Millî Nizam'ın kurulduğu günlerde Gündüzalp “DP'nin devamı AP'dir” notunu nasıl yazdırmıştı?
Her büyük insanın arkasından; bilhassa ona yakın olanlar, hususî hizmetinde bulunanlar birçok hatıra anlatırlar. Bu hatıralar çoğu kere içinde hayatî düsturları havi ya ibretli bir hadise veya hazin bir fedakârlık numunesi veya eşine ender rastlanır bir celâdet ve şehamet destanının sembolize olmuş şeklidir.
Bunlar o zatların temsil ettikleri dâvâların ve açtıkları çığırların, yaptıkları inkılâpların şuurlarda derinleşmesinde, zamanın tasdiki altında ebediyete mal olmasında nirengi noktaları ve istikamet taşlarıdır. Onların “öldükçe yaşamalarının” garantisidir.
Zamana miras bırakılan bu hatıraların tesbit edildiği anların ehemmiyetini meşhur kaziye olan “Kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş?” ölçüsünde değerlendirmek lâzımdır. Ta ki mücerret söz veya nükteler lâyık olduğu makamı bulsun. Yoksa ülfetin kalın perdesi ile ve zamanın tefsir edip bedahete çıkararak basit zihinlerin de kavrayacağı hale gelmesi ile, o söz ve nükte asıl değerini ortaya koyamaz.
Zübeyir Gündüzalp
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin büyük talebesi, sadakat abidesi Zübeyir Gündüzalp’ın tevafuken şahit olduğum ve içinde bulunduğum bir hatırasını bu ölçülere bir misal olarak, aziz ruhuna bir “arz-ı hürmet” nev'inden zikretmeye çalışacağım.
Aziz Ağabeyin elbette ki hususî hizmetinde bulunan muhterem ve fedakâr kardeş ve ağabeylerimiz, Bediüzzaman’ın ve onun, hatıra ve irşatları ile meşbu bir vaziyette hizmetlerine yön vermekte ve birçok labirentvari çapraşık cereyanların içerisinde —emsalsiz ifadesi ile — “dikenli yolda tayran” ediyorlar. Anlatacağımız misal denizden bir katre, güneşten bir lem’adır.
1969-1970 seneleri İslâma hizmet dâvâ eden şahıs ve cemaatlerin durup dururken rahatsızlanmaya, âdeta sancılanmaya başladığı bir devirdir. Galiba rahatlığın verdiği bir rahatsızlık, serbest çalışmanın ve emniyetin verdiği bir cesaret, onların hayal ufuklarını genişletmiş ve ütopyalarla meşgul olmaya doğru meylettirmişti. Etraf tozpembe bir renkle kaplanmıştı.
Onlara göre zamanın iktidarı artık bir zamanların kahramanlarını bünyesinde barındıran Demokrat Partisinin devamı olamazdı. Hakkın ta kendisinin ortaya çıkması zamanı gelmiş ve geçiyordu. Artık Müslümanlar parlamentoda varlıklarını belli etmeli idiler. Nihayet bu sancılanmanın neticesi Millî Nizam Partisi olarak kendini ortaya koydu.
Fakat bu fikre, bu hayale, bu tozpembeliğe katılmayan yalnız bir cemaat vardı. Risâle-i Nur Talebeleri... Onlar bu cazibedar ve aldatıcı fikirlerin tesirinden uzaktılar. Zira ellerinde sağlam ölçüleri vardı. Gayeleri siyasî değildi. Bediüzzaman Hazretlerinin son nefesine kadar harim-i ismetinde hizmetkârlığını yapmış onun “mutlak vârisi” olan sadık talebeleri harekete geçtiler. Zira onlar Nur Talebelerini, Bediüzzaman'ı anlamamakla itham etmişlerdi. Onu ve cemaatini gayelerine basamak yapmaya kalkışanların yanında, Bediüzzaman’ın siyasetten anlamadığını iddia etmek hamakatini gösterenlere de rastlamak mümkündü. Bunlar Üstadın 1950-1960 arasındaki hayatını yakından bilmiyorlardı. Bu devirde yazılmış herbirisi elmas kıymetinde olan düsturları havi mektuplardan haberleri yoktu. Büyük Üstadın Demokrat idareye karşı İslâmî hizmet noktasında takındığı tavrın temelinde yatan hikmeti idrakten âcizdiler. Bu sebeple “o devrin geçmiş olduğu, şartların yeni durumlar ortaya koymuş olduğu, devrin iktidarının Demokrat idare ile münasebetinin olmadığı” görüşü ve “İslâmî hizmette yeni vaziyet alınması” lüzumu, bu emsalsiz TEMELE dar görüşlerin inmesinin imkânsızlığının neticesi idi.
Zaman ve mekânın dar hudutları içindeki kısır zekâlar, senelerin gözyaşı, alın teri birikimi olan hizmet mahsullerini heva ve heveslerine peşkeş çekmek; senelerce kanlı sırtlarda, kırbaçlar altında taşınan taşların birikimini gecekondular yapmak
ta kullanmak sevdasında idiler.
Bilhassa siyasî sahada, icraatta, Müslümanlara karşı davranışta “Adalet Partisi Demokrat Partinin devamıdır, değildir” münakaşası birçok demagogların boş sermayesi idi. Ve devamı olmadığı inancı da hareket noktası oluyordu.
*Kraldan ziyade...
“Kraldan fazla kralcı olmak” ve “hariçten gazel okumak” nev'înden Nur Talebelerine dışarıdan “dostça” irşatlar yapmak için sütun sütun yazılar döktürülüyor, binbir dereden sular getirilmeye çalışılıyordu.
Nur Talebeleri kapris ve heveslerin çizdiği yoldan ziyade hakkın, hakikatin ve İslâma hizmette Üstadlarının açtığı yoldan gitmeyi tercih ettiler. Nihayet 7 Ekim 1969 tarihli İttihad gazetesinde çıkan bir CEVAB-I MÜSKİT, gafil kafalarda tokmak gibi patladı. Burada Üstadın ve Talebelerinin 1950-1960 arası yazdığı mektuplardan ictimaî ve siyasî hayata taallûk eden birkaç mektup ilk defa olarak yayınlanmıştı. Mektuplar zamanın iktidarını İslâma, Kur’ân’a hizmet noktasında teşyi edici, onların müsbet icraatlarını destekleyici ve Risâle-i Nurun resmen tab edilmesinde Demokrat idarenin gayretini tebrik edici mahiyette idi.
Aynı evdeydik
Mektupların neşrolunduğu gazete baskıya verilmeden birkaç gün evvel muhterem Zübeyir Ağabeyin ikamet ettiği Süleymaniye’deki evde bulunuyordum. Akşam namazından sonra beni çağırdı. Odasına gittiğimde elinde birkaç kalın dosya tutuyordu. Bana bu dosyalarda Üstad’a ait mektuplar bulunduğunu ve bu mektuplar arasından tarif edeceği birkaç mektubu çıkarmamı söyledi.
Ben yan odaya geçerek mektupları diğerlerinin arasından çıkardım. Bulduğum bu mektuplar birkaç gün sonraki çıkacak İttihad gazetesinde neşrolunacak mektuplardı... Hepsini toplayarak ağabeyin odasına girdim. Yatağında hafifçe uzanmış bir vaziyette îdi. İffet ve nezaket timsali büyük zat, yatağından doğrulmak istedi. Fakat hastalığının verdiği ıztırap buna mani oluyordu. Rahatsız olmamasını ve mektupları bulduğumu hafifçe söyledim. Bana mektupları teker teker okutturmaya başladı. Bütün dikkatini toplamış, hadiseleri tekrar yaşarcasına dinliyordu. Mektuplar arasında “Acı bir hadise” başlıklı ve altında imza olarak “Demokrat Nur Talebeleri namına Rüştü Çakın, Mehmet Süzer, Mehmet Babacan, Tahiri Mutlu, Zübeyir Gündüzalp” yazılı birisi vardı ki muhtevası özetle şöyle idi:
“Üstad tebdil-i hava için Isparta’dan otomobille Eğridir’e gitmiş tam şehre girecekleri zaman kazanın Kaymakamı onları men etmiş. Talebeler böyle bir kanunsuzluğa itiraz etmek üzere iken Üstad asayişe ve emniyete zarar gelmemesi için geri dönülmesini emretmiş.
Esarette iken
“Esarette Rus’un Başkomutanına dahi ayağa kalkmayan o izzetli zat, siyasete hiç karışmadığı, insanlarla görüşmediği halde Risâle-i Nur’un Anadolu ve Şark vilayetlerinde fevkalâde bîr hüsn-ü kabul görmesi ve resmen tab edilmesi, bütün mahkemelerden beraat kazanması sebebiyle Risâle-i Nurla alâkadar olan çok büyük bir kitle Demokrat lehine olarak hareket ettiklerinden. Nur Talebeleri ile hükümetin mabeynini bozmak için bazı gizli zındıklar ve eski parti taraftarlarının planıyla bu yeni kaymakamın asayiş ve din aleyhinde olan bu muamelesine katlanmıştı.”
Mektubun altında da o zaman Demokrat Milletvekili olan ve şimdi Adalet Partisine giren Kemal Demiralay’ın da mektup muhtevasını teyit eden bir cümlesi vardı.
Mektup okunup bittikten sonra Zübeyir Ağabey altına şu notu yazdırdı:
“ Not: Bu acip hadiseyi anlatan bu maruzat, Üstadım Bediüzzaman Hazretlerinin son nefesine kadar müteveccih bulunduğu Demokrat Erkân-ı Hükümete gönderilmiştir. Demokrat Hükümetçe, böyle gayri kanunî bir vak'anın tekerrür ettirilmemesi için icra mevkiinde olanlara derhal lâzım gelen talimat verilmiştir.
27 Mayıs’tan sonra
“27 Mayıs hükümet darbesinden sonra her ne sebeptense Demokrat Parti’nin ismi kanunla yasak edilmiş, fakat köylerimize kadar “Demokrat Parti teşkilâtının devamı Adalet Partisidir” diye maşerî vicdanlarda kökleşmiştir. Nihayet bugün ekser millet tarafından hüsn-ü kabul görmeyen bu kanun fesh edilmiştir.
“Gerek bu maruzatın ve gerekse bu mevzudaki Üstadım Bediüzzaman tarafından efkâr-ı ammeye neşredilen beyanatların mahza hakikat olduğunu isbata hazır olduğumu da arz etmek isterim. Üstadım hakkındaki serapa hakikatten ibaret olan bu ve sair maruzatlarımız, mücerret değil, müberhen ve müdelleldir.
“Bediüzzamanın harîm-i ismetindeki hizmetkârı Zübeyir.”
Kalem elimde notu cümle cümle yazarken bütün hareketlerini kontrol ediyorum. Yatağın içerisinde adeta büzülmüştü. Kaşları çatılmış, gözleri hafif kapalı bir vaziyette idi. Büyük bir yükü ve mesuliyeti omuzlamaya hazır gibi idi. Ağzından çıkan her kelimenin ehemmiyetinin idraki içinde idi. Herhangi bir kimse olarak değil, “Bediüzzamanın harîm-i ismetindeki hizmetkârı” sıfatıyla konuşuyordu. Kâğıda dökülen cümleler, ortaya konan neticenin münteha hududunu, çizeceği istikameti, kaldıracağı münakaşaları, getireceği rizikoları havi olarak; mütevazi yatağında bir yumak olmuş, muhteşem bir cemaat adına konuşma durumunda olan bu zatın hizmet ve fikir muhasebesinin neticeleriydi.
Fakat o, sıddıkıyetin müntehasında olduğu için Üstadı tarafından yalnız bırakılmazdı. Üstadın manevî himmeti böyle hayatî bir mevzunun tesbitinde talebesinin yanında ve müzaharetindeydi. Bilhassa maşerî vicdanlarda yerleşmiş olan “Demokrat Parti teşkilâtının devamı Adalet Partisidir” hükmüne kendisi tarafından imza koymak mânâsında olan cümleleri çok yavaş, tek tek ve her kelimenin üzerinde düşünerek yazdırıyordu. Buna “yazdırıyordu” demekten ziyade “yazdırılıyordu” demek her halde daha doğru olacaktı.
Mânâ âleminin derin sırlarını idrakten âciz bir vaziyette elimde kalem kalakalmıştım.
Not bittikten sonra tekrar okuttu. Mektupları masanın üzerine koydum. Vazifemin bittiğini anlayarak müsaade isteyip dışarı çıktım. Birkaç gün sonra İttihad gazetesinde mektuplar neşrolmuştu. Ve durum tavazzuh etmişti. Artık şimdiden sonra yapılan münakaşalar; inat namına, şahsî kapris ve mazideki cüz’î hesapları hizmet perdesine sarmak şeklinde tezahür edecekti. Zaten evvelce de öyle olmamış mıydı? Fakat artık tevil yapmaya, şahsî yorumlarda bulunmaya mahal yoktu. Ama imtihan sırrı hükmünü icra edecekti ve etti de... Netice hepimizin malûmudur.
(5-6 Nisan 1975 tarihlerinde Yeni Asya’da yayınlanmış olan bu yazıyı, ihtiva ettiği mesajların bugün de geçerliliğini ve güncelliğini koruduğu mülâhazasıyla tekrar neşretmekte fayda görüyoruz.)
|