Görüş |
Bir geceyi farklı kılan
ayli dolmuştu zihnim. Yazmam gerektiğini hissettim bir an. Gözlerim kalemimi aramaya başlamıştı bile, defterim yan oda da olacaktı eminim. Sonra başım sağa sola hareket ederek, bacaklarım da ‘ben de varım’ dercesine kıpırdanmasıyla katkı sağlamıştı bu deverana. Sonra sonra derken bedenim doğruldu bir an... Peki ya ellerim? Onlarda kollarımla beraber bir omuz verdi, bu her zaman tekrar eden yükselişe. Oysa istemekle yetinmiştim. Etrafa bir süre bakındıktan sonra yeni aldığım ‘Çin malı’ çantamın içinde buldum onu. Bir hayli uzun sürmüş parmaklarımla kalemimin özlem dolu ayrılığı; fakat işin ‘acip’ olan tarafı hiç de yabancılık çekmemişti ikiside sarılırken birbirlerine. Damla damla sesleniyordu su, çeşmemden; bir hayli gürültülü çalışıyordu buzdolabım. Aynı kaderin başka başka şeritleriydi gittikleri. Onlarla da ayrılık vakti göründü desem yalan olmazdı. Kanımca epey uzun bir ayrılık... Vakit kısa zira yaz mevsimi. Gecenin içine düştüm yapayalnız. Gayriihtiyarî bir seçim sayılmazdı bu düşüş. Bu geceyi diğerlerinden farklı kılan gökyüzünde ki kandile bir ‘elif’ çizilmesi değildi elbet, çünkü “Allah insanları hayret’ler içinde bırakacak o kadar çok şey yaratmıştı ki; farklı bir şey göstermesine ihtiyaç yoktu.” Bu geceyi farklı kılan sadece… Önünde kocaman bir tarla olan ve manzarayı engellemek için görevlendirilmiş taşlarla örülü küçücükten birazca büyük duvarı bulunan ve kendimi bildim bileli her mevsim meyve verdiğine şahit olduğum vişne ağacının, birbirinden farklı veya birbiri ile aynı yapraklarının o yana bu yana salındığı ve bahsettiğim tarlaya “ben buradayım” dercesine göğsünü gere gere, sessiz naralar savuran minicik bahçemden geliyordu bu ses. Çocuk mu, kedi mi pek ayırt edemediğim, daha sonra kedide karar kıldığım hazin ve rikkatli bir çığırtıydı bu. Karanlık bütün orduları ile üzerimdeydi. Görüş mesafesi yoka daha yakın –bu tesbit arka bahçemden-. Keza Adetullah kanunlarına muvafık olarak dışarıda nelerin var edildiğini göremedim. Sayfa sayfa yaratılan geceyi; çevire çevire; harf harf, kelime kelime okumak kolay değil. İstekli de değilim açıkçası. Aslında, sözün özü, şey… Ben kediye takılmıştım. Zira bir şeyler anlatıyordu her halde. Gecenin yarısında önemli bir şey olmuştu kesin. Derken kedi, cırcır böceğinin sesine yenik ayrıldı tatlı kapışmasından. Düşünceler sarıp sarmaladı o an bedenimi. Gecenin bilinmeyen dakikalarında aklî uçurumlardan yuvarlanıyordum. Acaba; Yeni aldığı elbise miydi onu bu gece yarılarına kadar uyutmayan? Siyahın altına sarı olmaz dediği ve vitrinde bıraktığı o bir çift ayakkabı mıydı anlata anlata bitiremediği? Ya da yetmişine dayadığı merdivenin en üst basamağı ayacıklarının altında olduğu halde, gençliğindeki şatafatlı günlerini yâd mı ediyordu bir diğer yetmişlikle? Bu gün arkadaşı mı kırmıştı onu ve gıybetini mi ediyordu yoksa? -ama gıybet kötü bir şeydi- hiç sevmezdi başkalarının onun hakkında gizli kapaklı konuşmasını. Ters mi tepmişti babasının söyledikleri? Fakat babasıydı o, haklı bir sebebi vardı elbet vitrinde duran o alabildiğine kızıl futbol topunu almamasının yanında. Olamaz! Yatsı namazını mı kılmamıştı? Sanırım şeytan gaflet sınırlarına dâhil etmişti garibimi. Kazanamadığı milyonlar mıydı? Piyango böyle bir şeydi demek. O çok sevdiği ‘yâr’ından mı ayrıldı; ‘karşılık görse’ de ‘firak’ mıydı ağır gelen yüreğine? İşten mi atılmak mıydı bu hazin sesin kaynağı? Sınavları mı kötüydü? Hay aksi çok da çalışmıştı. Aman Allah’ım! Gece aklıma tesir etti galiba... Kediydi bu, sadece kedi ne diyebilirdi ki; ‘YA RAHİM ‘ ‘YA RAHİM’ elbette… Evet, bu geceyi farklı kılan da sadece… |
ERSİN ACAR 22.08.2009 |
SİZ
bağış bekleyen beyaz renkli simalarda sönük bakışlar biçilen kefen tenlerinizde … yüzünüze bakmayacağım göğsüme çarpar renginiz inceliyor ruhunuz farkında mısınız paranız pulunuz geçmez susun dedim çekiliniz … taş üstünden taş alırken elleriniz ağlamayın ağlar melekleriniz hadi bulun izinizi sürgün yerinin içinizde
kıyamete kadar eğleniniz … bir sabah kalkarsınız bir dervişin nefesinde boğulur cümleleriniz sizin sözleriniz başka yabancı türküleriniz hadi tepininiz
çiğneyiniz kendinizi … oysa ne güzeldi sarı saçlarınız, beyaz teniniz et pazarında sergilenen meleklerdiniz
kimse görmedi sizi ağlardı değil mi içiniz …
kış gelmedi fakat ne kadar soğuk bedeniniz bahçenizde kırıldı değil mi kuşların kanatları
uçan kuşları yere mahkûm ettiniz … gözüm üstünüzde sokak lambalarında böcekler yosun tutmayan kuzey yanı caddelerin kaç kurbanı öptünüz dudağından tuz kokuyor nefesiniz
yağmur yağıyor şimdi izliyorum
gözüm üstünüzde
kıyamete kadar eğleniniz |
Yusuf BAL 22.08.2009 |
“Geldi Çattı Ramazan”
Ramazan’ın bizim magazin basınında ve o kabil neşriyât yapan sesli ve görüntülü organlarda ayrı bir yeri vardır. O güne kadar İslâmiyetle ilgili bütün konularda can sıkıcı bir tavır takınan media, birdenbire Ramazan sofusu kesiliverir. Çeşitli yayınları promosyon olarak dağıtır. İbâdet ve tâatlerle ilgili akla-hayâle gelmez yenilikler, parlak fikirler serdeder. Geçmiş yıllardaki uygulamalar ile Diyânet İşleri Başkanlığı’nca sonradan yapılan sahur ve imsak hesaplarına göre, günde kaç sâniyeden, meselâ yetmiş yıllık bir ömürde ne kadar saatler, günler fazla oruç tutulduğunu veyâ namaz kılındığını hesaplar. Hele, iftar ve sahur sofralarında, nice uçuk–kaçık malzeme ile hazırlanan, pek çok vatandaşımızın hayâtta tatmadığı acâib yemeklerin mâliyeti üzerinde, on beş gün önceden başlayıp bayrama kadar süren yazılar, konuşmalar, yorumlar yapar. Hangi otelde, hangi lokantada hangi mönünün, kaça sunulduğunu ballandıra ballandıra anlatır. Bunlara göre Ramazan demek, sanki, gündüz ağzı bağlı kalındığından dolayı yenemeyen yemeklerin sabaha kadar kazâsının yapılması demektir. Dînî vecîbeler yalnızca oruç tutmak, bayram namazına iştirâk etmek ve fazlaca sofu meşrepliler tarafından bir de terâvih namazı kılmaktan ibâretmiş gibi gösterilmeye çalışılır. Şimdilerde, bu gibi yayın kuruluşlarında hayli akademik unvanlı ilâhiyatçı ismine rastlandığı düşünülürse, bu davranışlarının altında iyi niyet bulunduğunu sanmak, çok iyi niyetlilik olur… Bahse konu neşriyatın asıl gayesi: dînin yalnızca adını taşıyan, ibâdete müteallik tarafının cenâze ve bayram namazlarına münhasır tutulduğu, haydi bir de yıllarca çalışılmasına rağmen tamâmen silinemeyen Ramazan orucu ile kandil gecelerine has olduğunu sanan insanlar yetiştirilmesidir. Hele, dînin – hangisi olursa olsun fark etmez – dünyevî husûslardaki emirlerinin hâtırlanması hiç istenmez… Günümüzde, yaratılış gerçeğine inanmayan bütün felsefelerin birlikte hareket ettiği görülmektedir. Ancak, diğer ülkelerden farklı olarak, memleketimizde bâzı kesimler, laikliği kendi bildikleri gibi yorumlamaktadır. Emsâli başka topluluklarda kolay görülmeyen tatbîkata göre, laik olması gereken devlet ve kurumları değil de, fertler imiş gibi davranılmaktadır. Halbuki, şahıs laik olmaz. Hangi düşünce ve inançta olursa olsun, devletin ve onu temsil eden kurumların görevi, o şahsın haklarını herkese karşı korumaktır. İnanç ve fikirlerine kolaylık sağlamaktır. Başkalarının hak ve menfaatlerine tehditkâr ve tecâvüzkâr davranmadıkça şahsı muâhaze etmemektir. Her insanın istediği akîdeye sâhip olması ve inandığı gibi yaşaması onun tabiî hakkıdır. Bu inancının levâzımâtını gerek kendi hayâtında, gerek sorumluluğu altındaki âile fertlerinin yaşayışında uygulaması da bu hakkın bir netîcesidir. Bir âile, çocuklarını kendi fikirleri doğrultusunda ta’lim ve terbiye eder. Ancak, kişi reşîd olduğunda âilesinin salâhiyetinden ve mes’ûliyetinden çıkar. Ondan ötesi, tavsiye ve temennî seviyesinde kalır. Cem’iyyeti bütün yönleriyle istedikleri gibi yeni baştan inşâ etmek gibi yüce bir görevle tavzîf edildikleri zu’muna kapılan bizim basın ve yayın organlarımız; yıllardır, meydanın da boş olmasından bil-istifâde, istedikleri gibi cirit atmaya alışmışlardır. Şimdi, karşı safta ortaya çıkan ve hakkı-hakîkati olduğu gibi aksettiren meslekdaşlarına taaccüble ve hiddetle bakmaktadırlar. İnsanları bir kalıptan çıkmış gibi yapmak emeliyle hareket eden bu bizimkilerin en fazla bozulduğu husûs; taklîd ederek onlara ulaşmak istedikleri Avrupa’nın, artık her işin başına insanların vazgeçilmez hakları ve demokrasiyi getiriyor olmasıdır. “Bizim gayemiz bu değildi! Nereden çıktı bu insan hakları ve demokrasi? Netekim, ilkelerimiz arasında da yer almıyor…” diye düşündükleri, şaşkınlıklarından anlaşılıyor. Kolay değil! Nerde ise, bir asırdır milleti istedikleri elekten geçirip, istedikleri kıvamda yoğurmaya alışan, durumdan vazîfe çıkarmaya âmâde bu kişi ve kuruluşlar, son nefeslerine kadar sürüklendikleri yoldan dönemezler… Kendilerinden ve yaymaya çalıştıkları fikirlerinden gittikçe uzaklaşan insanları daha fazla ürkütmemek; te’sîr sâhalarını daraltmamak için de dînî gün, gece ve ayları kullanmaktan vazgeçemezler. “Ramazan geldi. Zama zam geldi.”, “Vatandaş bu yıl iftarda pastırma, sahurda sucuklu yumurtayı kaça yiyecek?”, “Hurmanın iyisi, kurbanın irisi ne kadar?”, “Kurban Bayramı, bu yıl hacc’a rast geldi.” “Fitreyi hava kurumuna, deriyi davul durumuna nasıl getiririz?” gibi pek çok ince ve ilmî konuda yazar, çizer ve konuşurlar. Ne diyelim! Allâhu Teâlâ onlara insâf, bu ülkenin insanlarına da iz’ân ihsân eylesin… |
EKREM KILIÇ [email protected] 22.08.2009 |