduğu güvenin çok yüksek olmasından dolayı TSK'nın kamuoyuyla görüşlerini paylaşması arzu edilmiyor. 'O zaman TSK'nın sesini kısın', yapılan budur" dedi.
"Derin devlet" ifadesinin kullanıldığını belirten Başbuğ, şöyle devam etti:
"Kastedilen Ergenekon davasında olduğu gibi gizli bir yapıysa. Ben TSK'da 50 yıl fiili hizmet yaptım, samimi söylüyorum bu esnada böyle bir yapılanmanın varlığını ne duydum, ne şahit oldum. Her ülkenin Anayasa ve yasalarla çizilmiş yasal yapılanmaları mevcut. Devletin güvenliği konusundaki ana yapılanma Genelkurmay, MİT ve Dışişleridir. Ortak aklın sonucu olarak Başbakana teklif sunar. Bunlar devletin temel taşları. Burada önemli husus güvenliği ilgilendiren konularda ortak aklın, Genelkurmayın, MİT'in, Dışişlerinin görüşlerinin ne kadar dinlendiği noktasıdır."
"1 Mart tezkeresinin bedelini TSK'ya ödetmek isteyenler..."
2003'teki 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin sorumluluğunun da TSK'ya yüklendiğini ve bunun bedelinin ödetilmek istendiğini ifade eden Başbuğ, "Ulus Devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısından rahatsızlık duyanlar, Ilımlı İslam projesini hayata geçirmek isteyenler, 2003'deki 1 Mart tezkeresinin bedelini TSK'ya ödetmek isteyenler, TSK'nın 'Milli Ordu' oluşundan rahatsız olanlar ve PKK terör sorununa 'siyasi çözüm' arayanlar için engel TSK idi. O halde TSK, halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi" diye konuştu.
ABD'nin Türkiye Büyükelçisinin 15 Kasım 2002'de ülkesine gönderdiği mesajda, "Türkiye'de ordu, bürokrasi ve yargıda bir derin devlet var. Derin devletin merkezinde de ordu bulunmakta. Derin devlet yani ordu, ABD'nin desteklediği reformun önündeki en büyük engeldir" denildiğini aktaran Başbuğ, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Buradan şu sonucu çıkarabiliriz, Bush yönetimi TSK'ya yapılanlara, yapılacaklara sıcak bakmıştır.
Cemaatin ise işlenen hukuk cinayetlerinin faili olduğu anlaşılmaktadır. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidar ise, 'Ne istediler de vermedik' ve 'aldatıldık' ifadeleri ile bu süreçte Cemaate gerekli desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça belirtmiştir.
MİT Müsteşarlığından, konuya ilişkin istihbarat talebinde bulunduk. Ama maalesef bu konularda ilerleme sağlayamadık. Hatta bir keresinde 'bugün bize, yarın size olacak' da dedim. Bugün, o gün söylediklerimizin ne kadar doğru ve gerçeklerin ne olduğu bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. O günlerde sesimize kulak verilseydi, belki onca acıların yaşanması engellenebilirdi. Konuşmalarım ve yaptıklarım ile Cemaati rahatsız ettiğim, Cemaat tarafından da hedefe alındığım bir gerçektir. Daha sonra yaşadıklarım, yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmanlık duymama neden olmadı. Çünkü yaptığım hukuk içerisinde kalarak görevimi yerine getirmeye çalışmamdan başka bir şey değildi. Sadece, laik devlet yapısını ve TSK'nın 'milli ordu' niteliğini korumaya ve savunmaya çalıştım."
"Ergenekon adını niye koydular?"
Başbuğ, daha sonra TSK'ya kurulan komploların tarihsel gelişimini anlatacağını belirterek, komplo kurmaya çalışanların 2005'te Şemdinli soruşturmasıyla başarılı olamadığını, ardından Sauna ve Atabeyler davalarıyla ilk uygulamaların gerçekleştirildiğini, asıl komplonun "Ergenekon" davasıyla kurulduğunu söyledi.
Davaya "Ergenekon" isminin verilmesine de değinen Başbuğ, "Ergenekon Türkler için bir destanın, efsanenin adı. Bizim destanımız, efsanemiz. Bu Ergenekon adını niye koydular? Türklüğü aşağılamak için, çete olduğunu göstermek için. Bu gerçeği niye göremiyoruz?" dedi.
Dağlıca saldırısı
İlker Başbuğ, 21 Ekim 2007'de PKK tarafından Hakkari/Dağlıca bölgesindeki karakola yapılan saldırıyı hatırlatarak, bu saldırıyla ilgili medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratıldığını, "TSK, terörle mücadelede başarılı değildir" algısı oluşturulmaya çalışıldığını anlattı.
Kamuoyunda, "terörle mücadelede karamsarlık oluşturulduğu ve kamuoyunda terör sorununun çözümünün silahlı mücadele ile olmayacağı düşüncesinin yaratıldığını" aktaran Başbuğ, şöyle devam etti:
"Zaten Dağlıca saldırısından kısa bir süre sonra da Taraf gazetesi yayına başlayacaktı. Gazetenin ana görevi TSK'ya karşı psikolojik harekat yürütülmesi ve açılan soruşturmalarla da TSK aleyhine kamuoyunda algı yaratılmasıydı. Bu gazete kimler tarafından görevlendirildi? Kimler destekledi? Bu sorulara, cevaplar bulunamadan 2000-2010 dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirilemez. Dağlıca saldırısının amacı, PKK terörünün sonlandırılmasının sadece 'siyasi çözüm' ile olabileceğini kamuoyuna benimsetmekti. Bu saldırı, PKK terör örgütünün tek başına planladığı ve icra ettiği bir saldırı değildir."
Genelkurmay Başkanlığı döneminde yaşananlar
Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı döneminde 2008-2010 yıllarında yaşanan olaylar ve komploları da anlatmak istediğini belirterek, Ergenekon davasında tanık olarak dinlenilmesi kararı alınan bir kişinin, 2008 yılı Ocak ayında bir gazetede çıkan yazısında, "Darbe planı revize edildi. 2008 yılının Şura'dan hemen sonraki ilk altı ayı hazırlık evresi, 2009 yılının ilk çeyreğinden sonraki en uygun takvimde eylem zamanı" dediğini aktardı.
Ancak 2009 yılı bahar aylarında, darbe amaçlı cebir ve şiddet olaylarının yaşanmadığını belirten Başbuğ, "2009 yılı bahar aylarında başlayıp giderek yoğunlaşan bir şekilde ortalığa isimsiz ve imzasız ihbar mektupları, düzmece dijital veriler, gizli tanık ifadeleri saçılmaya başladı. Bu durumu gözaltı operasyonları, ifadeler, tutuklamalar, sayısız iddianameler ve takibi bile mümkün olmayacak mahkeme süreçleri izledi" dedi.
İlker Başbuğ, 2009 yılının başlarında Erzincan ve Kayseri'de yaşanan iki olay ve bu olaylara ilişkin soruşturmaların TSK açısından çok önemli olduğunu vurgulayarak, iki ilde cemaati mercek altına alan soruşturmaların daha sonra soruşturmayı yürütenler aleyhine döndürüldüğünü kaydetti. Başbuğ, Kayseri ve Erzincan'daki soruşturmayı yürüten askeri savcılar ve hakimlerin çeşitli davalar kapsamında suçlanarak tutuklandıklarını anlattı.
Albay Cemal Temizöz'ün, Cizre'de 1993-1995 yıllarında yaşanan "faili meçhul" cinayetler nedeniyle tutuklanma sürecine de değinen İlker Başbuğ, son duruşmada savcının, 20 faili meçhul cinayetten yargılanan sanıkların tümünün beraatini istediğini hatırlattı.
İlker Başbuğ, "İnsanlar bu dava süreçlerinde acı çektiler. Asılsız cinayetle suçlanmak gibi insanı kahredecek, başka ağır bir suçlama yoktur. Böyle suçlamaların, insanlar üzerinde ne kadar büyük travmalara neden olduğuna şahit oldum. Bu insanların kaybettikleri nasıl geriye getirilecek? Bu açık komploları kuranlar, yakalanıp yargı önüne çıkartılmayacak mı? Söylediklerimizi o zaman dikkate almayan siyasi makamlar, bu yaşananlara karşı şimdi de sessiz kalmaya devam edecek mi?" diye sordu.
Poyrazköy olayı
Poyrazköy'de yapılan aramalarda "gömülmüş" mühimmatlar bulunduğunu, Poyrazköy olayının direkt Deniz Kuvvetleri personelini hedef aldığını söyleyen Başbuğ, "Bulunanlar arasında, beş tane boş lav da bulunmaktaydı. Lav bir defa kullanılır. Ateşlendikten sonra geride kalan boş kısım bir daha kullanılmaz. Beş tane boş lavın orada gömülmesi, açıkça bu silahları bilmeyen bir kişinin yapabileceği bir şeydi" şeklinde konuştu.
İlker Başbuğ, bu nedenle 29 Nisan 2009 günü yaptığı basın toplantısında, "Poyrazköy’de yapılan kazılarda beş tane boş lav paketlenmiş olarak gömülmüş şekilde bulundu. Bu boş lavın kullanılma olanağı yok yani kullanmazsınız. Ben de şu soruyu soruyorum, acaba bunu yapanlar, gömenler kim?" dediğini aktardı.
"O basın toplantısında 'boru' dememişim, dediğime ben de inandım"
Bu konuşmasının büyük yankı ve rahatsızlık uyandırdığını, basın toplantısında boş lavlara "boru" demediğini dile getiren Başbuğ, "Özellikle, bu 'boru' sözcüğü üzerinden aleyhimde propaganda yapıldı. Basın toplantısında algı operasyonu kurbanıyım. O basın toplantısında 'boru' dememişim, yıllar sonra Silivri'de öğrendim ama o kadar çıktı ki 'boru' dediğime ben de inandım. Sordular, 'Dediniz mi?' diye, ben de 'evet' dedim, dememişim ama desem ne olur. Meğer Deniz Baykal söylemiş, bizim üzerimize yıkıldı. Bunlar, 'bu adam mühimmata boru, belgeye de kağıt parçası dedi' diye kaldı" ifadelerini kullandı.
"İrticayla Mücadele Eylem Planı"
ABD'de bulunduğu 4 Nisan 2009 günü, Gazi Üsteğmen avukat Serdar Öztürk'ün ofisinde polisler tarafından yapılan aramada, masa üstünde açıkta bir dosya içinde "İrtica ile Mücadele Eylem Planı"nın fotokopisinin bulunuverdiğini söyleyen Başbuğ, bu belgenin suç unsuru taşıdığını, planın, "hiç bir kimsenin kesinlikle kabul etmediği bir kağıt" olduğunu ifade etti.
Süreçte, TBMM'de yasa değişikliği yapılarak, askeri şahısların askeri mahallerde işledikleri suçlar nedeniyle Özel Yetkili Mahkemeler tarafından yargılanmalarının önünün açıldığını ve böylelikle Albay Dursun Çiçek'in tutuklandığını kaydeden Başbuğ, bu düzenlemenin Anayasa'ya aykırı olduğunu defalarca söylediklerini, sonunda da düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğini hatırlattı.
TBMM'de yapılan ikinci değişiklikle ise "her halükarda sivil şahısların askeri mahkemelerde yargılanmalarına son verildiğini" anlatan Başbuğ, "Olaylar, yasa değişikliğinin zamanlaması, yasa değişikliklerinden nasıl ve kimlerin faydalandığı, bu yasa değişikliklerinin Cemaat tarafından istenildiğini göstermektedir" ifadelerini kullandı.
"Çözüm, Zekeriya Öz'e gönderilen ihbar mektubunda bulundu"
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının, 7 Ağustos 2009'da bir karar alarak, suç yerinin Ankara olması nedeniyle "İrtica ile Mücadele Eylem Planı"yla "TSK'yı aşağılama ve hakaret suçu"na ilişkin soruşturmanın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmesini istediğini hatırlatan Başbuğ, şöyle konuştu:
"İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı iddia edilen planın birileri tarafından üretildiğini ve bunların amaçlarının ise TSK'ya bir komplo/kumpas kurulması olduğunu bir noktada kabul ediyordu. Komplocular, iddia ettikleri İrtica ile Mücadele Eylem Planı ile girdikleri çıkmazdan çok rahatsızlardı. Medyadaki rüzgar aleyhlerine dönmüştü. Çıkış yolu aradılar. Çözüm, 30 Eylül 2009 günü Savcı Zekeriya Öz'e gönderilen bir ihbar mektubunda bulundu. İhbarcı, mektuba göre bir subaydı. Olabilir, bizim içimizdeki hain subaylar olmasaydı bu komploların bu kadar başarılı olması mümkün değildi. İçimizde hala hainler var."
AA