Görüş |
Mükemmellik
Cennetteki bahçelerde yalnız, Eksik bulamaz ararsa insan. Her türlü kemâlde bir kusûr var; Hakk, âlem-i kevni kıldı noksan…
Cenâb-ı Hâlık dünyâyı böyle yaratmış: “nekàisten müberrâ olmak, cinân-ı Cennetin mahsûsâtından ve her kemâle bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ve fesâdın mukteziyâtından olmakla”[RNK – Tulûât] burada her şeyin mükemmelini aramak abestir. Allâhu Teâlâ’nın zât, sıfât ve esmâsının dışında takdîse lâyık kusûrsuzluk bulunamaz. Gelin görün ki, insanoğlunun mayasında kemâle karşı fıtrî bir meyil vardır. Her sevdiğine önce hayâlî bir kemâl, vehmî bir bekà, farazî bir münezzehiyet verir; öyle sever. Kalb, Allâhu Teâlâyı sevmek ve perestiş etmek kabiliyetinde yaratıldığından, bu isti’dâdına lâyık mahbûblar ister. Cemâlinde, kemâlinde, devâmında bir eksiklik olması hâlinde onları istemez. İçinde barındırmaya bir arzû, bir şevk bulamaz. Hakîkat mesleğini öğrenenler için şaşırtıcı olmayan bu durum, kâinâta âşıkane bakanların her zaman hayâl kırıklığına uğramasına sebep olur. Kısmetlerine her sevgiden bir yara, her ayrılıktan bir darbe, her ümîdden bir ye’s düşer. Ne yazık ki, insanların büyük bir ekseriyeti bu durumdadır. Veyâ tersinden söylemek daha şümûllü bir ta’rîf olur; çok çok az bir kısım insan, bu gerçeğin farkındadır. Beşer elinden çıkan eserlerde aranan mükemmellik, ancak insânî ölçülere uygun olabilmektedir. Onların, İlâhî san’atla isim benzerliğinden başka bir müşâhabeti bulunmaz. En kemâl noktada taklîd edilmiş bile olsa, yine aslına nazaran nâkıstır. Bir çiçeğin tasvîri şekil, renk ve koku bakımından birebir tecessüm ettirilebilse de aslındaki canlılık ve maddesindeki hayât-memât safhasının taklîdi mümkün olamaz. Bir kuşun ötüşündeki sesler çok mûsıkî üstâdını hayrân etmiştir. İnsan hançeresinin inkişâfı hâlinde gösterdiği ses mahâreti, ne kadar eşsizdir! Beşerin elinde bulunan yüzlerce müzik âletine rağmen, o seslerin aynen icrâsı kabil değildir. Kâinâttaki nağamâtın herhangi bir orkestra ile sahneye konması imkân hâricidir. Bu kâinâtın kabiliyet sınırları içinde yaratılmış en mükemmel ve san’atlı mahlûk, şüphesiz ki, insan nev’îdir. Öyle bir fevkal’âde plan ve programla, öyle hârika cihâzlar ve âletlerle donatılmıştır ki, şu âlem-i imkânda ondan daha kâmiline rastlanamamaktadır. İnsanoğlunun bu benzersizliği, üzerinde nakışları görünen İlâhî isimlerden, onların eşsizliği ve güzelliğinden ileri gelmektedir. Ama beşer nev’înin, kendisinden beklenen cemâl ve kemâli hakkıyla yansıtabilmesi için gönül aynasının tertemiz olması gerekmektedir. Güneşe karşı tutulan aynanın, lekelerden sâlim olması nisbetinde güneşin aksini lâyıkıyla gösterebileceği gibi… Bu da inanç, niyet, samîmiyet, a’zamî ölçüde İlâhî emirlere riâyetle olabilir. Her işde olduğu gibi, bu konuda da âlim bir öğretmene, mâhir bir uygulayıcıya, zâhir bir örneğe ihtiyâç vardır. Kâinâtı tasavvur edip Yaratan ve ondaki her varlıkta tasarruf eden Kadîr-i Mutlak, istediği ve râzı olduğu hâl ve hareketleri bu örnek insanda toplamıştır. Bu muallime bütün arzûlarını en ince teferruâtına kadar bildirmiştir. Bu büyük ustabaşına fabrikasının çalışma tarzını, en makbûl ürünün elde edilme şeklini öğretmiştir. Bugüne kadar insanlık târîhinin şâhidlik ettiği, bu hâllerin hepsini kendisinde toplayan tek bir insan vardır: Hz. Muhammed Mustafâ (asm)! San’atkâr-ı Âlem’in en mükemmel eseri olan bu Zât’ı tanımak, anlamak ve ona her davranışında uymak kendini insan sayan her varlığa borçtur! Gerçek kemâl ve cemâl ancak onun gittiği yoldadır. Sâni’in memnûniyetini celbetmek bu modele uygunluğu nisbetinde olabilir. Çünkü o, Kur’ân-ı Kerîm’i imtisâl etmiş; Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmıştır. Şu hâlde mükemmelliği arayan, önce kendini tekmîl etmelidir. Bunun yolu da Hz. Peygamber’i (asm) iyi tanımaktan, fikir ve yaşayışını öğrenip uygulamaktan geçmektedir. Ona benzeyebildiği ölçüde kâmil olacaktır. Ona uyabildiği nisbette şâheser rütbesine çıkacaktır. Onunla aynîleşebildiği zaman Hakk’ın yaratış gàyesine ulaşacaktır. İnsanoğlunun son hedefi ve yükselebileceği son mertebe, o tek nümûne-i imtisâl Zât’a (asm) benzemek ve Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan, örnekleri belirtilen ahlâkla donanmaktır.
EKREM KILIÇ |
24.09.2010 |
Barla, Kastamonu, İnebolu
Barla ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risâle-i Nur Külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, millet-i İslâmiyenin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ândan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulû ettiği yerdir. Risâle-i Nur Külliyatında Tarihçe-i Hayatın Barla kısmında ki bu satırları okuya okuya ezberimize aldık. Üstadımızın sekiz sene kalarak Risâle-i Nur Külliyatını ekser kısmının yazıldığı bu mübarek beldeye ilk gelişimiz 1968’lerde olmuştu. O zamanlar Barla bu kadar gelişmemişti. Çam Dağının yolu müsait olmadığından oraya gidişimiz ancak ormanların içinden bilen kimselerin rehberliğinde olmuştu. Dört saati aşkın bir yolculuktan sonra Çam Dağına varabilmiştik. Ondan sonraki zamanlarda yol çıkmaya müsait hale gelince artık vasıtalarla gidilmesi çok kolay olmuştu. Şimdi ise yeni belediye başkanı parke döşeyerek yolu daha da güzelleştirmekte. Her sezon sonunda okuma programı için kız talebelerimizle Mayıs sonu veya Haziran başlarında mutlaka tesislerimize gelir, bir hafta okuma programı yaparız. Bu yıl da yine İzmir den 40’a yakın kız talebemiz ve Türkiye’nin muhtelif yerlerinden Denizli başta olmak üzere 50 talebemizle program yapmıştık. Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da 20-30 Temmuz arası Mehmet Kutlular Ağabeyin okuma programına katıldık. Gayet disiplinli bir şekilde öğleden önce iki saatlik program ve akşamları yine bir buçuk saatlik programda zaman zaman Abdülmalik Atom kardeşimizin heyecanlı haliyle yaptığı dersler, zaman zaman Kutlular Ağabeyin izahları ve kendinin de ders yapması katılanlara hem imanî hususlarda, hem de meslek ve meşrebimizi ilgilendiren ve hassasiyetini kolay anlayamayacağımız mevzularda tatmin olarak on günümüzü tamamladık. Öğleden sonra serbest zamanlarımızda ise Çam Dağını ziyaret ederek, Eğirdir’de manzarası muhteşem olan yörük çadırlarında veya İslâmköy ve Atabey gibi yerlere ziyaretlerimizle ve Üstad Hazretlerinin Barla denizi dediği Eğirdir Gölü kıyılarında denize girerek geçirdik. Barla’dan ayrılış hüzünlü olsa da tekrar hizmetlerimizle meşgul olmak için ayrılmak zorundaydık. Barla neresi İnebolu neresi. Çok uzun bir mesafe olmasına rağmen orada bulunan bir kız talebemizin abisinin düğününe samimî olarak dâvet edildiğimiz için gitme kararı aldık. Ve Barla’dan Çay, Bolvadin, Emirdağ yoluyla Ankara’dan geçerek Ilgaz Dağlarının muhteşem görüntülerini tefekkür ederek ve Cenâb-ı Hakkın san'at eserlerini birbirimize göstererek Kastamonu’ya vardık. İlk olarak geldiğim bu şehre girerken Mehmet Feyzi Ağabey, çaycı Emin Bey gibi Nurun kahramanlarını hatırlamamak olmaz. Kastamonu temsilcimiz ve kadim dostumuz İbrahim Vapur bizi karşılayarak önce Kastamonu’nun meşhur, (Konya’nınkine benzemeyen) gayet lezzetli etli ekmeğinden ikram etti. Daha sonra Üstadımızın polis karakolu karşısında ki medresesini, ziyaret ederek Mehmet Feyzi Pamukçu Ağabeyimizin kabrine gittik M. Feyzi Ağabeyin mezar taşında ise hiç görmediğim şu ibareler var: (Bir zaman hubbî idi, Bir zaman cübbî idi Bir zaman sükutî idi Şimdi de turabî oldu Ruhu için el Fatiha) Allah mekânını Cennet etsin ve Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin türbesini de ziyaret edip aziz ruhlarına Fatihalar okuduktan sonra Kastamonu kalesine giderek İbrahim Vapur kardeşimizin detaylı bir şekilde anlattığı Üstadın Kastamonu hayatına ait olan kısımları ve hatıraları zevkle dinledik. Nasrullah Camii ve Yeni Asya Büromuzu da ziyaretten sonra İnebolu’ya hareket ettik. Henüz İnebolu’ya varmadan üç kilometre beride düğün için çağrıldığımız Taşoluk’a geldik. Bizi karşılayan—Bizi diyorum çünkü eşim ve dört kız talebemiz hem Barla’da, hem İnebolu seyahatimizde beraberdik— talebe kızımız ve anne babasıyla görüşmemizden sonra Cuma günü yapılan umumî derse katılmak için İnebolu’ya geçtik. İnebolu’da kalabalık bir topluluk ile sıcak bir yaz akşamında dersimizi yapıp çayımızı içerken beni heyecanlandıran bir isim listesi masama konuldu isimlere baktığımda Üstadımızla birlikte hapis yatan İnebolu kahramanlarının adları yazılmıştı. Kâğıdın alt tarafında ise hizmet ehli kardeşlerimizin isimleri vardı. Listenin fotokopi olarak bana verilmesini istedim. Ertesi gün hem liste, hem de Ziya Mırmır Ağabeyin nurdan hatıralar kitapçığı tekrar Rasim Bey’in yorgancı dükkânına geldi. Rasim Bey’in yorgancı dükkânı uğrak yeri olduğu için irtibat ekseriya oradan oluyor. Diğer İnebolu hizmet erbabının da isimleri olan listeden sadece hapiste Üstadla birlikte kalan ağabeylerin isimlerini duâya vesile olur düşüncesiyle buraya alıyorum. Ahmet Nazif Çelebi, Selahattin Çelebi, Ziya Dilek, İbrahim Fakazlı, İbrahim Mırmır, Ömer Gedikoğlu, Zühtü İşeri, Hüseyin Kuru, Ahmet Köroğlu, İzzet Turgut, Halil Enercan ve Mustafa Yelkenci hepsinden Allah razı olsun. Geç vakit dersten geriye dönerken İnebolu’nun deniz kenarındaki meşhur çay bahçelerinde dondurmamızı yedik. Ertesi günü İnebolu seyahatimiz ahirete intikal eden Nur Talebelerinin kabirlerini ziyaretle başladı. Merhum Ahmet Nazif Çelebi’nin mezar taşında şunları okumaktayız: ‘Ben yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’ân’cı Risâle-i Nur’un bir hadimiyim.’ ‘Has Nur Şakirdi A. Nazif Çelebi Ruhuna Fatiha D: 1307 Ö: 1964’ Selahattin Çelebi’nin mezar taşında ise ‘Risâle-i Nur hakikattir Ayât-ı Kur’âniye den tereşşuh eden bir Nurdur’ ve ilâve olarak diğer taşında da (Hasların hayatı Risâle-i Nura aittir.) Bediüzzaman Said Nursî ibaresini görmekteyiz. İbrahim Fakazlı'nın (Üstadın tabiriyle küçük İbrahim) mezartaşında ise "âlemin aldanma hiç alaiş ve ikbaline" yazılarını ibretle okumaktayız. İnebolu’da ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra ertesi gün Kastamonu yoluyla İzmit’e oradan da Karamürsel’de yine eski bir dostumuz Ali Meçoğlu ile hizmetlerden ve seyahatlerimizden bahsederek Bursa yoluyla İzmir’e hizmetimizin başına döndük. Peygamber Efendimizin (asm) “Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz” sözünün de her tavsiyesi gibi ne kadar isabetli olduğunu bir defa daha anlamış olduk.
HASAN ŞEN |
24.09.2010 |