Basından Seçmeler |
Cumhuriyetin temellerini Abdülhamid attı
TBMM Başkanlık Divanı Meclis Onur Ödülünü bu yıl “yurt dışında Türkiye’yi tanıtmada gösterdiği başarıdan dolayı” Kemal Karpat’a verdi. Bundan tam 50 yıl önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde ben Kemal Karpat’ın öğrencisiydim. Hocadan “Türkiye’nin Sosyal Yapısı” adlı bir ders almıştım. Geçen Cumartesi eşimle birlikte kendisini ziyaret ettik. Hem geçirdiği ameliyat dolayısıyla geçmiş olsun dedik, hem de aldığı ödü liçin tebrik ettik. Pek tabii tartışmalı güncel konular hakkında düşüncelerini de öğrenmeğe çalıştık. * * * Kemal Karpat’ın milletlerin kültürel değişmelerini anlatmak için derste kullandığı bir örneği aklımda kaldığı şekliyle anlatmak istiyorum. Hoca’ya göre bir ülkenin kültürü (yaşam tarzı, değer yargıları, bilgi ve beceri birikimi, inşa ettiği kurumları ve sanatı) bir fıçıda üst üste biriken yağlı boya gibidir. Fıçıya yüzeysel olarak bakanlar, son konan boya katmanı, altta kalan eski boyalarla henüz karışmadığı için yanlış sonuç çıkarır. Fıçının içindeki boyanın tamamı, üstte gözüken renktenmiş zanneder. Bir süre sonra, fıçının içindeki malzeme birbirine karışmaya başlar ve farklı renkler ortaya çıkar. Cumhuriyet devrimleri, Türk kültür fıçısına son konan boyadır. Ama fıçının içi başka renkte boyalarda doludur. Demokratikleşmeyle birlikte bunlar görünür hale gelecektir. * * * Kemal Hocaya şunları sordum ve cevaplarını sadece dinledim. 1. Cumhuriyetin temelleri, Abdülhamit tarafından atılmıştır demekle ne kast ettiniz? 2. Cumhuriyetçiler, láik hayat tarzlarıyla ülke bütünlük ve bağımsızlığının tehlikede olduğunu sanıyor. Haklılar mı? 3. Hıristiyanlık ve İslam, laiklik yani din ile devlet işlerinin ayrılması kıstasına göre irdelendiğinde türdeş addedilebilir mi? 4. Asimilasyon nedir? Kürt meselesi nasıl çözülebilir? 5. Atatürk ve Atatürkçülük hakkında ne düşünüyorsunuz? Hocanın cevapları bu yazıya sığmaz. Benim anladığım Profesör Karpat, 50 yıl önceki bilimsel görüşünü koruyor. Türkiye’nin gidişatından memnun. “Laiklik demokrasinin değil, ama demokrasi, laikliğin en büyük güvencesidir” diyor. Cumhuriyet döneminde elde edilen başarılar, müstebit olduğu su götürmez Abdülhamit’in gerçekleştirdiği yapısal reformların meyvesidir diyor. İktisadi açıdan Abdülhamit’in “serbest piyasacı” olduğunu, yabancı sermayeyi ülkeye çekme ve özellikle taşrada Müslüman bir müteşebbis sınıf yaratma politikası izlediğini ileri sürüyor. Abdülhamit döneminin Yıldız Sarayı, bugünün Amerikan Beyaz Sarayı’dır; devlet oradan yönetilmiştir diyor.(...) Son Söz: Nehirler, kendi yataklarını yaratır.
Hürriyet, 4 Temmuz 2009 |
Ege Cansen 05.07.2009 |
Güzel bir MGK toplantısıydı doğrusu!
Bu manzaradan memnun olan elini kaldırsın… MGK toplantısından başlayalım: 8 saate yakın bir toplantı. Üzerine 3’lü olarak başlayıp 5’li olarak devam eden daraltılmış bir “MGK toplantısı” daha… Millet nefesini kesmiş, Çankaya’dan çıkacak açıklamayı bekliyor. “Acaba içerdeki hava nasıl?”, “Acaba o sıcak MGK toplantılarından biri daha mı yaşanıyor?”, “Acaba ülkedeki ‘çok hukukluluğu’—nihayet—kaldıran yasa etrafında nasıl bir münakaşa devam ediyor?” Şimdi siz söyleyin: Bir “demokrasiye” yakışan bir manzara mıdır bu? Genişleyip daralan sayılarıyla bir grup devlet adamı kapalı kapılar ardında toplumu doğrudan ilgilendiren bir büyük meseleyi tartışmakta-kararlaştırmaktalar. Tartışılan-kararlaştırılan konu bir “devlet sırrı” filan değil, uzaktan yakından ilgisi yok . Tartışılan-kararlaştırılan konu, toplumun temsilcileri (milletvekilleri) aracılığıyla demokrasi sıfatını daha fazla hak edecek bir yapıyı, bir sistemi oluşturabilmek için el kaldırdığı bir yasal düzenlemeden ibaret. Bu konuda da “saydam” olunmayacak ise, demokrasinin bu temel ilkesi nerede sınanacak? Demek ki, “saydamlık talebi” demokrasilerde temel bir haktır. Bu hakkın üzerine kimse oturamaz; bu hakkı kimse sınırlayamaz; anayasasında “hukuk devleti” yazan bir devlette, toplumun yarınının kendisinden habersiz tartışılmasına-kararlaştırılmasına kalkışılamaz. Şaşırmadım ama yine çok güldüm doğrusu. 8+3(?) saat süren toplantının “özeti” bu mu? Yani MGK toplantısından sonra yapılan ve tarih öncesinden kalma “klişeler”le donanmış bu açıklama mı? Yazık doğrusu; bu kadar zahmete yazık… “Toplantıda, ülke güvenliğini etkileyen iç ve dış gelişmelerin kapsamlı bir değerlendirilmesi yapılmış;” Ne kadar ilginç, demokrasinin tadını çıkaran bir toplum olarak çok aydınlandık doğrusu… Demek bu ülkede böyle “değerlendirmeler” de yapılıyormuş… “Ülkemizin bütünlüğünü ve milletimizin birliğini ve huzurunu bozmaya yönelik her türlü faaliyete karşı yürütülen mücadelenin, halkımızın güven ve desteği ile sürdürüleceği belirtilmiştir. Bu konuyla ilgili çalışmalar da gözden geçirilmiştir.”(!) İyi iyi, hiç değilse bu sefer farklı bir konu ele alınmış… “Halkımız” da zaten sadece bu konu ile meşgul; sözü edilen “güven ve desteği” daha fazla nasıl sürdürebileceğini düşünmekte… “Ayrıca devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin tepki ve düşünceler dile getirilmiş, bu tür faaliyetlerin ülkemize bir fayda sağlamayacağı teyit edilmiştir.”(!) İşte size 8+3(?) saat boyunca “masaya yatırılan” ilginç bir konu daha… Bir demokraside “devletin kurumlarının yıpratılması”nın MGK’nın bu derece ilgisini ve “tepkisini” çekmesi şaşırtıcı doğrusu. Bir demokraside aklınıza gelen bir “devlet kurumu”nu eleştirmek, sırasında ağır biçimde eleştirmek, yeri geldiğinde “gülünç düşürmeye” çalışmak vs. (yani “yıpratmak”!) yasak mı? Diyelim ki bir “devlet kurumu” olarak “YÖK”ü ısrarlı biçimde her gün “yıpratıyorsunuz”; MGK bunu niçin “düşünecek” ve buna “tepki” duyacakmış. Diyelim ki ülkenin “ordusunu” sahip olduğu özelliklerinden (mesela “dayak” ve “disiplin” konusu) dolayı ülkedeki demokrasinin (ve “demokrasi kültürünün”) gelişmesinde önemli bir engel olarak görüyor ve bunu fırsat buldukça bir biçimde toplumla paylaşmaya çalışıyorsunuz. Ve bu “yıpratma”yı çok tabii olarak yapıyorsunuz, çünkü bir “demokraside” yaşadığınızı düşünüyorsunuz. Çünkü ordunun bu yönlerinin “yıpranması” gerektiğini düşünüyorsunuz. “MGK acaba ne der?” diye mi düşüneceğiz? Takdir edersiniz ki bu manzaranın adı sadece “askeri vesayet rejimi” değil; MGK’nın yarısının “siviller”den oluştuğunu hatırlayacak olursak, bunun adı “sivil” ve “asker”in el ele oluşturduğu “MGK vesayet rejimi” olsa gerek… Peki bu can sıkıcı açıklamayla sona eren son MGK toplantısını önemli ve ilginç kılan birinci husus nedir? Bana göre şudur: Son MGK toplantısı, “Yürütme” ve MGK’nın asker kanadı tarafından “Yasama”nın bir “büyük gece”de üstesinden geldiği “büyük adım”ın nasıl “ehlileştirilebileceğinin” tartışılıp kararlaştırılmasına sahne olmuştur. İnşallah yanılıyorumdur…
Yeni Şafak, 4 Temmuz 2009 |
Kürşat Bumin 05.07.2009 |
‘Demokratik eşik’ aşılırken...
Kim ne derse desin, şu anda Çankaya’ya taşınmış olan ‘askerlerin sivil yargıda yargılanması’na ilişkin kanun değişikliğinin akıbeti ne olacaksa olsun, Türkiye geçen hafta ‘demokratik modern bir devlet’ olma yönünde çok önemli bir eşiği aştı. Kim ne kadar farkında bilemiyorum ama ‘demokratikleşme eşiği’nin aşılmasının göstergesi Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un basın toplantısı ve ertesi oldu. Orgeneral Başbuğ, basın toplantısı yapmadı, hiçbir demokratik ülke yönetiminde görülmeyecek, görülmesi mümkün olmayacak türden bir ‘askeri gösteri’ yaptı. 36 generali arkanıza alarak basın toplantısı yapmak ne demek? Herhangi bir ‘demokratik ülke’de bir Genelkurmay Başkanı, arkasına 36 generali dizerek ‘basın toplantısı’ yapıyorsa, bunun doğal tercümesi o ülkede bir ‘askeri müdahele’ olduğu veya ‘ordunun iktidara el koymak üzere’ bulunduğudur. O görüntüyü gören herkesin aklına, bu bir ‘askeri resttir; eğer o rest görülmez ise, bunun doğal devamı, ordunun yönetime el koymasıdır’ düşüncesi gelir. Genelkurmay Başkanı ve 36 general! Bu nasıl bir basın toplantısıdır? Ertesi güne ne oldu? Türkiye’de genellikle askerin ‘yedek gücü’ gibi çalışma alışkanlığındaki medya hazırola mı geçti? Hayır. Tersine, Genelkurmay Başkanı’nın basın toplantısında söyledikleri geniş bir kesim tarafından otopsi masasına yatırıldı ve ciddi ve içerikli eleştirilere konu oldu. *** Aslında, ‘demokratik eşik’in aşıldığının en çarpıcı göstergesi, Genelkurmay Başkanı’nın 36 generalli basın toplantısından birkaç saat sonra Ergenekon savcısının, ismi üzerinde onca gündür tartışılan Deniz Albayı’nı ve onunla birlikte 8 albayı daha İstanbul’da ifade vermeye davet etmesiydi. Oysa, daha 48 saat önce Askeri Savcılık, söz konusu albay için işlem yapılmasının gereksizliğine hükmetmişti. Genelkurmay Başkanı ise albayın altında imzası bulunduğu ileri sürülen ‘Belge’den ‘kâğıt parçası’ olarak, arkasına 36 generali alarak söz etmişti. Gelgelelim, geçmişte öyle gelişmeler sonucunda ‘hazırola geçmesi beklenen’ kurumlar istifini bozmadı, ‘rahat’ konumunda çalışmaya devam ederek albayı ifadeye çağırdılar ve birkaç gün sonra da tutuklanması talebiyle mahkemeye çıkarılan albay, tutuklandı. Albayın 24 saat geçmeden tartışma uyandıran, şaibeli biçimde tahliye edilmesi, ne Ergenekon davasının sanıklarından biri olduğu olgusunu ortadan kaldırıyor, ne de tutuklanmasına kadar giden sürecin gerçekliğini. Kaldı ki, Genelkurmay Başkanı’nın 36 generalli basın toplantısının yapılmasının gecesi, TBMM ‘askerlerin sivil yargıda yargılanması’nı öngören bir yasa değişikliğini gerçekleştirdi. Bu yasa değişikliği, anında Avrupa Birliği tarafından demokratikleşme ve Türkiye’nin AB hedefleri bakımından ‘olmazsa olmaz’ bir gelişme, bir ‘olumlu adım’ tarafından selamlandı. Daha önce de değinmiştik; yasa değişikliğinin esprisi-özeti şu: 1. Sivillerin askeri yargıda yargılanmasının önlenmesi; 2. Askerlerin sivil yargıda yargılanmasının sağlanması. Bir rejimin ‘militarist gölgeler’den arınması ve gerçekten ‘sivilleşmesi’ için atılabilecek en anlamlı üstelik çok gecikmeli- adımların başında bu gelmiyorsa, ne gelebilir? Zamanlaması ise başlı başına önemli; rastlantı veya değil, söz konusu adım, Genelkurmay Başkanı’nın 36 generalli basın toplantısının hemen ardına geldi. Bu dahi Türkiye’nin önemli bir ‘demokratik eşiği’ geçtiğinin göstergesi. *** Genelkurmay Başkanı’nın 36 generali arkasına dizerek yaptığı basın toplantısından sonra yukarıda saydığımız gelişmeler gerçekleştiyse, bugünlerde bir ‘Milli Güvenlik Konseyi’ yönetimi altında siyasi yaşamımıza başlamış olmamız gerekirdi. Öyle bir durum var mı? Öyle bir yakın geleceğe dair yol aldığımıza ilişkin bir işaret var mı? Yok. (...) ‘Asker+CHP=İktidar’ şeklindeki Cumhuriyet’in ‘geleneksel denklemi’nin birkaç gün önce tedavülden kalkmış olduğuna hükmedebiliriz. Türkiye’nin hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir modern-demokratik devlet olabilmesi, ‘askeri vesayet rejimi’nin son bulmasıyla paralel olarak mümkün olabilecek bir süreç. Bu süreçte, iniş-çıkışlar, sağa sola sapmalar haliyle olacak ve sürecin sancıları görülebilir bir süre daha devam edecek. Ancak, ‘büyük resmi’ gözlerden kaçırmamalıyız. Türkiye, şu son bir hafta boyunca önemli bir ‘demokratik eşiği’ geçti. Bunu, Türkiye’nin son günlerdeki ‘siyasi gündemi’ne kahreden medyadaki ‘statüko zaptiyeleri’nin köşelerine sinen ‘depresif ruh hali’nden de anlayabilirsiniz.
Radikal, 4 Temmuz 2009 |
Cengiz Çandar 05.07.2009 |
Ölçü
Bizim, özgür insanların nasıl yaşadığına dair hiçbir fikrimiz yok. Çünkü böyle bir tecrübemiz yok. Ne Osmanlı, ne de cumhuriyet, bu toprakların insanına bir özgürlük alanı açılmasına izin verdi. İkinci Meşrutiyet döneminde biraz özgürlüğe benzer birşeyler oldu ama arkasından İttihatçılar bastırdı. Şimdi yüzlerce yıldır yaşadığımız bir baskıdan, hiç bilmediğimiz bir hayat tarzına geçmeye hazırlanıyoruz. Bir ülke yüzlerce yıldan beri baskıyla yönetiliyorsa, o baskıyı “meşru” gösterebilmek için çok derin ve köklü tabular da yaratılmış demektir. “Tabusuz”, “kutsalsız” baskı rejimi olmaz çünkü. Kimse, “kendine benzeyen sıradan birinin” kölesi olmayı kabul etmez. Size “şöyle davranacaksın, şöyle düşüneceksin” diyen sesin mutlaka “insanüstü” bir yanı bulunması gerekir. Onun için bol miktarda sıfat kullanılır, Atatürk “ulu önder”dir, ordu “şanlı” ordudur, devlet “yüce” devlettir, devlet görevlileri “koskoca” generaller, “koskoca” valilerdir. Bütün bu sıfatlar, bu kavramlar ta çocukluğundan itibaren insanların beynine “eritilmiş demir” gibi dökülür ve orada donar. Artık onlar, sorgulanmadan kabul edilecek, yerçekimi gibi, yağmur gibi doğal ve tartışılmaz “gerçeklerdir” insanlar için. Bu kutsallıklar her baskı rejiminde, o rejimin özüne göre biçim değiştirir, İran’da bir kısım insanın diğer bir kısım insanı yönetebilmesi için “Allah”, “peygamber”, “Humeyni"dir ihtiyaç duyulan, oradaki yöneticiler verdikleri her kararı bu kutsallıkları destek alarak kabul ettirmeye uğraşırlar. Sovyetler’de bu Marks ve Lenin’di. Kuzey Kore’de “büyük önder”dir kullanılan tabu. Baskı rejimleri, verdikleri kararların kendilerine sağladığı siyasi ve ekonomik çıkarları, aşılmazı çok zor olan bu görkemli duvarların arkasına saklarlar. Çünkü baskı rejiminin “sırrı”, o rejimin asla “sorgulanmamasında” yatar. Sorgulanmaya başladığı anda “rejim” de sarsılmaya başlar. Bu yüzden, “sorgulamaya” başlayanlar derhal zindanlara atılarak, öldürülerek sahneden çıkarılır. Ama her baskı rejiminin sonunu, onu var eden “kutsallık” getirir. O kutsallığın arkasında öyle pervasızca hatalar, soygunlar, haksızlıklar yapıp biriktirirler ki bir zaman sonra artık “birikenler hiçbir kutsallığın arkasına saklanamayacak kadar büyür. Ve, kalabalıklar sorgulamaya başlar. Ondan sonra rejimin kurtuluşu yoktur. Mutlaka yıkılır ve yerine yeni bir düzen kurulur. Bugün hem İran hem de Türkiye işte bu “yıkma, yapma” sürecinden geçiyor. Türkiye, hiç görmediği işler görüyor. “Şanlı ordu” ciddi biçimde sorgulanıyor. Bütün o faili meçhuller, andıçlar, muhtıralar, cuntalar, yalanlar, adaletsiz kararlar yeniden projektörlerin altına getiriliyor. Bu “kirli birikimi”, ordu ve rejim yandaşlarının, onların gazetelerinin, televizyonlarının, yazarlarının entelektüel düzeyde savunma imkânı yok. Savunabilmek için son bir çabayla “entelektüel” kimliklerinden, saygıdeğerliklerinden, “demokrat” görünebilme arzularından vazgeçerek maskelerini atıp, darbeciliğin, baskının “kaba taraftarlığını” kabul etmek zorunda kalıyorlar ama bu da bir işe yaramıyor. O noktayı geçtik çünkü. Sorgulama bir kere başladı, insanlar “kuşku” duymayı öğrendi. Böyle büyük sorgulama dönemleri ortalığın toz duman olduğu dönemlerdir. “Tabularla” gerçekler çarpışırken, birçok çarpıtma, yalan, saptırma da olacak. Gördüğümüz gerçeklerle, zihnimizde donmuş tabular çarpıştığında sıkışıklıklar, zihinsel ve ruhsal zorluklar yaşayacağız. Bu zor zamanda, bugüne dek doğru diye bildiğimiz “tabularla” çatışırken, hatalardan, yanlışlardan, zedelenmelerden korunabilmek için “sağlam ölçülere” ihtiyacımız var. Ne yazık ki yüzlerce yıldır baskı altında tutulan bu ülkenin içinde “gerçeğin, özgürlüğün, adaletin” sağlam ölçülerini bulmak mümkün değil. O ölçüleri, bu aşamadan daha önce geçmiş, tabularından kurtulmuş, yeni ölçüler geliştirmiş olan dünyadan alacağız. Bunun için en iyi örnek, üyelerinden biri olmaya çalıştığımız Avrupa. Ölçüyü bulmak için Avrupa’nın “bizden ne istediğine” bakmaya gerek yok, Avrupa “kendisinden” ne istiyor, “kendisi” için ne yapıyor ona bakmak yeterli. Avrupa’da siyaset nasıl, laiklik nasıl, demokrasi nasıl, ordu nasıl, adalet nasıl, bunlara bakarız. Onların kullandığı ölçüler, çok uzun süren savaşların, sınıfsal ve ulusal çıkar çatışmalarının, mücadelelerin içinden süzülmüş. Sadece bir ulusun, bir sınıfın, bir inancın insanları tarafından değil çeşitli uluslardan, sınıflardan, inançlardan gelen filozofların, bilim adamlarının, edebiyatçıların, siyasetçilerin tartışmalarıyla billurlaşmış. Zaten bu ölçülerin temeline konan harcın “çok kaynaklı” olması, bu ölçüleri bir ulusun, bir sınıfın, bir ülkenin, bir kıt'anın değil dünyanın malı yapıyor. Dünyaya ait olduğu için de, “dünyanın bir parçası” olan Türkiye’ye uyguladığınızda, buradaki bütün karmaşa netleşiveriyor.
Taraf, 4 Temmuz 2009 |
Ahmet Altan 05.07.2009 |