"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hayata hayret, dikkat ve samimiyetle bakmalıyız

04 Ağustos 2024, Pazar
BU BAKIŞ, ŞABLONCU VE ÖNYARGILI YAKLAŞIMLARIN ESİRİ OLMAKTAN KURTARIR BİZİ. BU FARKLI BAKIŞ AÇILARI, HAYATIMIZI DAHA DA BİR ANLAMLI KILAR. KENDİMİZE, ÇEVREMİZE VE İNSANLIĞA ÇOK ŞEYLER KAZANDIRIR. KİMİ ZAMAN BİR KUL HAKKININ YENMESİNE, DOSTLUKLARIN YOK OLMASINA MANİ OLUR, KİMİ ZAMAN DA FELAKETLERİN ÖNÜNE GEÇİP, İNSANLIK İÇİN NİCE BAŞARILARIN YOLUNU AÇAR.

ADEM ÖZKAN - Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi

“GÜN, misafirinizdir. Hürmet edin ki, gidince iyiliğinizi söylesin.” Hasan Basrî

 İletişim Fakültesi öğrencileri ile yaptığımız ‘Hayatla İletişim’ sohbetleri…

***

Sessizlik, suskunluk, 

Kimi zaman feryat eden bir çığlık,

Kimi zaman masumane akan gözyaşları, 

Çakan bir şimşek, yeri göğü inleten bir gök gürültüsü,

Penceremizin camlarına buse gibi dokunan kar ve yağmur taneleri,

Resmigeçit elbiseleri giyip süslenen rengârenk bahar manzaraları,

Bazen bir imaj, bir bakış, bir duruş ve bir sembol… 

Aslında ne kadar çok şey anlatır, anlayabilene. Satırlara bile sığmaz da kitap bile olur anlatılmak istenen.

Hayat, biz farkında olsak da olmasak da; dakikalar saatleri, saatler günleri, günler geceleri, aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalar, yıllar ise koca bir ömrü hızla tüketmeye devam edip gider.

Kendi küçük dünyamızda ve etrafımızdaki büyük dünyada yaşananlar ve görüp geçtiğimiz ne varsa; bize bir şey söylemeden, bir mesaj vermeden sessizce mi akıp gider?  

İlgimizi ve algımızı ‘anlamak’ üzerine kurup, ‘ne mesaj veriyor’ inceliği ile hareket ettiğimizde; her şeyin bir sesi ve mesajı olduğunu ancak o zaman keşfederiz. ‘Görmek ve bakmak’ arasındaki inceliği de işte o zaman anlamış oluruz.  

Hayata hayret, dikkat ve samimiyetle baktığımızda; doğrunun bile, bir değil, ne kadar çok şekli ve çeşidi olabileceğine şahit oluruz. Bu bakış, şabloncu ve önyargılı yaklaşımların esiri olmaktan kurtarır bizi. Bu farklı bakış açıları, hayatımızı daha da bir anlamlı kılar. Kendimize, çevremize ve insanlığa çok şeyler kazandırır. Kimi zaman bir kul hakkının yenmesine, dostlukların yok olmasına mani olur, kimi zaman da felaketlerin önüne geçip, insanlık için nice başarıların yolunu açar. 

Hayatta çok küçük ‘ipuçlarının’ büyük gerçeklere ulaşmada, bize nasıl kılavuzluk ettiğini görmek şaşırtıcıdır. Adeta, kapalı kapıları açan bir anahtar gibidir. “Bin biliyorsan da bir bilene danış.” diyen atalarımız da işte bunu anlatır bize. Seni zengin yapacak bir hazine bulmuşsun, fakat kilitli. Sendeki bin anahtar o hazineyi açmaz ama bir başkasının sana uzatacağı o bir anahtar, hazineyi açar ve sen de onunla zengin olursun. 

İşte okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film, paylaşılan bir görsel, anne-babamızın bir öğüdü, derste hocamızın yapacağı bir yorum, en sıkıntılı anımızda kalbimizi okşayan güzel bir söz, ihtiyaç anında destek veren bir el, büyük ya da küçüklüğüne bakılmaksızın ruhumuza ve aklımıza yeni pencereler açar. Gönülden yapılan iyilik ve güzellikler hayatımızda daima unutulmaz izler bırakır. Bizi, fırtınalı bir denizden, sakin bir limana çıkaran deniz feneri gibi olur adeta. 

Gelen baharla birlikte her gün, her yer; bitmek ve usanmak bilmeyen yeni ve adeta büyüleyici sahne dekorlarıyla yenilenmekte. Gecesi ayrı, gündüzü bambaşka göz kamaştıran güzelliklerle arzı endam eylemekte. Kışın yağan karla beyaz kefenini giyen yeryüzü, yeniden bayramlık elbiselerine kavuşmanın büyük sevinci ile coşmakta. Ve daha neler, neler… 

Etrafımızda yaşanan bunca olağanüstü değişimi, akıl almaz güzellikleri, bize sunulan bunca ikramı, nasıl okumalı ve nasıl anlamalıyız? 

Bütün bunları anlayabilmek ve hayatla iletişim kurabilmek için, önce kendimizi tanıyarak işe başlamamız gerekmez mi?

Bir an için şöyle bir sahne düşünelim:

Gözlerimizi açtığımızda Büyük Okyanusun ortasında bir denizaltıda bulsak kendimizi. İlk defa farklı bir ortam ve o ana kadar hiçbirisini tanımadığımız yüzler. Biz, orada sanki hiçbir şey yokmuş ve işler yolundaymış gibi yola devam edip, önümüze getirilenleri yiyip içip keyif etmeye devam mı ederiz, yoksa önce hayati olan sorularımızın cevabını mı bulmaya çalışırız? 

Burada doğru olan düşünce ve davranış şekli ne olmalı?

Aklımız ve mantığımız ilk önce herhalde şu soruları soracaktır:  

• Ben kimim?

• Buraya nereden, nasıl geldim?

• Beni bu denizaltı gemisine kim bindirdi? 

• Burada ne için bulunuyorum?

• Çevremde bulunanlar kim ve ne?

• Ve şimdi buradan nereye gidiyorum?

Bu çetin soruların cevabını bulmadan ne yol alınır, ne de yol bulunur. Bu sorular, sırasıyla doğru olarak cevaplanmalı ki, ancak o zaman deniz yolculuğumuz rahat ve huzur içerisinde devam edebilsin. Aksi halde bilinmezliğin verdiği bu karanlıkla, yolculuğun her anı korku ve sıkıntılarla bir türlü geçmek bilmeyecektir.

Biz de bu örnekte olduğu gibi; uzayda saatte 108 bin km hızla giden bu dünya gemisindeki varlığımızı ve yolculuğumuzu da şimdi sorgulamaya başlayabiliriz: 

Ben, bir insanım. 

Taş değil, ağaç değil, kedi değil, kuş değilim… 

İnsan olmamı kim tercih etti? 

Kendim mi? Anne-babam mı?

Ay, güneş, yıldızlar mı? Kim? 

Hem ben nereden geldim? Nereye gidiyorum? Buradaki görevim nedir?

Bütün insanlık da var olduğu günden beri bu soruların cevabını arıyor. 

Biz de hem kendimiz, hem de insanlık adına aradığımızın kim olduğunu öncelikle aradığımıza soralım bakalım bize Kendisini nasıl tanıtıyor:

1- “Ben, Bir tekim.” 

“Eğer yeryüzünde Ben’den başka Yaratıcılar olsaydı, her şey alt üst olurdu.” 

Bir arabada iki şoför, bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki devlet başkanı nasıl olmazsa, bu evrende de iki yaratıcı ve sahip olamaz. İki başlılık, düzen ve sistem diye bir şey bırakmaz. Her şey alt üst olur.

2- “Herkes ve her şey Bana muhtaçtır. Ben ise hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değilim.”

Bir ülkede farklı sosyal gruplar, birbirine şu ya da bu şekilde ihtiyaç duyar. O ülkenin Devlet başkanı ise her şey emri altında olup, ona tabi olduğu için o, hiç kimseye muhtaç olmaz.

Yaratıcı da yarattığı hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin sahibi zaten kendisidir. 

3- “Ben, doğurmayan ve bir başkası tarafından doğurulmamış olanım. Bilip gördünüz ve hayal ettiğiniz hiçbir şeye benzemem.”

O, ezelî ve ebedîdir. Bir tren düşünelim; vagonları vardır. Bunların sayısı ihtiyaca göre artar veya azalır. Sayıları kaç olursa olsun, bunları çeken bir tek LOKOMOTİF vardır. Hiçbir vagona benzemez. Lokomotifi de çeken bir başka lokomotif olmaz ve olamaz. O, son ve tek olandır.

İlk evvel ve en sondur. Kendi varlığında, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayandır. 

4- “Hiçbir şey, Benim dengim ve benzerim değildir.” (İhlâs Sûresi)

Sanatkâr, yaptığı sanatın cinsinden değildir. Bilgisayarı ya da cep telefonunu yapan mühendis, yaptıklarından hiç birisine benzemez. 

İnsanın ilk aradığı ‘sahibim kim?’ sorusunun cevabını, aradığı Yüce Yaratıcı; insanla iletişim kurmak için gönderdiği kutsal ve evrensel kitabı Kur’an-ı Kerim’de bu şekilde açıklar. 

Kendi Sahibini bulan; aradığı ve sorduğu bütün sorularının cevabını da hiç şüphesiz ki, eksiksiz ve en güzel şekilde arayacak ve bulacaktır.

Bir padişah düşünelim: 

Büyük ve zengin bir ülkenin sahibi. Kendi şanına layık bir saray yaptırıyor. Bu sarayın bir başka benzeri hiçbir yerde yok. Sarayda kullanılan malzemeler, düzen ve sistem eşsiz bir şekilde yapılmış. Her şey, buraya davet edilecek misafirlerin rahat ve huzuru için planlanmış. Akıldan ve hayalden geçebilecek bütün özellikler mevcut. Her türlü ihtiyacın en güzel şekilde karşılanabileceği bir tasarıma sahip. Yani yok, yok.

Padişah, davet ettiği misafirlerinin her türlü sorularına cevap olacak şekilde, saraydaki her şeyi en ince ayrıntılarına kadar anlatan bir tanıtım kitabı hazırlar. Bu sarayı ve kitabı da en güzel şekilde anlatacak bir rehber seçer. Hayranlıkla sarayı gezen misafirlere, her şey ve her çeşit soruları için cevaplar verilir. Misafirliğin bütün kuralları anlatılır. Davetlilerin herhangi bir yanlış iş yapmaması ve cezaya çarptırılmaması için de göremeyecekleri yerlere gizli kameralar ve görevliler yerleştirilir. 

Rehber, Padişahın emri ve izni ile misafirlere şaşırtıcı ve çok daha önemli bir şey söyler: Bu sarayda gelip geçici misafir olduklarını, sarayın kurallarına uyanlar için bu saraydan daha mükemmel bir yere gönderileceklerini ve orada sonsuza kadar kalacaklarını, padişahla da yüz yüze rahatça görüşebileceklerini güzelce açıklar. 

Şimdi bu örneklemede anlatılanları gerçeğiyle karşılaştıralım:

Bizi bu evrende, dünya denilen muhteşem sarayında misafir eden bir Yaratıcı var. İnsanı kendi iradesi ve gücü ve haberi olmadan, bir damla sudan akıl almaz özelliklerde yaratmış. Onu, evrende hiçbir gezegende olmayan güzelliklerle dolu DÜNYA SARAYINA misafir etmiş. 

Evrenin ve Dünya sarayının akıllara durgunluk veren bütün sırlarının anlatıldığı kutsal bir Kitap göndermiş. Bu kitabın adı: Kur’ân-ı Kerim. 114 sure ve 6666 ayetten ibaret. Bu kitabı da kâinat kitabını da en iyi ve en güzel şekilde anlayıp anlatacak seçkin bir Peygamber görevlendirmiş.

Seçilmişlerin en mükemmeli olan bu Peygamber de Hz. Muhammed Mustafa’dır (asm). O, bu sarayda misafir olmanın bütün inceliklerini, sorumluluklarını; kimi zaman sözleriyle, kimi zaman da yaşayıp örnek olarak ortaya koymuş. Dünya sarayında, misafirliklerine saray sahibinin istediği gibi riayet edenleri, ebedi olarak kalacakları cennetle müjdelemiş. 

Peygamber, bu dünyada insana bir irade verildiğini, bununla yapıp ettiklerinden insanın sorumlu olacağını, yapacağı her iyilik ve kötülüğünü yazıp gözetleyen melekler olduğunu, alınan bu kayıtların ahirette bir hesap gününde açılacağını, herkesin ona göre çok dikkatli olması gerektiğini belirtmiş.

Dünyamızda bile her yerin kurallarına uyanların bir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmadığı bir gerçek. Kuralları tanımayıp, kurulan sistemi alt üst edenlere gereken cezaların verildiği de ayrı hukuki bir gerçeklik. Sonuçta ne iyilik, ne de kötülük karşılıksız kalmayacaktır ve adalet için de kalmamalıdır.

Dünyaya misafir olarak yaratıcısını ve sahibini tanımak, Onun emir ve yasaklarına uymak için gönderilen insan, buradaki misafirliğinin sonucuna uygun olarak, başka ebedi ve sonsuz bir âlemde karşılığını da ebedi olarak alacaktır. İyiler, iyilikleriyle cennete giderken, kötüler de kötülükleriyle beraber layık oldukları mekâna gönderilecektir. 

Hayatta; görüp, duyup, yaşadıklarımız aslında bize bir mesaj veriyor. Anlamak, anlamlandırmak ve ona göre güzelce yaşamak. Mukadder sona hazırlıklı gitmek. İşte “Hayatla İletişim” okumaları da bunun için gerekli. Ta ki, bu uzun yolda yolumuzu kaybetmeyelim. Gerçek menzilimize ağlayarak değil, gülerek ve koşarak gidelim.

(Zafer Dergisi, Haziran 2024 sayısından alınmıştır.)

Okunma Sayısı: 1717
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı