Görüş |
Kendimizi sorgulama zamanı
Cazibesine kapılıp bir türlü ayrılmak istemediğimiz dünya misafirhanesinden istemediğimiz ve beklemediğimiz bir anda ayrılmak zorunda kalıyoruz. Ana ramine düşen cismimiz, orada bilemediğimiz bir dünyada yaşıyor. Tam alışamadan gelen emirle başka bir âleme, dünya denilen ikinci misafirliğimize ağlayarak merhaba diyoruz. Bu dünya çok farklı bir misafirhane, insanların mal mülk edindiği, hak ve hukuk tanımadan bir diğerinin hak ve hukukuna el uzatıldığı bir dünya. Doymak bilmeyen nefsimiz, istek ve arzularımız sınır tanımıyor. Dinî vecibelerimizi unutup, ebedî kalacağımızı düşünüp girdiğimiz bir dünya. Haram ve helâl ayrımı yapmadan “ne bulduksa bizim” anlayışı ile geçen bir ömür. Yemek ve içmek için geldiğimizi sandığımız garip bir dünya. Bazıları bu misafirhanede mutluluğu, huzur ve güveni yemek, içmek, gezmek, eğlenmek, mal mülk sahibi olmak, şan şöhret ve makam sahibi olup nefsini tatmin etmek diye düşünür. Bir diğeri ise “Bu dünyaya neden gönderildim? Ne için gönderildim? Nereye gideceğim?” diye düşünüp fıtratına uygun yaşamaya çalışır. Düşününce bir rehber arar. Aradığı rehberi Kur’ân’da bulur. Onu bize tanıtan Hz. Resulullah’a (asm) uyar. Onun yaşadığı gibi yaşamaya, onun dünyaya verdiği değer kadar değer vermeye çalışır. Mutluluğu bu yolda arar ve de bulur. Hz. Adem’den (as) bu yana gelen peygamberler ona tabi olan veliler ve âlimler bu dünyaya ahiretin tarlası olarak bakmışlar. Padişahlar bile göçüp gittiler. Geçici ömür ile ebedî ömrün kıyaslanması yapılabilir mi? Bizlere verilen her bir uzvumuz, verenin emri doğrultusunda çalıştırılmadığı takdirde hem dünyada hem de ahirette zarar etmez miyiz? İnsanoğlu, hisleri ve hayalleriyle kabına sığmayıp, dünyaya hükmetmeye çalışıyor. Mümkün mü? O halde bizim olmayan, bize emanet olarak ikram edilenlere güvenmek akıllı kişinin önceliklerinden olabilir mi? Hz. Peygamberimiz’den (asm) bu yana İslâm şeairi ezan-ı Muhammedî minarelerden okunur. Ne söyler müezzin? Kime seslenir caminin imamı? Elbette Müslümanlara. Okunan Ezan-ı Muhammedîyenin lâhuti sesleri bizleri hiç mi etkilemiyor? Ezan vakti müezzin ezan okurken; bizler ilgisiz kalabilir miyiz? Kendimizi sorgulama zamanı gelmedi mi? Ne zaman ezanlara ve Kur’ân’a kulak vereceğiz? Dünyanın ‘iş’i biter mi? Bir gün Azrail (as) gelip selâm, görevini yapmaya çalışırken mi uyanacağız? O zaman uyanmanın da faydası olmayacak. İslâm diyarında dünyaya gelmişiz. Müslüman oluşumuz başlı başına bir nimettir. Müslüman olmanın da elbette bir mükellefiyetleri var. İmandan sonra en büyük hakikat olan namaza, namaza dâvet olan ezana saygı göstermek kâmil bir imanın en önemli şartlarından biridir. Namaz kılmak zor değil. “İşim var” gibi mazeretler inandırıcı olamaz. Geçici dünya işleri yanında eğer Allah’ın bize farz kıldığı beş vakit namaz için bir saat zaman ayıramıyorsak, vay halimize. Üç ayların içindeyiz, Ramazan’a az bir zaman kaldı. Kendimizi hesap günü gelmeden bir kez olsun akşam yatağa girince hesaba çeksek nasıl olur acaba?
ABDULLAH UZUN |
14.07.2010 |
Geçmişe doğru ters, düz
Oysa iki yıl önce “Derkenar” dergisinin kapısına iğreti çizen, perspektifi oturmamış, ama çalışırsa çizgisi gelişebilecek ürkek, tırsak, çekingen bir amatör olarak geldiğimde ne hayallerim vardı sevgili Kemal Emre... Ben karşında ecel terleri dökerken, tir tir titrerken sen umursamaz, iplemez bir tavırla ‘’İyi. Hadi çalışmaya başla’’ diyecektin. Hemen dört elle sarılacaktım işe. Gözüne gireyim de bir ‘’aferin’’ duyayım diye arı gibi çalışacak, çalışmasam bile en azından iş yapıyor gibi gözükecektim. Ama sen de zamanında bu yollardan geçtiğin için çalışmadığımı anlayacak, yine ses çıkarmayacaktın. Sen gelmeden önce masanı silmedim diye beni azarlayacaktın. İçimden sana kıza kıza silecektim masanı. Her şeye rağmen sırıtacaktım yüzüne. Sonra gidip köşemde yazımı yazacaktım. Ama Baykal hakkında bir türlü yazı yazamayacaktım. (Aslında o konuda hiçbir zaman tam bilgim olmadı, sen de biliyorsun) ben silip yazmaktan bi hallere bürünürken, sen birden odaya girip, bir çırpıda beni kaldırıp, kendin yazmaya koyulacaktın. ‘’Bak kardeşim! Böyle yazı yazılır’’ deyip süper bir yazı yazıp, gidecektin. Bense arkandan aval aval bakacaktım. Öğleden sonra beni odana çağırıp ‘’Ne yapıyorsun?’’ diye soracaktın. ‘’Abi yazı yazıyorum’’ diyecektim ben de. Sen ‘’Bırak şimdi yazmayı, al şu anahtarları git benim arabayı yıka’’ diyecektin. Kovayı hortumu kapıp, sevinçle arabaya doğru yaylanacaktım. Arabanı sanki 40 yıllık yıkanmamış çöplük olarak görecektim. Torpidoda bulduğum Neşet Ertaş kasetini koyacaktım teybe. Kendimi, müziğin de verdiği gazla sanki kendi arabamı yıkıyormuş gibi hissedecek, dışarıda bakanlarda öyle hissettiğini düşünerek, inceden gurur duyacaktım. Odana ara sıra misafirlerin gelecekti, beni sanki hizmetçinmişim gibi odaya çağırıp neskayfe isteyecektin, getirdiğimde yanındaki misafir ‘’Yavu Kemal senin çalışanlarında pek hamaratmış’’ diye bana takılacak, sen de ‘’mehe, heme’’ diyerek geçiştirecektin. Sonra misafire ‘’şu herife yüz verip beni yüz göz etme, ben bunları bilirim, azıcık yüz verirsen tepene çıkarlar’’ dercesine bakacaktın. Ekonomik kriz var ayağına yatıp bizim birikmiş mangırların üzerine yatıp 2 ay geç verecektin, bense her gün evde çoluk çocuk ekmek bekliyor diye veryansın edecektim, ama sen hiç oralı olmayacaktın. Ara sıra Taha bana; ‘’Sen patronun hizmetçisi misin?’’ diye takılacaktı bense ‘’Yok daha neler! Adam şurada kaç kişiyi doyuruyor, arabasını yıkayıp, çoluk çocuğunu parka götürmek çok iş mi?’’ diye üstelemeye çalışacaktım. Bazen olmadık espriler yapardın, o kadar kötüydüler ki gıdıklasaydın gülünmeyecek cinsten işte, sırf saygıdan olmadık kahkahalar atardım. Şu anki vaziyete bakıyorum da sen de sonunda iflâs ettin. İkimiz de gazete kupürlerine bakıp ekmek arıyoruz. Nedense ikimizi de alan yok. Demek ki Kemal, daha çok gazete okuyacağız, hem bu sayede belki cumhuriyetimizin istediği muasır medeniyetler seviyesine ulaşabiliriz, ne dersin?
ÇETİN KASKA |
14.07.2010 |
Ebediyyet arzûsu
Dünyâmızı sâbit gibi gördük, kandık. Eyvâh bize, eyvâh! Ne kadar aldandık! Bir anda söner ömrümüzün şu’lesi, ya; Hiç sönmeyecek tâ be-kıyâmet sandık...
İnsanoğlunun dünyâya gönderilişinden bugüne kadar geçen süre içinde geçirdiği safhaların büyük bir bölümü bilinmezlik perdesi altındadır. Son asırda gelişen teknik imkânlardan istifâde ile bulunan fosillerin, insan kemiklerinin, âdemoğlunun elinden çıkmış eserlerin yaşı hakkında sıhhatli bilgiler edinilmeye başlanmıştır. Yer küresinin yaratılması ile ilk insanın arza ayak basması arasındaki uzun süre, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in yaratılması konusunda Cenâb-ı Hakk ile melekler arasında geçen mükâlemedeki hâle mutâbakat göstermektedir. Gaz ve alev hâlinden bir insanın yaşayabileceği durumuna gelinceye kadar arzın geçirdiği müddet, insanın zaman ölçüsüne göre, kim bilir, kaç milyar yıldır… Beşerin hayât mâcerâsını hakîkatı ile bilmek ancak âhiret âlemlerinde nasîb olabilecektir. Yaradılışındaki gàyenin ne olduğunu anlamak istemeyen kişi, hemen bu sözünü ettiğimiz müddetin uzunluğuna bakarak, yeryüzünün ömrü ile birlikte kendi hayâtının sonsuzluğunu tevehhüm etmektedir. Böyle basit bir aldatmacaya râzı olmanın akılla bir ilgisi bulunmadığı mâlûmdur. Çünki, arz bilmem kaç milyar yaşında olmasına rağmen, birkaç asırdır yaşayan bir insana rastlamak mümkün olmamıştır. Demek, insanın beşiği, evi ve gemisi olan dünyâ hayli uzun ömürlü olsa bile; bunu benî-Âdem için söylemek imkânsızdır. Maddî yapısının bu kısa zamanla sınırlı olması yanında, insanoğlunun mânevî yapısı sonsuza göre ayarlanmıştır. Yine bugünkü ilmî buluşların ışığında, beyin hücrelerinin sayısı ile bunların bir ömür içindeki kullanış oranları göz önüne alındığında, beynin ebedî bir âlem için planlandığı anlaşılmaktadır. Buna dîğer mânevî cihâzları ve duyguları kıyasladığımızda şu kısa ömürlü varlığın, ebed için yaratıldığı gün gibi ortaya çıkar. Basît bir ihtimâli nazara alarak gelecek belâlardan sakınmakta mâhir olan insanoğlunun, böyle neredeyse yüzde yüz muhtemel olduğu ap-açık olan bir beka namzedliği karşısında, kendine düşeni yapmak konusunda gösterdiği ihmâli yadırgamamak elde değil! Oysa ki, böyle bir istikbâle hazırlık için istenen mükellefiyetler pek de zor ve ağır değildir. Mes’ûliyyetine uygun şekilde ömür geçirmekle kaybedilecek herhangi bir şey yoktur. Kazanç ise kat’îdir; peşînen gelen bir râhatlık ve huzûr vardır. Çevreye ve canlı-cansız alâkadâr olduğu varlıklara gösterilecek şefkat, sevgi, saygı, dîğergamlık; sulh, sükûnet içinde bir hayâtın garantisidir. Komşuluk, dostluk, akrabâlık, hemşehrîlik gibi pek çok vesîlelerle yardımlaşma, dayanışma ve emniyyet içinde yaşanan hayâttan daha güzeli düşünülebilir mi? Bütün insânî değerler, ancak böyle bir inanç çerçevesi içinde yeşermektedir. İnsanın maddî yapısını meydana getiren nebâtî ve hayvânî yönlerine galebe çalacak kuvvet, ancak insânî seciyelerdedir. Bütün bunlar da dînî emirlerin içinde yer almaktadır. Tâ ilk yaradılıştan insanlara saâdetin yollarını bildiren Cenâb-ı Hâlık-ı Hakîm, böylece yarattığı mahlûkàtın en eşrefi olan Âdem’in (as) çocuklarına azîm rahmet ve şefkatini göstermiştir. Dikkat edilirse, insandaki ebediyyet arzûsunu doyuracak hiçbir maddî varlığın bulunmadığı sezilecektir. Çünkü, insana ne verirseniz veriniz, bekası olmadığı için, onun hissiyyâtını tatmîn etmemektedir. Dünyâyı yutsa tok olmayacak bu duyguların madde ile doyurulması kabil değildir. Bugüne kadar doyan bir şahsa da rastlanmamıştır. Mânevî âlemlere dalmış nice bahtiyâr insan sayılabilir ki, dünyâlığı bir avuçtan ibârettir; ama mes’ûddur. Demek, mâneviyyâtın maddiyyât ile doldurulması mümkün değildir… Aynı cinsten olmayanların matematikte toplanıp çıkarılamayacağı, çarpılıp bölünemeyeceği gibi; her iki vecih birbiriyle eşitlenmeyecek değerlerden meydana gelmektedir.
İnsan bu mu? Et, kan ve kemikden; İsyân ile ma’yûb olan insan... Dünyâyı yiyip – yutsa tok olmaz; Bir mikroba mağlûb olan insan...
EKREM KILIÇ [email protected] |
14.07.2010 |