Basından Seçmeler |
Kalplerimiz açıldı bir kere
ERTESİ sabahı göremeyeceğini düşünen 20 yaşında bir genç nasıl bakarsa öyle bakmış yıldızlara... Sonra, son suyunu içtiğini düşünerek bir ırmağın suyunu yudumlamış. Dağ yoluna çıkınca yolun kenarına dizip onları, kol kola girin demişler. Osman vaktin geldiğini anlamış. Kalaşnikof cayırtısıyla birlikte kelimeyi şahadet getirerek yere atmış kendini. O, kafası ellerinin arasında öylece yatarken arkadaşlarının paramparça olmuş bedenleri yığılıyormuş üstüne. Kalaşnikofların cayırtısı bitip sesler uzaklaştığında kopuk bacakların, ellerin, dağılmış beyinlerin arasında bulmuş kendini. Ancak kendini çimdikleyince yaşadığını anlamış. Can çekişenler anne anne, diye bağırıyormuş, aman yarabbim, o kuzucukların anneleri onları kurtaramamış; işitememişler, yetişememişler, çok uzaklardaymışlar... *** Erkan Umay, sıra başındaymış. Arkadaşı Mehmet Tura 6’ncıymış. Yan yana olalım diye gitmiş, 7’nci olmuş Erkan. Teröristler ‘Baştan 6 kişi gelsin’ deyince ölüm kurası Mehmet’e çıkmış. Erkan, yıllardır Mehmet’in o son bakışını unutamıyor. Sırada yer değiştirmese, kendisinin öleceğini, Mehmet’in yaşayacağını; şimdiye çoktan Ticaret Lisesi’ndeki o kızla evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış olacağını düşünmeden bir günü geçmiyor. *** O gece sabaha karşı o dağ başında tam 33 delikanlı öldü. 1993 yılındaki PKK katliamından kurtulan üç askerin anlattıklarını okurken, şöyle düşündüm kendi kendime: Keşke bunca senedir, sorunun adını ne koyacağımızı tartıştığımızın yarısı kadar, dörtte biri kadar, o sorunu etinde kanında yaşayan insanların hikayelerini dinleyebilseydik; ama sadece bir tarafınkini değil, herkesinkini en sansürsüz, en yalın, en dobra haliyle duyabilseydik, başka bir noktada olabilirdik şimdi. “Şu ilin kırsalında güvenlik kuvvetleriyle teröristler arasında çıkan çatışmada şu kadar terörist ölü ele geçirildi” haberlerinin televizyondan duyulmasıyla, ölülerin adlarının Güneydoğu’nun köylerine ulaşması arasında geçen zaman dilimini, dağda oğlu-kızı olan anaların babaların nasıl yaşadıklarını anlatan bir film yapsaydı sinemacılarımız mesela... Annelerin Kürt anneler ve Türk anneler diye ikiye ayrılmadığını çoktan anlamış olurduk. Osman’ın dağdaki son dakikaları ağıt olup, şiir olup, Kürt köylerine ulaşsaydı, Mehmet’in o son bakışı, ticaret liseli yavuklusuna hasret gidişi üstüne türküler yakılsaydı, eminim Kürt-Türk bütün genç kızların gözleri yaşarırdı. Bir oğlu dağda, bir oğlu askerde olan annenin kızını da elinden tutup okutması için devlete teslim edişini, bu müthiş çelişkiyi, bu müthiş parçalanmayı birileri öykü, roman, daha da iyisi, belgesel yapsaydı; belgesel yapsaydı ki, herkes gerçeğin gerçekte bu kadar karmaşık olduğunu, çözümlerin de sorunun kendisi kadar karmaşık olacağını anlasaydı, kolay çözümler peşinde koşmasaydı... Galiba biz bunların hiçbirini yapmadık. Herkes kendi bağrına kendi taşını bastı ve yalnızca etrafındakilerin duyabileceği bir sesle kendi hikâyesini anlattı. Sonuçta on beş yıllık bir zaman diliminin iki ayrı hikâyesi çıktı ortaya. Belki de daha on yıllarca birbirinin karşısına çıkarılacak, birbiriyle kapıştırılacak iki tarih versiyonu... *** Sorun dediğimiz şey bizim duymayı reddettiğimiz bütün bu insan hikâyelerinin toplamından ya da çarpımından başka bir şey değil aslında. Ama herkesin yalnızca kendi hikâyesini anlatmaya çalıştığı, öbürünün hikâyesine sağırlaştığı bir ortamda sorun çözmek kolay olmuyor. Çözüme, acıların paylaşılabileceği bir iklimin yaratılmasından başlamak gerekiyor belki de...” *** Yukarıdaki yazıyı 2005 yılında 93 katliamından sağ kurtulan üç askerin anlattıklarını ilk okuduğumda yazmışım. Acaba Tokat Reşadiye’de çapraz ateşe tutulan o 7 genç son anlarında ne yapıyorlardı? Tatlı bir sohbet mi tutturmuşlardı? Şakalaşıyorlar mıydı aralarında? Yoksa her biri kendi içine çekilmiş kendi köyünün, kendi yavuklusunun hayaline dalmış gitmişken mi yakaladı ölüm onları? 1993’ten bu yana yaşadığımız en büyük değişiklik artık “öbürlerinin hikâyesine” beş yıl önceki kadar sağır olmayışımız... Acılarımızı paylaşabileceğimiz bir iklimin yaratılmasında çok yol aldık aradan geçen yıllarda. Artık, Ahmet Türk’ün Diyarbakır Cezaevi anılarını dinlerken hep birlikte ağlayabiliyoruz. Ceylan için de, Aydın için de Serap için de, birlikte yas tutabiliyoruz. Tabii bir de provokasyonlara karşı kazandığımız zengin tecrübe var. Bugün PKK’nın açılımı sabote etmek için giriştiği katliamın haberini duyar duymaz yüreklerimizi paralayan acıyla aynı anda aklımıza düşen şey 93’teki büyük provokasyon olduysa eğer... Türk çocuğu Cengiz Sarıbaş’ın amcası Salim Sarıbaş’la Kürt çocuğu Yakup Mutlu’nun babası Kazım Mutlu cenazelerinin başında ayrı dillerden aynı talebi dillendiriyor, “bu savaşı bitirin” diye haykırıyorsa... Provokatörler avucunu yalamış demektir... Savaş lobisi boşuna çırpınıyor. Bu açılım devam edecek. Çünkü kalplerimiz açıldı bir kere...
Gülay Göktürk, Bugün, 11 Aralık 2009 |
12.12.2009 |
Fatıma olmak
ÖYLE bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülükler ilk kezmiş gibi geliyor. Sadece İstanbul göğü değil, ruhların üzerinde de kara bir bulut. Herkes karamsar. Herkes tedirgin. Ve sorular bitmiyor. Sokağa çıkacak kadar öfkesini büyük yaşayanlar yarın ne olacak düşünmüyorlar. Ama yarını düşünen ve itidal telkin edenler hâlâ var. Ve devamla da olacaklar. Çünkü geriye iyilik kalır. Kötülük, zamanın aynasında kırılıp parçalanır. Şehitlerin yüzlerine bakıyorum. Bakışlarına. Bize bakıyorlar. Yeter artık öldürmeyin demek çare değil. Ağlamak da. Öyle çok mektup alıyorum ki, öfkeli, önyargılı, anlamaya çalışan, çare önerenler. Yazıyorlar. Ellerinden gelen bu. Kimi önyargılarından çıkmamak konusunda inatçı. Kimi şüphede ısrarlı. Ve bu ülkenin insanı aslında ne kadar duygusal, kanıtlıyorlar. Bir satır konuşsan ikna olacak. Bir kelime bahşetsen kurtulacak kininden. Çünkü bu ülkedeki çoğu şey gibi, kötülük de derinlerde değil. Her zaman yakındığımız sığlık bir imkân gibi. Allah’tan kötülükte sığlar! Bir kötülüğü zamana yaymak, derinleştirmek konusunda çabalayanlar bu yüzden başarılı olamıyor belki de. Mahzenlerde tasarlanan kötülüğün halkta yer etmemesi bu yüzden. Bu günlerde Hazreti Fatıma’nın hayatını okuyorum*. Bir peygamber kızı olmanın büyüsü ve gücüyle donatılmış hikâyesini. Onun için Binti Ebiha (babasının kızı) olmaktan daha önemli olan, Ümmü Ebiha (babasının annesi) olmak. Babasının koruyuculuğunu üstlenmiş, müşriklerin zulmüne karşı siper olmuş bir kız çocuğu. Hazreti Ali’nin eşi olmaya layık yürekte ve inançta bir sevgili. Oğullarına yürek vermiş bir anne... Kitapta aktarılan bir hikâye, şu günlerin karamsarlığını katlanılır kıldı: Hazreti Peygamber’e zulmetmekle uğraşan müşrikler, zulümlerini o kadar ileri götürüyorlar ki, namazda olduğu bir gün, henüz kesilmiş bir devenin işkembesini alıp Peygamber’in sırtına bırakıyorlar. Ve o, hiçbir şey olmamış gibi namazını kılmaya devam ediyor. Müşrikler büyük bir zevkle seyrederken, kızı Fatıma gelip işkembeyi babasının omuzlarından alıyor. O sırada henüz on yaşında olan Fatıma müşriklere öyle bir bakış fırlatıyor ki, küçük kızın cesareti karşısında hepsinin dili tutuluyor. Bu hikâyede elbette Fatıma’nın cesareti önemli. Ama bütün insanlık için daha önemli olan; Hazreti Peygamber’in sabrı ve vazgeçmemesi. İnandığında ısrar eden, secdeyi bırakmayan olmak... Çünkü şu günlerin kötülüğü müşriklerin kötülüğünden az değil. Halkın kendisinden değil, karanlık dehlizlerden hayatımıza akıtılan bir cerahat bu. Tokat’ta bu toprağın evlatlarını Türk-Kürt ayırmadan katledenler Fatıma’nın nazarlarını hak ediyorlar. Bütün bunlar olurken sadece korkuya vurgu yapan, yaşanan karmaşayı her şeyin sonu gibi gören ve gösteren gözden de şüphe etmeli. Kimler felaket tellallığı yapıyor bu zamanda? Felaketin adını koyunca geldiğini bilenler değil mi onlar? Seçip gösterdiklerimiz, kameramızı odakladığımız her neyse, bizi en iyi o anlatmaz mı? Kalem oynatan, haber yapanların özensizliği yaşanan acıları derinleştirmeye yarıyor. Şu zamanda sırtımıza konan deve işkembesine rağmen secdeden vazgeçmemek büyük bir sınavmış gibi geliyor. Hepimize Fatıma olmak düşüyor. On yaşında da olsak şerrin gözlerine bakmayı bilmek. Ve konuşmak. Kötülük her nereden geliyorsa, kimleri hedef seçiyorsa ona perde olmak. Çünkü ancak Fatıma’nın sevgisi ve sahiplenmesi ile büyük ve değerli olan korunur. Zamana kalacak güzel sözler Fatımaların koruyuculuğuna ihtiyaç duyar. Serap’ı öldürüp masumiyeti parçalamakla, Aydın’ı kalbinden tek kurşunla vurmakla ve yedi askeri şehit etmekle kazanılan iktidar zamana kalmayacaktır. Çünkü zamana kalan Peygamber’in sözleriydi, müşriklerin zulmü değil. Fatıma olmak bu yüzden değerli. *Gülün Goncası Hz. Fatıma, Hilal Kara-Abdullah Kara, Nesil Yayınları.
Bejan Matur, Zaman, 11 Aralık 2009 |
12.12.2009 |
Düz ovada siyaset
SON olaylardan sonra demokratik açılım süreci ivme kaybetse de toplumun önemli bir kesiminde hâlâ büyük umut var. Sessiz çoğunluğun bu umudunu en çarpıcı biçimde Tokat Reşadiye’de şehit düşen Jandarma eri Cengiz Sarıbaş’ın amcası Salim Sarıbaş dile getirdi: “Savaşı yapanlar da, ölenler de, kurşun sıkanlar da bu ülkenin çocukları. Demokratik açılıma tam destek veriyorum. Devlet Bahçeli ve Deniz Baykal elini taşın altına koysun. Bu terörü birlikte bitirmemiz lâzım.” Umut veren bu çağrıdan sadece muhalefet değil iktidar da payına düşeni almalı ve “husumet cephesi” ni daraltan yeni bir strateji geliştirmeli... Çünkü işi hiç de kolay değil. Kolay olmadığını yakın tarihten biliyoruz. Son yaşananlar bana 2005’te Başbakan Erdoğan’ın yaptığı “Kürt sorunu vardır” konuşmasını ve 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın “Düz ovada siyaset” çağrısını hatırlattı. Bir an o günlere gittim. Her iki çıkış da uzun ömürlü olmadı. Sanıyorum Başbakan Erdoğan ve AK Parti kadroları o 2005 deneyiminden önemli sonuçlar çıkartarak bugünlere geldiler... Ağar ise tam bir hayal kırıklığı yaşadı. “Düz ovada siyaset” diyerek bugünleri gören bir çıkış yaptı ama önce kendi partisine bile kabul ettiremedi. Kim bilir belki de bizim bilmediğimiz çok daha farklı tepkiler de gördü. Ve bir anda devleti bilen Ağar’ın siyasi hayatı bitti. O tecrübeden nasıl bir sonuç çıkardığını doğrusu merak ediyorum. Ama Ağar bu konuda konuşmuyor. Bu nedenle o günlerde Ağar’la birlikte hareket eden ve “Düz ovada siyaset” projesine en çok destek veren Osman Bostan’ la konuştum. Bostan, 90’larda Aydın Menderes’le birlikte Büyük Değişim Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Ağar’la ilişkisi de danışmanlık düzeyindeydi. Bostan’a önce “demokratik açılım” sürecine nasıl baktığını sordum. İşte tespiti: “Bu işe el atmak bile başlı başına bir takdir konusudur. Desteklemek gerekir. Ama Tayyip Bey meseleyi çok kendi merkezli bir iş olarak görüyor. Daha doğrusu bu hükümetin siyasi bir meseleyi yürütüş tarzında problem var. Demokratik gücü hayata geçirmede sıkıntılı... Şimdi her türlü provokasyona müsait bir zemin oluştu. Ama şikâyet etme hakkına da sahip değiller.” Bostan, gelinen bu noktadan geri dönüş olmayacağını da söylüyor. Ama nereye gidileceği konusunda kaygılı... Biraz geriye dönüp “Düz ovada siyaset” in neden yürümediğini soruyorum. Bostan’ın cevabı kısa: “Düz ovada siyaset önemli bir şeydi. Ağar bunu devam ettirebilseydi hem Türkiye hem de kendi açısında iyi olacaktı. Ama olmadı.” Ve sözü bugüne getirip içinden geçtiğimiz kaotik süreci değerlendirmesini istiyorum. Bostan zor bir konuyla uğraşıldığına dikkat çekip şöyle diyor: “Konunun aynı anda yürütülmesi gereken iki boyutu var: Birincisi Kürdün haysiyetini garanti edecek, ikincisi ise Türk’ün endişesini giderecek bir üslup bulmak. Şimdi Türkler ‘Vatan bölünüyor’ kaygısı taşıyor. Bu endişe idare edilmezse hiçbir adım atamazsınız. Öbür tarafta da Kürdün hassasiyeti garanti edilmezse adam o dağdan neden insin? Haysiyetini dağda aradı... Haysiyeti kıran bir zemin var bunu görmek zorundayız. Bununla yüzleşmezsek şartlar bizi hesaplaşmaya götürür. Yüzleşmeyi beceremeyen hesaplaşmak zorunda kalır.” Türkiye toplumunun tehlikeli gidişata geçit vermeyecek bir olgunluğa sahip olduğunun altını çizen Bostan, sözü asıl yapılması gereken yasal değişikliklere getirerek farklı bir öneri sunuyor: “Mesele bazı kavramları Anayasa’ya koymak değil. Türk demokrasisini, Anayasayı çağdaş bir metin olarak 8-10 maddeli ana ilkeleri düzenleyip diğer konuları anayasa dışında bir kanun düzenlemesi olarak görmek rahatlatır. Ama siz Anayasa tadilatına giderseniz dünyanın en iyi hukukçularına da gitseniz bunun çözümünü bulamazsınız.”
Mahmut Övür, Sabah, 11 Aralık 2009 |
12.12.2009 |