Güncel |
Gazze’ye yardım durmamalı |
Mavi Marmara gemisinde yer alan aktivistlerden Halit Çay'ın anlattıkları, kendi gördükleri ve yaşadıkları. Kalabalık olduklarından diğer yaşananlara şahit olmadığını söylüyor. Özellikle geminin arka kısmında olanları gördüğünü, ön kısmında yaşananlara şahit olmadığını ifade ediyor. Şimdi gelin, yaşananları, bir kez de onun ağzından dinleyelim: Öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
1963 doğumluyum. Yozgatlıyım. İki kız çocuk babasıyım. İstanbul’da ikamet ediyorum. Emekliyim.
Mavi Marmara gemisinde olmanızı gerektiren gaye-amaç neydi?
Ben daha önce de konvoya katılmıştım. Gönlüm Gazzeli kardeşlerimle. İnsanların acılarını paylaşmak, onlarla hemhal olmak, Allah’ın rızasını gözetmektir. Bir de benim Gazze’de bakımlarını üstlendiğim, ailesi olduğum iki tane yetim çocuklarım var. Ayeh (10) ve Selahattin (9). Onlara hediyeler almıştık. Onları verip çocukları görmek istiyordum. Ama nasip olmadı.
Gemiye katılımınız nasıl oldu?
Benim gibi binlerce kişi müracaat etmiş. Hepimiz gitmeyi çok istiyorduk. Perşembe günü aradım “Liste doldu gelemiyorsun” dendi. Cuma günü namazda birtek dua ettim, duam şuydu: “Allah’ım ben Gazze’ye gitmeyi çok istiyorum. Ama % 1 ihtimalim var. Bunu % 100 yapacak olan güç sensin. Sen nasip et gitmeyi” dedim. Başka bir dua etmedim. Duanın kabul olduğu ana denk geldi sanırım ki Cumartesi telefon geldi bana. İkindiden sonraydı. “Acil hazırlan tayfa olarak gelebilirsin” dendi. Çok sevindim. Gemiye İstanbul’dan katıldım.
Ailenizin gitmeniz konusunda düşünceleri neydi? Sizi desteklediler mi?
Olumluydu ailem “Tabi git. Allah ne takdir etmişse o olacak”dediler. Ben şehit olmak niyetiyle gittim. Vasiyetimi bile hazırladım. Ailemle helâlleştik. Birçok arkadaş da böyle yapmış. Yola gidenin halini Allah billir. Gitmek var dönmek olmayabilir.
İsrail askerlerinin gemiye saldırı olayı nasıl gelişti. Anlatır mısınız?
Gemi kültür gemisiydi, resmen. Her dilden, ülkeden, dinden insan toplandık ve ilâhiler okuduk, türküler vardı, sohbet vardı. Ve herkes dinliyordu. Hocamız “Ey eshabı sefine (gemi eshabı)” deyince herkes ağladı, duygulandık. Güzel anlar geçirdik. O akşam yani saldırının olacağı Pazar gecesi uyumadık. Ben makine dairesinde görevliydim. Nöbetim vardı. 22:00 sularında kaptan anons yaptı “küçük, büyük herkes can yeleklerini giysin “dedi. Gece 24:00 sularında bizim dış dünyayla olan irtibatlarımızı, bağlantılarımızı kesmeye başladılar. Artık gemileri de seçilebiliyordu. Takipteydiler. Sabaha karşı 03:50’de namaz kıldım. Botların üstümüze geldiği söylendi. Ben 11 tane saydım. Üç koldan geliyorlardı. Üç büyük savaş gemisi ve 1-2 hücum bot vardı. Kaptan da geminin altında 2 tane denizaltı olduğunu gördü. Donanma vardı karşımızda. Saat 04:00’te gemiyle aynı hizaya geldiler. Gemiye kanca attılar çıkarma yapmak için ve duralım diye. Biz yol alıyorduk çünkü. Bizimkiler halatları kesiyorlardı tekbir getirerek. Bir arkadaşımız bilyelerle savunuyordu. Biz sadece konserve kutuları ve soda şişeleriyle savunduk kendimizi. Bu askerler İsrail’in 13. Komando birliğiymiş. Eğitilmiş SAT komandolarıydı. O nedenle gemiyi 15 dakika içinde alabileceklerini hesaplamışlar. Ama bizim konserve kutuları ve soda şişelerine yenik düştüler. Gemiye denizden 1 saat sonra girebildiler. Helikopterle indirme yaptılar. İki helikopter vardı birinden asker indiriyorlar diğerinden ateş ediyorlardı. İlk inenler üç kişiydi esir alındılar. Çok korktular, ağladılar. Onlar gibi onlara davranacağımızı sandılar. O sırada biz geminin birinci katındaydık. Talimata göre yukarı çıkmamamız gerekiyordu. Maskemiz de yoktu. Silâh namına da hiçbir şey yoktu. Ben ön güverteye çıktığımda müthiş bir ses vardı. Kulağımın zarı patladı sandım. Ses bombasıymış attıkları. Sonra gaz bombası atıldı. Maskesi olan arkadaşlar “Siz içeri gidin” dediler. “Ama sancakta, arkada kimse yok” dedik. Bir yerde toplanmışlardı. Diğer tarafları koruyan yoktu. O arada arkadaşlarımız tazyikli su sıktılar. Bir arkadaşımız göğsünden vuruldu. Bir ah deyip bir “Allah” diyerek şehid oldu. Saat 05:20'de Bülent abi anons yaptı “Çok kayıbımız var, geri çekiliyoruz” diye. Bizim bulunduğumuz kata geldiler. Şehitler verilmiş, olay bitmişti. Askerler gemiye girdiler. Hareket eden herşeye, en ufak sese ateş ediyorlardı.
Sizin tavrınız ne oldu, siz ne hissettiniz?
Ben sadece bir iki şişe atabildim. O an cesaret veriyor Allah. Ben şimdi düşünüyorum “Ya nasıl davranmışız, neler yaşamışız” diyorum şaşırıyorum. Onlar çok korkaklar. Gerçek sonlarının ne olduğunu kitaplarından da biliyorlar. Ne kadar geciktiririzin derdindeler. Aklıma o an Çanakkale şehitlerimizden Seyit Onbaşı geldi. “O kadar ağır mermiyi nasıl kaldırdı” derdim. O an bunu anladım. Böyle bir durumda Allah kaldırtıyormuş. O mermiyi kaldıran güç buymuş. Kulaklarımızın hizasından kurşunlar geçiyormuş. Ben kendi kendime “arılar mı var bu ses ne “ dedim. Sonra düşündüm denizde arıların ne işi var. Öğrendim ki kurşunlarmış onlar. Sonra “Ellerinizi başınızın üstüne koyun” diye söylediler. Bizi güverteye çıkartacaklardı. Biz elimizi, kolumuzu sallayarak gidiyorduk. Sinirlendiler, bize tekme tokat vurdular, hırpaladılar. Ellerimizi kablo bağlarla çok sıkı bağladılar. Benim ellerim morarınca ayağa kalktım gösterdim kesip önden bağladılar. Basın kartı olanları bağlamadılar, bir iki kişi hariç. Sabah 07:00 sularında güvertedeydik. Dizlerimizin üstüne çöktük ve ellerimiz bağlanıyordu. İlk olarak cep telefonlarımızı aldılar. Sonra fotoğraf makineleri, kamera, bilgisayar vs. delil olacak herşeyi aldılar. O halde bile bay-bayan hepimiz moralimizi bozmadık. Öyle olmak zorundaydık. Bir arkadaşım kanepede oturuyordu basın kartı vardı, elini bağlamadılar. Biz diz çökmüştük. Ellerimiz bağlıydı. Arkadaşım bana “Sen benden yaşlısın gel sen buraya otur” dedi. “Benim saçlarım beyazlamış diye yaşlı mı gösteriyorum ben 18 yaşındayım” dedim. Gülüştük. O arkadaş uçakta “Ya o halde bile espiri yapabildin” dedi. Öyle olmalıydık. Askerler bize mesafeli duruyorlardı. Yabancı bayanlar ellerinin bağlanmasından, öyle muamele görmekten rahatsızdılar. Böyle birşey beklemiyorlardı. Dev helikopterler geldi. Denizde dev çukurlar oluştu resmen. Denizin o suları üstümüze geldi. Buz işkencesi diyorlarmış buna. O deniz sularıyla donduk. Normalde hava çok sıcak, ama o su donduruyordu. Yüksek bir ses gürültüsü vardı helikopterin. Rüzgârı herşeyi havada uçuruyordu. Gömleklerimizin yırtılacağını sandık. Taminen 85-90 km esen bir rüzgâr gibiydi. Ve ellerimiz bağlıydı. Sonra bizi 3 numaralı salona aldılar. Her saat başı asker değiştirdiler. Psikolojik baskı yapmaya çalıştılar. Maskeli ve tam donanımlıydılar. Elleri sürekli tetikteydi. Bir çoğumuz tuvalet ihtiyacını bile gideremedi göndermediler. Yaralılar vardı. Savaş esiri muamelesi gördük. Gemide Amerikalı bir SAT komandosu vardı. “Biz isteseydik askerlerin silâhlarını kullanırdık. Ama kullanmadık” dedi. Güvertede yolculuk 3-4 saat sürdü. Su yok yemek yok. Suyu zorla verdiler. Yemek zaten canımız istemiyordu. Namaz vakti geldiğinde hep birlikte namaz kılacağız dedik. Teker teker ya da gruplar halinde aşağı aldılar. Kiminin elini çözdüler kiminin bağlıydı. Teyemmümle abdest aldılar, oturarak kıldılar. Biz hep moralimizi yüksek tutmaya çalıştık. Kendi kendimizi motive etmeye çalıştık.
Bir çok ülkeden gelenler vardı. Onlarda gerçekten insanî yardım için mi gelmişlerdi?
Onlarda olaya evrensel gözle bakıyorlardı. Allah hepimize vicdan vermiş. Onlar vicdanlarını dinlediler. İnsanlık namına geldiler kesinlikle. Allah imanla şereflendirsin. Birkaçı Müslüman oldu bile Elhamdulillah. Gazze’dekilerin mazlûm olduklarına da inandılar. Biz böyle gördük.
Şahsınıza özel bir saldırı oldumu?
Hayır olmadı. Zaten 05:30'da olay bitti. Gemiye girmeleri bir saati buldu ve elimizde üç askerleri vardı ya korktular. Onların silâhlarını kullanırız diye düşündüler. Ama silâhları denize atılmıştı.
Siz böyle bir saldırının olacağını düşünmüş müydünüz?
Hiç ummuyorduk. Zorlayacaklarını en fazla plastik mermi kullanırlar diye düşünüyorduk. Ama bu kadar kanlı şiddeti ummuyorduk. Onlarda bizim için öyle düşündüler. Bizim bu kadar direneceğimizi ummuyorlardı. Sonuçta bizim rotamız Mısır’a doğruydu. Mısır’dan Gazzeye gitmeyi düşünüyorduk.
Karaya çıkışınız nasıl oldu? Neler oldu, neler sordular?
Saat 18:00 sularında Aşdod Limanına geldik. Gemiyi limana sokmadılar. Dolandırıp durdular. Saat 20:10’da ancak geminin halatları bağlandı. Saate baktım hep. Teyemmümle abdest aldık ve bundan bile tedirgin oldular, korktular. Hemen silâhlarını doğrulttular. Sonra ki sabah saat 05:00'de karaya çıktık. Gemiden insanları teker teker indirdiler. Zamanları boldu. Halk ve askerler bize uygunsuz davranışlarda, nahoş hareketler de bulundular. Bizim halimize gülüyorlardı. İki asker kolumuza girmişti. Bir kişiye 2 asker vardı. Sıkı bir aramadan geçirildik. Ayağımızda çorap yok, ama yine de bir cihaz var mı diye ayaklarımızın altına makina tutup aradılar. Onlar karışıktılar. Bir düzensizlik vardı. Aradıklarını bulamıyorlardı. Organize yoktu. Nerdeyse biz organize edecektik onları. Kimsenin birbirinden haberi yoktu. Bizde olması gereken şaşkınlık, onlardaydı. Bizim için büyük çadırlar kurmuşlar limana. Bana paramı sayıp, kimliklerimi gösterip sordular tamam mı diye. “Tamam” dedim. Cebime koydu para ve kimliklerimi. Tekrar kolumuza girdiler. Çadırda yarım yamalak Türkçe bilen (Türkiye’den gelen İstanbul Yahudisi) birinin yanına götürdüler. Önümüze bir metin koydular, “imzalayın” dediler. İmzalamadık. O kişi şunu sordu hepimize: “Siz İsrail’e niçin geldiniz?” Ben de; “Biz gelmedik, siz bizi zorla getirdiniz” dedim. Hemen hemen herkes aynı şeyleri söylemiş ağız birliği yapmış gibi. “Gazze’ye neden gidiyordunuz” dedi. “Babalarını öldürdüğünüz yetim çocuklara yardım götürmeye gidiyorduk” dedim. Görevli, “Çıkarın bunları” dedi. Doktor muayenesinden geçirildik. Bir arkadaşımız çok iyi Arapça biliyordu. Askerler onu itiyordu o da askerleri itiyordu. Onlara Arapça olarak, “Hey terorist bana bak” deyinde alıp götürdüler hırpaladılar. Sonra o arkadaş onlara “Bizden ne istediniz, biz size birşey yapmaya gelmedik. Neden böyle yapıyorsunuz? Biz yardım için gidiyorduk” dedi. Bizi cezaevi araçlarına bindirdiler. Bir saat yolculuktan sonra Berşava kentine götürdüler. Lüks, modern bir şehirdi. Ama insanlar korkuyordu. Korkarak yaşıyorlardı. 14-15 yaşındaki çocuklar, kadınlar hep silâh taşıyorlardı.
Modern bir şehirde cezaevinde gibi yaşıyorlardı halk öyle mi?
Evet. Korku içinde yaşıyorlar, böyle hayat mı olur? Rahat değillerdi. Endişe içinde, huzursuz yaşıyorlardı. Sonra cezaevine götürüldük. Modern ve yeni yapılmış bir cezaeviydi. İlk müşterileri bizdik. Biz kullandık orayı. “Bakın biz kötü muamele yapmıyoruz, iyi muamele yapıyoruz” görünmekti amaçları. Dünyaya hoş görünmek içindi. Oynadılar resmen tribünlere. Cezaevinin kapalı bir alanında yatsı namazını cemaatle kıldık. Hep cemaatle kılmak istedik ve izin verdiler. Buradan baskı vardı ya. Korktular. Ve inanın en şuurlu, en duygulu namazı orada kıldık. Namazı kıldıran kişi daha da sesini duyurucu okudu. Namaz kıldık grup grup hücrelere alındık. Gece 03:00’e geliyordu. Konuşmalar duyduk. Türkiş falan diyorlardı. Ben arkadaşlara “Teheccüde kaldırıyorlar kalkın” dedim gülümsedik. 8-10 tane pasaport getirdiler. İsimleri o kişileri uçakla göndereceklerini söylediler. Biz tabi dünyadaki gelişmelerden habersizdik. Hepimiz ortak karar aldık: “Ya hepimiz, ya hiç” dedik. Filistinli aile vardı bizimle gelen onları dahi bırakmadık. 80 yaşındaki Vatikan’dan gelen Gazzeli bir papaz vardı. Arapçası mükemmeldi. Sırf Gazze’yi son kez göreyim diye katılmıştı. Biz saf tuttuğumuzda o da safa gelmişti gemide. Kendi dilince, kitaplarından dualar okudu hep. Ona da gitmek nasip olmadı. “Hepimiz birlikte geldik, birlikte gideceğiz” dedik. Anca beraber kanca beraber. Saat 07:00 sularıydı. Konsolos kâtibi Gizem Hanım geldi. Her ülkenin konsolosu geldi, sonra bizimki geldi. “Yer yerinden oynuyor. Bizim literatürde (Sayın R. Tayyib Erdoğan’ın açıklamaları için) böyle birşey görmedim. Yarı savaş ilânı” dedi. Ankara’yla irtibattaydı hep. Cezaevinden çıkarılıp Benguryon Havaalanına gidiyorduk. Arabada da belge imzalatmak istediler. İmzalamadık. Havaalanında pasaport işlemlerine başlayacaklardı. Üst düzey yöneticilerimiz sorgudaydı. “Sorgudakiler gelmeden gitmeyeceğiz” dedik. Joplarla falan bize saldırdılar. Biz de havaalanındaki sandalyelerle falan savunduk kendimizi. Sorgudakiler geldi. Uçaklara bindik. Biz bu olayda birçok ayetin tezahürünü gördük.
Sizce bu aşamada yapılması gereken nedir? Türkiye nasıl bir tavır almalı?
Bu olayın peşi bırakılmamalı. Yardım faaliyetleri durmamalı. Yahudi ürünleri alınmamalı. Boykot olmalı. “Bir benimle ne olur?” denmemeli. Hayrı küçümsemeyeceğiz. Büyür göl olur. Şehitlerimiz ve Gazze şehitleri bunu soracaklarıdır. Haklarını helâl etmezler. Üzerimize düşeni yapmalıyız.
Hepinizin özel hayatlarına dair bilgilere sahiptiler. Bu bilgileri sizce nereden aldılar?
Ülkemizde ajanları var. Yerli işbirlikçileri var.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Mavi Marmara, Yahudilerin müdahelesi ile oldu Kanlı Marmara. Türkiye’ye döndük, artık Şanlı Marmara diyebiliriz. Peygamberî metod çalışıyor bence. İlk konvoyda Bedir’i yaşadık. Mısır’da fazla zayihat vermedik. Buna da Uhud diyorum. Ama biz amacımıza ulaştık Elhamdulillah, onlar ulaşamadılar. Sırada Hendek ve fethin selâmı var İnşaallah. İHH yetkililerine dua ve teşekkür ediyorum. Allah razı olsun. Biz 3 günlüğüne de olsa Filistinli olduk. Bu duyguları bize tatttırdılar. Allah razı olsun.
Size teşekkür ediyor, şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır diliyor, yaralılara geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum. Allah (cc) niyetlerinizi kabul etsin.
Amin...
ARZU KONAN |
16.06.2010 |