Kültür-Sanat |
ALİ ULVİ KURUCU’YU RAHMETLE ANIYORUZ |
Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayat isimli eserine “önsöz” yazan ve Üstadın “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim” sıfatıyla tavsif ettiği Ali Ulvi Kurucu’yu, vefatının 8. yılında rahmet ve mağfiretle anıyoruz. Ali Ulvi Kurucu kimdir?
1922 yılında Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladı. Arapça öğrendi, hâfız oldu. Dinî eğitimini daha iyi şartlarda tamamlayabilmek gayesiyle 1939 yılında ailesiyle birlikte Medine’ye yerleşti. Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nde yüksek tahsil gören Kurucu, Medine’de Sultan Mahmud ve Şeyhülislâm Arif Hikmet Kütüphanelerinin Müdürlüğü vazifesini 1985 yılında emekli olana kadar sürdürdü. Aynı zamanda şâir olan Kurucu’nun, şiirleri başta olmak üzere bir çok eseri kitaplaştırıldı. Şiirlerinde Mehmet Akif Ersoy’un üslûbunu devam ettiren nâdir şahsiyetlerden biri olan Kurucu, Akif-i Sânî ünvanıyla da anıldı. Şiirleri, “Gümüş Tül ve Alevler” ismi altında basıldı. Kurucu 3 Şubat 2002’de Medine’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘mühim bir âlim’ olan Ali Ulvi Kurucu, Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ünün de yazarıdır.
Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ü nasıl yazıldı?
ALİ Ulvi Kurucu, Tarihçe-i Hayat’ın önsözünü yazması için, Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Atıf Ural’dan takdirkâr bir mektup alır. Sonrasını kendi ağzından dinleyelim: “Sanki bir lav gibi gönlümü yakan bu mektubu okuduktan sonra, Risâle-i Nur Külliyatı’nı mütâlâaya koyuldum. Kalbim yanarken, iç âlemimin İslâm’ın nuru ile aydınlanıp, Kur’ân-ı Kerim’in feyziyle dolup taştığını müşahede ettim. O günlerde bir gece rüyada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Rü’yânın safahatı şöyleydi: “Üstad Hazretleri bir yerde sohbet yapacaklarmış. O sohbeti dinlemek için gittim. Oraya varınca şöyle bir sahneyle karşılaştım: Sultanahmet Camii’ni andıran çok muhteşem ve aynı zamanda son derece ruhanî bir mekân idi. Merhum Üstad, oturdukları yerde konuşuyorlardı. Sanki vaaz veriyorlar ve ders okutu-yorlar gibi, bir fikrin telkinine çalışıyorlar gibi tavır ve hareketlerle sohbetlerine devam ediyorlardı. Fakir, salona girince ayağa kalktılar, beni yanlarına çağırdılar. Sağ taraflarına beyaz bir çarşaf serdikten sonra fakiri kucaklayıp şu şekilde hitap ettiler: ‘Sen bugünden itibaren en aziz kardeşlerimden oldun. Bundan böyle duâlarımın başındasın. Bu beyaz çarşafı senin için hazırlamıştım. Sen buraya oturacaksın.’ “Uyandığımda, varlığımın her zerresinin nura gark olduğunu hissettim. Günlerce o mânevî, İlâhî tesirin altında kaldım. O günlerde Atıf Ural’dan bir telgraf aldım. Şöyle diyordu: ‘Muhterem ağabeyimiz! Tarihçe-i Hayat, matbaada dizildi. Önsözü bekliyoruz.’ Bunun üzerine eve kapanıp bir müddet kütüphaneye gitmemeye karar verdim. ‘Bismillahirrahmanirrahim vebihî nesteîn’ diyerek önsözü yazmaya başladım. Öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek önsözü 24 saat zarfında yazdım ve hemen postayla gönderdim.” (Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, Neşre Haz.: M. E. Düzdağ, Marifet Yay., s. 291)
EZANI NASIL DİNLEMELİYİZ?
“PîR-İ müezzinîn” olan Bilâl-i Habeşi (ra) ezana başlayacağını haber verince Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), şayet sahâbe-i kiramla sohbet hâlindeyseler—meâlen—şöyle buyururlardı: “Namaz vakti geldi, öyle mi? Ezanı oku, namaz vaktini Müslümanlara ilân et; namazla bizi dinlendir, ey Bilâl!..» Dikkat edilince hemen fark edilecektir ki, hadis-i şerifte ne hassas bir incelik vardır. Arapçadaki bu derin sırra nüfuz edebilenler: “Erihnâ bihâ” ile “Erihnâ minhâ" arasındaki derin belâgat farkını sezerler. Zira bu sırrı vücûda getiren sadece bir harfdir. Zira “Erihnâ minhâ” olsaydı, hadisin meâli “Bizi namaz borcundan kurtar” mânâsına gelirdi. “Erihnâ bihâ” olunca “Onunla (yani namazla) bizi rahata kavuşdur, ey Bilâl!” demek oluyor. Aradaki fark; yerle gök arası kadar uzak mesafe işgal eden bir belâgat inceliğidir. Arap edebiyatı mütehassısları, bu hadis-i şerîfde görüldüğü gibi Resül-i Ekrem Efendimizin fesahat ve belâgatına hayran kalmak şöyle dursun, İlâhî i’câzın karşısında secdelere kapanıyorlar... Hadis ilminde ihtisas yapmayanlar, bu mübarek ilmin ledünniyâtına âşinâ olamıyorlar. Bununla da beşer gücü ile, İlâhî kudretin arasındaki muazzam fark görülmüş oluyor... Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz, Hz. Bilâl’e bu nurdan ifâdelerle hitab ettikden sonra, ezanın kelimelerini Bilâl (ra) ile birlikte tekrar ediyorlardı. Şu farkla ki “Hayye alessalâh - Hayye alelfelâh” cümlelerinin yerine “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” kelimesini söylüyorlardı. Muhterem sahâbîlerine de “Siz de benim yaptığım gibi yapın” buyurmuşlardı. O gün bugün, bütün Müslümanlara müezzinle beraber ezanı tekrarlamak, Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin tarifleri veçhile, sünnet olmuşdur. Ne var ki son zamanlarda, memleketimizde bu sünnet-i seniyyeye lâyıkı veçhile uyulmadığı görülüyor. Meselâ, ezanı işiten kimselerden bir kısmı, ezana ya hiç hürmet göstermeden konuşmasına veya işine devam ediyor; bir kısmı da sadece “Aziz Allah!” demekle iktifa ediyor. Halbuki yukarıda gördüğümüz veçhile müezzinle birlikte tekrarlamak ve müezzin “hayye alessalâh”, “hayye alelfelâh” derken de “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demek; bizzat Nebiyy-i Zişân Efendimizin emirleridir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber'in (asm) emrine karşı gelenlerin dünyada çeşitli fitnelere, âhiretde de şiddetli azaba dûçâr olacakları ihtar edilmişdir. Bu sünnet-i seniyyenin camilerde, Cuma ve vakit namazlarından evvel cemaata nasihat eden vaiz efendilerimizin bazılarınca da, ezanı işitdikleri halde hiçbir telâş göstermeksizin konuşmalarına devam ederek ihmâl gösterdiklerini—maalesef—görmekteyiz. Gönül ister ki, (her ne kadar Fıkıh kitaplarımızda böyle bir müsamaha bulunsa dahi) vaiz efendilerimiz, cemaata bu sünnetin ihyasını tâlim buyursalar ve ezandan sonra yapılması mesnûn olan “el-vesile” duasını da manâsıyla birlikde Müslümanlara ögretseler... Tekbir ve tehlîl ile başlayan Ezân-ı Muhammedî’nin o mukaddes kelimeleri, bizzat Peygamber-i Zişân Efendimiz ve Sahâbe-i Kirâm’ı ile birlikde, bütün Müslüman dünyasında on beş asırdır, lâhûti bir marş olarak tekrar edilirken, memleketimizde bu mübarek sünnete riâyetde kusur etmek, cidden tamir isteyen millî ve dinî hatalarımızdandır. Hadîs-i şeriflerde rivayet edildiğine göre Hz. Bilâl (r.a) ezandaki -meâlen- “Allah’dan başka bir ma’bûd bulunmadığına ve Muhammed Mustafa’nın da, O’nun hak peygamberi olduğuna şehâdet ederim” mânâsını ihtiva eden «Eşhedü en lâilâhe illallah - eşhedü enne Muhammeden Resûlullah» kelimelerini tekrarladıkça Resûl-i Ekrem Efendimiz «Ben de şehâdet ederim» buyururlarmış... Bu ne heybetli ve ne şümullü bir şehâdetdir! Zira şehâdet kelimesi; -nûr içinde yatsın- büyük şâirimiz Mehmed Akif Bey’in “İstiklâl Marşı”nda ifâde ettiği gibi “dinin temeli”dir... Dinler tarihinde her peygamberim kendine has bir ifâde tarzı vardır. Meselâ Yahudiler Cumartesi günleri Havralarda, Hıristiyanlar Pazar günleri kiliselerde toplu ibadetlerini yaparlar. Biz Müslümanlar ise, beş vakit namazımızı cemaat halinde mescid ve camilerde edâ etmek bahtiyarlığına nail olmuşuz. Cenâb-ı Hak tarafından ikram üzerine ikram olmak üzere, bütün yeryüzü, ümmet-i Muhammed’e “mescid” kılmışdır. Namazlarımızı vakti gelince temiz olan her yerde edâ edebilmekteyiz. Çünkü bütün yeryüzü Müslümanlar için bir ibadethanedir. İslâm’da ibâdetin ufku, mâbedlere sığmayacak kadar genişdir. Bu hikmete mebnidir ki; İslâm’ın Ezanı, cihan mabedini vecde getirecek derecede heybet dolu zaferlerin tevhid bestesidir. Bu nurdan beste, yüzyıllar boyu fetih ordularının zafer marşı olmuşdur. Ordular, fethettikleri ülkelere tekbir ve tehlil sadâlarıyla girerken, ülkelerden önce gönülleri fethediyorlardı.
İnsan, o fütuhatı anar vecde gelir de, Gönlüyle yaşar, kaç asır evvelki devirde...
Rabbim! Ne mehâbetli o mazideki ünler; Bir bayrağın üç kıt’aya hükmetdiği günler...
Her gün; yeni bir ülkeyi fetheyleyen ordu, Gökkubbeyi tekbirle bütün dolduruyordu...
Geldikçe ezanlarla cihan ma’bedi vecde, Mi’rac olur Allah’a ibâdetdeki secde...
(Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, Neşre Haz.: M. E. Düzdağ, Marifet Yay., s. 154) |
03.02.2010 |
Tarihî köşkler, Filli boya ile korunacak |
KENDİNE özgü mimarileri, ahşap dokularıyla tarihe şahitlik eden köşkler, Filli Boya Caparol Ahşap serisi ürünleri ile boyanıyor. Son olarak, İstanbul’da bulunan Adnan Adıvar Köşkü ve Edirne’de bulunan Ermeni Köşkü Caparol Ahşap serisi ile koruma altına alındı. Halide Edip ve Adnan Adıvar tarafından Türkiye Kızılay Derneği’ne bağışlanan, hemşirelik eğitimi verilen Adıvar Köşkü, bugüne kadar binlerce gencin sağlık ordusuna kazandırılmasında ev sahipliği yaptı. Köşk aynı zamanda ‘Sinekli Bakkal’ romanının yazıldığı ve romanda Pembe Köşk olarak anlatılan köşk olarak biliniyor. Edirne merkezinde bulunan dört katlı tarihi Ermeni köşkü ise dış cephelerini Caparol Ahşap serisi ile yenileyerek Butik Otel olarak hizmet vermeye devam edecek. |
03.02.2010 |
Peygamber’i en güzel anlatan ödüllendirilecek |
KAHRAMANMARAŞ Merdan Ahlâk Kültür ve Çevre Derneği, ‘En Sevgiliye Mektup’ yarışması düzenliyor. Geleneksel hale gelen ve bu yıl 9’uncusu düzenlenecek yarışmada dereceye giren ilköğretim ve lise öğrencileri çeşitli hediyelerle ödüllendirilecek. Kutlu Doğum Haftası sebebiyle 2002 yılından bu yana geleneksel olarak ‘En Sevgiliye Mektup’ yarışmasını düzenleyen Merdan Ahlâk Kültür ve Çevre Derneği, bu yıl yarışmacılardan “Peygamberimizin el-Muallim sıfatı; en güzel öğretmen o idi” temasının işlenmesini istedi. Yarışmaya katılmak isteyenlerin mektuplarının daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olması şartını arıyor. Yarışma sonucunda ilköğretim birinci ve ikinci kategorilerinde, birinciye bilgisayar, ikinciye dijital fotoğraf makinesi, üçüncüye de bisiklet hediye edilecek. Lise kategorisinde de birinci laptopla ödüllendirilecek. Bu kategorinin ikinci ve üçüncüsüne de, fotoğraf makinesi ile bisiklet verilecek. Yarışmaya katılmak isteyenler için son başvuru tarihi 28 Mart olarak belirlendi. |
03.02.2010 |
Şehir tiyatrolarından 3 yeni oyun |
İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Şubat ayında 3 yeni oyun sahneleyecek. Şehir Tiyatroları Şubat ayında ‘’Bakhalar’’, ‘’Merhaba, Hoşçakal’’ ve ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’ adlı oyunları izleyiciyle buluşturacak. Euripides’in ölümünden sonra ilk kez M. Ö. 407 yılında oynanan ünlü piyes ‘’Bakhalar’’, bu kez Romanyalı yönetmen Mihai Maniutiu’nun farklı metin düzenlemesi ve rejisi ile Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde 5-14 Şubat arasında sahnelenecek. Fatih Reşat Nuri Sahnesi’nde 10-21 Şubatta izlenebilecek ‘’Merhaba Hoşçakal’’ isimli oyunda ise yıllar sonra eve dönen Hester’in erkek kardeşi Johnnie ile yaşadığı birkaç saat süren aile içi hesaplaşma anlatılıyor. Adrian C. Mitchell’in yazdığı, Gülsün Siren Kınal’ın oyunlaştırdığı ve Cem Karakaya’nın yönettiği ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’ 13, 14, 20, 21, 27 ve 28 Şubat tarihlerinde Kâğıthane Sadabad Sahnesi’nde izlenebilecek. |
03.02.2010 |
Basın müzesi yenilendi |
ÇEMBERLİTAŞ’TA faaliyet gösteren Basın Müzesi binasının içi yenilendi. İçi ve tavanı tamamen yenilenen müzede eserler, rutubetsiz, temiz ve dekoratif bir çevreye kavuştu. Yaklaşık bir ay süren çalışmalarda, müzedeki eserlerin rutubet, ışık, toz ve kir gibi dış etkenlerden en az zarar göreceği boyalar tercih edildi. Basın Müzesi binası, 1865 yılında Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından yaptırıldı. Maarifi Umumiye Nezareti (Millî Eğitim Bakanlığı) ve İstanbul Darülfünun (Üniversite) hizmetindeki binada daha sonra Sansür Heyeti çalıştı ve 1908’de Şehrülemaneti’ne (İstanbul Belediyesi) devredildi. 1908’den 1983’e kadar belediyenin bazı birimlerine hizmet veren bina, bu dönemde Nezih Demirkent’in başkanlığındaki Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu ile İstanbul Belediye Başkanı Abdullah Tırtıl arasındaki anlaşmayla cemiyete kiralandı. 19841988 yılları arasında restore edilen bina, 9 Mayıs 1988’de Basın Müzesi olarak hizmete açıldı. Basın Müzesi, Türkiye’nin tek, dünyanın dördüncü basın müzesi olma özelliğini taşıyor. Basın Müzesi, hem basım teknolojisini, hem de bu teknolojiyle üretilen eserleri içermesi bakımından da önem taşıyor. |
03.02.2010 |