Basından Seçmeler |
Açılım sürecinde kriz!
AÇILIM sürecinde kaygı verici kriz işaretleri ortaya çıkıyor. Toplumdaki Türk-Kürt kutuplaşması artık futbol maçlarında bile patlak veriyor! Dün de iki DTP’li vekilin polis zoruyla mahkemeye getirilmesi için yargı karar verdi! DTP’li vekiller hakkında “terör örgütünü övme” suçlamasıyla 250’den fazla suç dosyası var! Dokunulmazlıkları olduğu için bekletiliyor. Selahattin Demirtaş ve Emine Ayna hakkında ise “zorla mahkemeye getirme” kararı verildi, çünkü bu fiilleri seçimlerden önce yapmışlar. Anayasa’nın 84. maddesi böyle durumlarda dokunulmazlık tanımıyor. Aslında “sistem” hayli hoşgörülü davrandı. Önce mahkeme bu vekillere, “kendilerini savunmaları” için yazılı davetiye gönderdi. Reddettiler. Bunun üzerine mahkeme, CMK 145. maddeye göre, “zorla getirilmeleri” için savcılığa yazı yazdı; savcılık, bu kararı çeşitli yazışmalarla geçiştirdi! DTP’li iki vekil, yine mahkemeye gitmeyi reddettiler! Bu defa mahkeme, TBMM Başkanlığı’na yazı yazdı, Meclis Başkanı “Vekiller tatilde, bulamıyoruz” diye cevap verdi! Ve mahkeme, yasal mecburiyet olarak, dünkü duruşmada, “zorla getirme” kararı verdi.
Amaçları gerilimi körüklemek Hiçbir vatandaşa bu kadar anlayışlı davranılmamıştır! Üstelik mahkemeye gitseler ya kendilerini savunacaklardı veya “İfade vermiyorum” deyip dışarıya çıkacaklardı; hepsi o kadar. Ama bunu sürekli olarak reddettikleri için, şimdi 29 Aralık’taki duruşmaya polis zoruyla getirilecekler! Belki fiilen direnecekler, itişip kakışma olacak! Tahrikçi sloganlar atacaklar! Türkiye’de ve dünyada TV’ler bunu yayınlayacak! Ayrıntılara kimse bakmayacak, dünya “Türkiye’de yine Kürt milletvekillerine polis baskını” falan gibi manşetlerle, flaşlarla çalkalanacak. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde protesto gösterileri olacak, belki kalabalıklar polisle çatışacak! Belki, Bursa maçındaki gibi karşıt ‘Türkçü’ gösteriler patlak verecek! İstedikleri de böyle şeyler zaten. Türklerle Kürtler arasında ne kadar ortak duygu kalmışsa onları da berhava etmek! Bütün bunlar ne için? CMK’nın 145. maddesindeki “zorla getirme” hükmünü uygulamak için! Gerçi asıl sorun Anayasa’nın 84. maddesindedir ama bunu değiştirmek zordur, böyle bir ortamda uygun da olmayabilir.
Adalet Bakanı’na öneri İki çözüm düşünüyorum: - Mahkeme, bu iki DTP’linin savunmasını almak için Meclis’e ‘naip hâkim’ gönderebilir; onlar bunu da reddederlerse “İfade vermekten kaçındılar” diye yargıç imzasıyla tutanak yazılır. - Yasada değişiklik yapılabilir: Şüpheli ve sanıklar hakkında çıkarılacak ikinci veya üçüncü davetiye ya da çağrılarda “Gelmediğiniz takdirde ifade vermekten vazgeçmiş sayılırsınız” şeklinde şerh yazılabilir, tercih şüphelinin kendisine bırakılır. Bu iki şıkkın da AİHM’de kabul göreceği kanaatindeyim; zaten muhakkak AİHM’ye başvuracaklardır, ‘siyaset’ yapmak için. Yasa değişikliği için bu iki hususu Sayın Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in dikkatine sunuyorum. Son söz: Etnik milliyetçiliği tahrik etmek ve PKK’ya daha da toplumsal zemin kazandırmak istiyorsak, gerilimi tırmandıralım! Sakinleştirici pratik çözümlerden uzak duralım! Aksine, biz de çatışmaları ateşleyelim! Mesela, bu ülkenin bir takımı olan Diyarbakırspor’a karşı ‘Türkçü’ sloganlar atarak Kürt milliyetçiliğini tahrik edelim!
Taha Akyol / Milliyet, 30.9.2009 |
01.10.2009 |
Hürriyet’teki buharlaştırmanın sebebi
“MİLLİYET” gazetesi genel yayın yönetmeni Sedat Ergin görevinden ayrıldı ve ardından “Hürriyet”e yazar olarak geçti. Yakında Hürriyet gazetesinde daha farklı gelişmelere tanıklık edeceğimizi zannediyorum. Ama zaten bir şeyler oluyor.. Alper Görmüş’ün hatırlattığı gibi Adli Tıp Enstitüsü eski Başkanı Prof. Sevil Atasaoy’un Hürriyet yazarlığı buharlaşmış durumda mesela. 10 Mayıs 2009’dan beri yazmıyormuş Atasoy. Ben de baktım, aynen Alper Görmüş’ün yazdığı gibi durum. 10 Mayıs’taki yazısında bir sonraki yazısının konusunu ilan ettiği halde o yazı bir türlü gelmemiş. Peki ama bunun sebebi ne olabilir? Ergenekon belgeleri arasında 1.Ordu eski Komutanı Org. Hurşit Tolon’a takdim edilen 47 sayfalık bir rapor yer alıyormuş. İstanbul Üniversitesi hakkındaki bu raporun altında Sevil Atasoy’un imzası varmış. Hürriyet yönetiminin bu rapordan daha o günlerde haberdar oldukları ihtimalini dile getirmiş Alper Görmüş. Bu yüzden Atasoy’un yazarlığı sessiz sedasız son bulmuş. Gerçekten de Hürriyet okurlarına hiçbir açıklama yapılmamış olması buharlaştırma işlemini doğruluyor. Atasoy “Taraf” gazetesinde yayımlanan söyleşide raporu kendisinin değil Ümit Sayın’ın yazmış olabileceğini iddia ediyor. Yani, Ümit Sayın, Sevil Atasoy’un ismini kullanmış. Gerçi Atasoy, Adli Tıp Enstitüsü’ndeki bazı atamalardan rahatsız olduğu, bu yüzden de Ümit Sayın ile birlikte 1. Ordu Komutanı Org. Hurşit Tolon’u ziyaret ettiğini itiraf etmiş. Burası da çok ilginç tabii. Hukuka aykırı bir atama işlemi varsa, niye yargıya değil de 1. Ordu Komutanı’na şikayette bulunmuş? Olayın neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
Abdullah Muradoğlu Yeni Şafak, 30.9.2009 |
01.10.2009 |
Bu herifleri kimse okumaz!
GÖZÜNÜZDEN kaçmış olabilir... Ergun Babahan gündeme getirdi, hatırlattı: Hürriyet gazetesinin eski “konuk” yazarlarından Profesör Sevil Atasoy, eski 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon’a (kendisi şu anda Ergenekon sanıkları arasındadır), İstanbul Üniversitesi’nin çeşitli öğretim üyeleri hakkında “rapor” yazarmış!... Hanım, raporların kendisi tarafından değil, bir başka Ergenekon sanığı tarafından verildiğini, oyuna getirildiğini söylüyor ama kimse inanmıyor. Tolon Paşa da, hanımın Hürriyet’te yazı yazması için gazetenin yönetiminden “ricacı” olmuş!... Beyhude gayrettir. Birtakım “bürokrat eskilerine” gazetede ara sıra yazı yazdırmak, Babıali’de eski bir gelenektir... Hani, birtakım bürokrat eskilerini holdinglerin yönetim kurullarına almak, emekli maaşına bir de “arpalık” katkısı sağlamak gibi... Eh onlar da eşek değillerdir ya, holdingin Ankara’daki bazı “iş takiplerine” herhalde bir ölçüde yardımcı olacaklardır! Gazetelerde yazı yazdırılan (yazmalarına izin verilen) emekli bürokratların da “devletin sesini duyurmada” yardımcı olacakları düşünülür, böylece devletle, hele devletin “derin” cinsiyle gazetenin arası da iyi tutulacaktır... Ne olur ne olmaz... Günün birinde arkadaşları darbe marbe yaparlar, sakata gelmeyelim... Bu bürokratların bu gereksiz gazete serüvenlerinin kimisi kısa sürer, kimisi daha uzun soluklu çıkar. Fakat öyle ya da böyle, “davulcu yellenmesinden” öteye gitmez. Yazılarını kimse okumaz! “İlk iki yüze” bile giremezler. Çünkü yazı yazmayı, hele hele okutmayı bilmezler. “Bana da bir köşe verseler neler neler yazarım” böbürlenmesi, “beni de televizyona çıkarsalar neler neler anlatırım” saftırıklığı kadar gülünçtür. Burun kıvırdıkları profesyonellerden öğrenecekleri çok şey vardır, kendilerine yediremezler. Yazma yetenekleri yoktur, farkına varamazlar. Ortaya sürdükleri düşünceler de, düşünce falan değil, “malum teranedir”. Kamuoyu bunların görüşlerinden yararlanacaktır, tezgâhın kılıfı öyle uydurulmuştur ama görüş olmayan görüşleri kimsenin umurunda değildir. Bulundukları yere gelmemiş, getirilmişlerdir. Çoğu da epeyce yaşlıdır bunların, bir süre sonra yazarlık heveslerini “doğal nedenlerle” bırakanlar da olur. Geldikleri gibi giderler. Kimisi de Sevil Hanım gibi “ufak ufak ortalıktan tozolma” yolunu tercih eder. Mürekkep ve kâğıt ziyan edilmiş, atılmış olan taş ürkütülmüş olan kurbağaya değmemiştir. Gazetenin yöneticisine de, bürokrasiye kulluk etmenin utancı kalır. Utanma duygusu varsa...
Engin Ardıç Sabah, 30.9.2009 |
01.10.2009 |
Hukuk mukuk tanımam arkadaş!
MİTHAT Sancar’dan dinledim... Bir kitaptan aktarıyordu... Muhtemelen kendi kitabıdır... Adalet dağıtmakla görevli bir hâkim şöyle buyurmuş: “Devletin çıkarları söz konusu olduğunda hukuk mukuk tanımam arkadaş...” Budur işte... Hukuk mukuk tanımayanların ülkesinde adalet arıyoruz... Hukuk mukuk tanımayanların ülkesinde “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “hâkim dokunulmazlığı” türünden laflar ediyoruz. Bizim bildiğimiz, hâkim “hukuk” • korur... Devleti değil. İcabında, devleti mahkûm eder. Kimliğine, aidiyetine, titrine, üniformasına, mesleğine, işgal ettiği konuma, akrabalık ve yakınlık derecesine bakmaz, suça bulaşmış her düzeyden devlet görevlisi için “tecziye mekanizması”nı işletir. Hâkim, “Bizim çocuklar” demez... Diyemez. “Koçum Ömer’im” şeklinde bir cümle kurmaz. “Bu ülkeyi beğenmiyorsanız, gidin uzayda yaşayın” diye sanıklara kapıyı göstermez... Hele, “Devletin çıkarları...” gibi bir laf hiç etmez... Edemez... Mithat Sancar’ın aktardığı o cümle, niçin Türkiye’de bir “yargı reformu”nun şart olduğunu anlatmaya yetiyor da, artıyor bile. İstisnaları yok mu? Hukukun üstünlüğüne inanan, “hukuk devleti” ilkelerini her türlü ideolojik mülahazanın önüne geçirmiş, kararlarıyla “Türkiye’de hâkimler var” dedirten yargıçlarımız yok mu? Fazlasıyla var... Fakat, öte yandan, “hukuk devleti”nin değil, doğal olarak (doğal olarak, çünkü adalet mekanizması buna göre yapılandırılmış) “ideolojik yargı devleti”nin umdelerine göre hareket eden yargıçlarımız da yok mu? Hukuk mukuk tanımazlar, ama çok güzel konuşmalar yaparlar. Kuruluş, açılış ve yıldönümü törenlerine bakın, yapılmış çok güzel konuşmalara şahit olacaksınız. Biri vardı... Bir yüksek yargıç... Harika konuşmalar yapar, mütemadiyen “hukuk”un altını çizerdi. Sessiz, içe kapanık, efendiden bir adamdı. Üst üste şahane iki konuşma yaptığı için, Meclis tarafından Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanı seçilince, ilk üç yıl uyguladığı teamülleri değiştirerek, Çankaya’nın kapılarını bazı sivillere kapattı. “Hukukun üstünlüğü” diyordu, süreç içinde “üstünlerin hukuku”na boyun eğdi... Farklılıkların ve karşıtlıkların “hukuk devleti güvencesi” altında olduğunu söylüyordu, farklılıkları ve karşıtlıkları yok etme cihetine gitti. Biri daha vardı. Bir yüksek yargı kurumunda “daire başkanı” olarak görev yapıyordu. Bir hâkim, evet. Bir gün karşısına başörtülü bir sanık getirdiler. Sinirlendi, “Bu şekilde savunma yapamazsın, başörtünü çıkar öyle gel” dedi ve sanığın savunma yapmasını engelledi. Durum, bir üst merciye şikâyet edildi. Üst mercideki “yüksek hâkim”, savunma hakkı elinden alınmış sanığı kollayacağına, bu “hukuk dışı” ve “antidemokratik” uygulamayı savundu. Hatta, daha da ileri gitti: Kişinin uyarılara uymaması (yani başörtüsünü çıkarmaması) durumunda “tutuklanabileceğini” söyledi. Devletin âli menfaatleri bunu gerektiriyordu. Biri daha vardı... Darbe yapıp anayasal düzeni ortadan kaldıranlara teşekkür ziyaretine gitmişti hani... Bu yüksek yargıcın görevi neydi, biliyor musunuz? İnanamayacaksınız ama, her türlü “silahlı” ve “silahsız” müdahaleye karşı “anayasayı korumak...”
Ahmet Kekeç / Star, 30.9.2009 |
01.10.2009 |