Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
İki çeşit günah vardır ki, cezaları âhirete bırakılmadan dünyada verilir: Zulüm ve ana babaya isyan.
Câmiü's-Sağîr, No: 1686 |
05.07.2009 |
Tesettür, kadını heves âleti olmaktan kurtarır
Sanemperestliği şiddetle, Kur'ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nev'î taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekâbil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık samimî hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.
Sözler, 374, (yeni tanzim, s. 663)
LÛGATÇE:
sanemperestlik: Puta tapıcılık. men: yasaklama. sûretperestlik: Görünüşe çok ehemmiyet vermek, sûretlere, resimlere çok düşkün olmak. muâraza: Biri ile yarışmak, birbirine karşı gelmek. zulm-ü mütehaccir: Taşlaşmış zulüm. riyâ-i mütecessid: Cesed haline girmiş gösterişlilik. heves-i mütecessim: Cisimleşmiş heves. merhameten: Acıyarak, şefkat ederek, koruyarak. hevesât-ı rezîle: Boş, bâtıl ve günahlı şeylere âit olan istekler ve hevesler. âlet-i hevesât: Gelip geçici istekler, arzular âleti. metâ: Fayda, menfaat; eşya, tüccar malı. mâbeyn: Ara, arasında. mütekâbil: karşılıklı. izâle: Ortadan kaldırma, yok etme. sukût-u ruh: Ruhun alçalışı. nazar-ı şehvet ve heves: Heves ve şehvetle bakmak. |
05.07.2009 |
Sû-İ ZAN HASTALIĞI
Hüsn-ü zan, iyi düşünmek, iyiye yormak anlamlarına gelmektedir. İnsanlar hakkında mümkün olduğu nispette hüsn-ü zan etmek gerekir. Çünkü hüsn-ü zannın zıddı olan sû-i zan pek çok kötülüğün kaynağıdır. İyi hâl, hüsün, güzellik asıldır; şerler, çirkinlikler, suçlar ârızîdir. Yani sonradan ilâve edilmiş, kesbedilmiş anlamındadır. Kötülükler kendi emâre ve delilleri ile ortaya çıkacağı ana kadar bir insan masum sayılır. Bu hukuken de temel bir prensiptir. Sû-i zan dinimizde haram kılınmıştır. Sû-i zan ile buğz-u fillah arasında elbette fark vardır. Yani sû-i zanda zan hakimken, buğz-u fillah da emare, delil hâkimdir. Yani bir kimsenin bir günah işlediğini öğrendikten sonra, içinden geçirilen günaha, harama karşı hissedilen düşünce buğz-u fillahtır. Kalbe gelen her hatıra, düşünce sû-i zan olmaz. Zan haline gelmesi kalbin de onu tasdik etmesiyle oluşur. Çünkü öyle olsaydı, insan kalbinden, zihninden akşama kadar yüzlerce düşünce geçmektedir. Bu düşüncelerin çoğu, ihtiyarsız gelip geçmektedir. İşte bir din kardeşine karşı zihinden geçen bir düşünceye kalp de meyleder ve tasdik ederse bu zanna dönüşür. Bir mânevî hastalık olan sû-i zan, su-i ahlâktan doğan bir neticedir. Çünkü her insan kendi aynasının müşahedâtına tabidir. Kendi penceresinden etrafı, hadiseleri, insanları mahlûkatı değerlendirir. Penceresi kirli olan birisinin dışarıdaki güzellikleri görmesi mümkün olmadığı gibi, çirkin görülen hadiseleri bile güzele yorumlaması hiç mümkün değildir. İşte bu yüzden, “kişi kendisinde bulunan sû-i ahlâkı sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin ve başkaların bazı harekâtını hikmetini bilmediğinden takbih etmesin.” (Mesnevî-i Nuriye) Bir kimsenin salih veya fasık olduğu bilinmiyorsa, hüsn-ü zan etmek gerekir. Eğer bu iki vasıf ihtimali müsâvî ise, buna şek, şüphe denir. Müsâvî değilse, fazla olana zan, az olana vehim denir. Bunu şöyle açıklamak gerekir. Meselâ bir insanda iki vasıftan, (biri iyilik, biri kötülük) iyi olma ihtimali fazla ise, yani şimdiye kadar bir kötülüğü görülmemiş ise, ehl-i iman ise, çevresindeki insanların o kimse hakkında olumsuz bir tecrübesi yok ise,—bunların sayısı arttırılabilir—bu insana iyi olduğu yönünde kalbî temayül zan niteliğini taşır. Durum böyle iken, bu kadar hüsn-ü zan etmek için sebepler var iken, öbür şıkkı düşünmek (kötü olma ihtimali), o ihtimale yapışmak, vehimden, kuruntudan başka bir şey değildir. Bunun tersi de mümkündür. Maddî ve manevî hayatı zehirleyen bu hastalık hemen tedavi edilmezse başka başka manevî hastalıklara dönüşür. Çünkü içinde su-i zan mikrobu büyümeye başlamışsa, arkasından şeytan onun bu düşüncesinden istifade edip, konuşturup, gıybet de ettirecektir. Mânevî hastalıkların şiddetine göre, iftira, adavet ve kin, ona gelen sıkıntıya sevinmek, tezlil etmek gibi bir çok ahlâk-ı seyyieye bulaşacaktır. Yani bu hastalıklar hem kendileri hastalık olduğu gibi, hem de başka başka hastalıkların da sebebidirler. Hüsn-ü zan mümkün oldukça, sû-i zan etmemek gerekir. Hele bu bir mü’min kardeşimiz ise, asıl olan yaklaşım bu olmalıdır. İnsanlar hakkında sû-i zan etmek haramdır. Bunun yerine hüsn-ü zan esas alınmalıdır. Fakat hüsn-ü zanda da bir ölçü lâzımdır. Hakkında hüsn-ü zanda bulunduğumuz ve senâvârî sözler sarf ettiğimiz insan onu hazmedecek kadar olgun olmayabilir. Bizim onun hakkında düşündüğümüz ve söylediğimiz sözler onu iyice küstahlaştırabilir. Hatta başkalarının da aldanmasına sebep olabilir. O halde yapılacak şey, herkes hakkında hüsn-ü zan etmekle beraber, onlara olduğundan fazla payeler yüklememek olmalıdır. Bizim dinimiz, ölüp giden insanların arkasından dahi, hüsn-ü zan etmenin gerekliliğini öğütler. Çünkü arkasından yapılan zanlar, o mü’min için bir duâ hükmündedir. İnsanlar hakkında hüsn-ü zan etmeyi bir ahlâk haline getirmek gerekir. Fakat her zaman bu gerçekleşmeyebilir. Yine de gün içinde ne kadar çok tercihimizi bu yönde kullanırsak, o düşünce bizde hâkim olmaya başlayacaktır. Sû-i zan penceresi zayıflayacak ve hem kişileri, hem de hâdiseleri doğru okuyup, değerlendirme melekesi kazanacağımız muhakkaktır. Sû-i zan psikolojik bir hastalıktır. Çünkü bu psikolojinin temelinde enaniyet yani kendini beğenme, takdir etme düşüncesi yatar. Kendini beğenen başkasını beğenmez. Bediüzzaman bunu şu veciz ifadesiyle tanımlar: “Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevemez.” Sû-i zanların en kötüsü de Allah’a karşı yapılanıdır. Günahların affedilmeyeceğini zannetmek gibi. Çünkü hadis-i şerifte, “Allah-ü Teâlâ’ya hüsn-ü zan ediniz” buyrulmuştur. Zümer Sûresinde de, “Ey günahı çok olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah günahların hepsini affeder. O sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.” Dolayısıyla Allah’a yapılan sû-i zan, ye’is hastalığından doğmaktadır. Yine bir hadis-i kudsîde, “Ben kulumun zannı üzereyim” buyrulmuştur. Üstelik Allah’a hüsn-ü zan etmek ibadettir. Sû-i zan öyle bir hastalıktır ki, insanı küfre götüren bir sürecin ilk iç sesleri bile olabilir. Yahudilerin Hazret-i Üzeyir’i, Hıristiyanların Hazret-i İsa’yı Allah’ın oğlu olarak görmeleri düşüncesi yanlış zanlarının bir neticesidir. Sû-i zannın altında yatan psikoloji, kötü ahlâk ve insafsızlıktır. Bu yüzden böyle hasta insanlar, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmezler. Hatta ‘bir seyyie ile on haseneyi örtmek’ gibi tam bir insafsızlık sergilerler. O halde toplumun manevî olarak hastalanma sebeplerinden birisi olan sû-i zannı yok etmek, ancak hüsn-ü zannı hâkim kılmakla olacaktır. |
YASEMİN YAŞAR 05.07.2009 |