"Gerçekten" haber verir 08 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Şüphesiz Allah gecenin son üçte biri kalıncaya kadar bekler; sonra rahmetiyle dünya semâsına inerek şöyle seslenir: “Günahının bağışlanmasını isteyen yok mu? Tevbe eden yok mu? Birşey dileyen yok mu? Duâ eden yok mu?” Bu durum sabah oluncaya kadar devam eder.

Câmiü's-Sağîr, No: 1115

08.02.2009


Kuvvet-i maddiye ile müdafaa...

Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risâle-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiâta mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz bîçareleri ezseler, o vakit, hak nâmına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın ve o inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr-ü mutlaka

zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!

Şuâlar, s. 260, (yeni tanzim, s. 464)

men: Yasaklama, engelleme.

neş’et: Çıkma, doğma, meydana gelme.

hodgâmlık: Yalnızca kendini dert edinerek.

asabiyet-i unsuriye: Irkçılık damarı.

istibdadat-ı askeriye: Askerî baskı.

dalâlet: Hak ve hakîkatten, dinden sapma.

eşedd-i zulüm: Zulmün en şiddetlisi.

eşedd-i istibdadat: İstibdât, baskı ve keyfî idârelerin en şiddetlisi.

ehl-i hak: Hak yolda olanlar.

kuvvet-i maddiye: Maddi kuvvet.

ezlem: En zâlim.

mezkûr: Sözü edilen, zikredilen.

zayiât: Kayıplar, zararlar.

mukabele-i bilmisil: Aynıyle mukabele etmek, karşılık vermek.

kaide-i zâlimâne: Zâlimce kural, kaide.

kalb olmak: Değişmek.

icbar: Mecburi, zorlama.

gayret-i vataniye: Vatanı koruma gayreti, çabası.

hamiyet-i milliye: Milletin hak, hukuk ve nâmusunu koruma konusunda gösterilen gayret ve titizlik.

hülâsa-i kelâm: Özetle, sözün özü.

ehl-i hükûmet: Hükûmette olanlar.

ehl-i siyaset: Siyasiler.

ehl-i idare: İdareciler.

inzibat: Âsayiş, düzen ve rahatlık.

küfr-ü mutlak: Kesin ve tam bir inkâr.

tâun-u beşerî: İnsanlığın salgın hastalığı.

maddiyunluk: Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Sadece maddeye istinad eden, ruhâniyâtı ve mâneviyatı inkâr edenler.

zındıka: Dinsizlik.

taassub: Şiddetli ve aşırı bağlılık.

zındık: Dinsiz.

şeytanet: Şeytanlık.

evham: Olmayan birşeyi olur zannı ile meraklanmak, vehimler, kuruntular.

vehham: Çok şüphe ve vesvese eden, şüpheci.

inâyet: Yardım, lütuf.

irtidatkâr: Dinden çıkan.

08.02.2009


Tövbe ve istiğfar seferberliği

Hâlime baktım, toplumun içinde bulunduğu vaziyeti düşündüm. Hemen aklıma Asrın İmamı’nın şu sözü geldi: “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.”1

O zaman kendi kendime düşündüm ki, bir tevbe ve istiğfar kampanyasına ihtiyacım var. Yani, pişmanlık, dönüş, fenalıktan vazgeçiş hamlesi… Topyekûn millet olarak, aile olarak, fert olarak…

Öncelikle mânevî kirlerden arınmak gerek ki, ibadetlerimizden, amellerimizden, duâlarımızdan, okumalarımızdan tam istifade etmiş ve üzerimizdeki hakkı yerine getirmiş olalım: “Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir”2

Tevbe veya tövbe; insan olmak dolayısıyla yaptığı kötülükten pişmanlık duymak, bir daha yapmamaya karar/söz vererek, Cenâb-ı Hak’tan affını dilemektir. Sadece günah işlemiş olanların değil, bütün mü’minlerin her zaman günahlardan arınarak mânen temizlenmeleri, ancak tövbe etmekle mümkün olur. Tövbe, aynı zamanda bir kulluk görevidir ve her zaman yapılması gereken bir ibadet şeklidir. “Kim ki tövbe etmezse, işte onlar zalimlerdir.”3

İstiğfar; insanın içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak’tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir.

Tövbe ve istiğfar, İlâhî sevgiyi ve hoşnutluğu celbeder: “...Allah, çok tövbe edenleri sever...”4

“...Şüphesiz Allah tevbeleri çokça kabul edici ve kullarına merhamet edicidir.”5

Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin ifadeleriyle: “Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur.”

İstiğfar, insanı kibir, gurur, şımarıklık ve her nimeti kendinden bilme gafletinden korur. Hiçliğimizi ve fakrımızı anladıkça insanlığımızın yükseleceği bir kemâl kapısı açar önümüze. Bizi günahlara karşı dirençli/duyarlı ve donanımlı kılar.

Tevbe, mü’minin sıfatıdır. Her mükellef olan insanın Tevvâb olan Allah Teâlâ’ya karşı tevbe etmesi farz-ı ayndır.

Her konuda ümmetine örnek ve rehber olan Allah Resûlü (asm) tevbe hususunda buyururlar ki: “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”6

O halde buyurunuz:

Gizli-aşikâr cümle kusur, günah ve hatalarımız için,

Yeniden doğmak olan tevbede istikrarı ve nasuh tevbeyi yakalayamadığımız için,

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm gibi günde en az yetmiş kere istiğfar ile Rabbimizin rahmet kapısını çalamadığımız için,

En makbul ve seçkin seher vaktinde kalplerimizi yumuşatıp gözyaşı akıtamadığımız için,

Vazifemiz olan şükrü bırakıp fahre, tevâzu ve utanmayı/boyun bükmeyi bırakıp şöhrete meylettiğimiz için,

Amellerimizi güzel görüp gurura düştüğümüz için,

Enaniyeti bırakıp hayrı ve vücudu tevfîk-i İlâhiyeden istemediğimiz; şer, tahrip ve nefse itimaddan vazgeçmediğimiz ve Rabbimize tam kul olamadığımız, seyyiâtımızı iyiliklere çeviremediğimiz için,

Bir elimize duâyı verip ebedî saâdete uzatamadığımız, diğer elimize istiğfarı verip seyyiâttan ve lânetlenmiş Cehennem zakkumundan tam olarak çekemediğimiz için,

Şerre meyletmeyi kesen ve onun tecavüzâtını kıran tevbe ve istiğfarı tam yapamadığımız için,

Aczimizi bilip İlâhî rahmete tam itimad etmeyi, ihtiyaçlarımızı görüp Rabbânî zenginlikten yardım istemeyi, kusurumuzu anlayıp af dilemeyi başaramadığımız için,

Bütün hastalıklarımızda her derdimize devâ olan tevbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, kudsî tiryak olan hakikî imanın kudsî ilâçlarından duâ ve niyaz ile tam olarak istifade ve istimal edemediğimiz için,

Uhuvvet ve kardeşliğimizin gereğini, şahs-ı mânevî adına vazife ve sorumluluklarımızı tam olarak ifa edemediğimiz için,

Gıybet, dedikodu, kıskançlık, hırs ve rekabet damarıyla kardeşlerimizin haklarını tam olarak gözetemediğimiz için,

Kendimiz için isteyip uygun gördüklerimizi, kardeşlerimizden esirgediğimiz için,

Kur’ânî hizmetlerde bir nebze de olsa emeği geçenleri küçümseyip, sadece kendi yaptıklarımızı nazara vermek istediğimiz için,

Feragat ve fedakârlık mesleği olan hizmetimizde ecir ve mükâfatta öne atıldığımız, risk ve sıkıntı anlarında geri durduğumuz için,

“Biz” yerine “ben” dediğimiz, “ben”siz hizmetlerin yürüyemeyeceği zehabına kapıldığımız için,

Vazifemizin kudsî, hizmetimizin ulvî, her bir saatimizin bir gün ibadet hükmüne geçebilecek kıymette olduğunun idrakıyla elimizden kaçmaması adına gereken dikkati gösteremediğimiz için,

“Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur”7 hakikatına tam olarak teslim olamadığımız için…

Sana dehâlet ediyor, nedamet ve pişmanlıklarımızı arz ediyoruz yâ Erhame’r-Râhimîn.

Ya Rab, kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin!

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İkinci Lem’a, Birinci Nükte

2- A.g.y, Sözler, onsekizinci söz, birinci nokta

3- Hucurat, 49/11

4- Bakara, 2/222

5- Tevbe, 9/118

6- Ebû Davud, Vitr :26

7- A.g.e, 13.Lem’a

İSMAİL AKSOY

08.02.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır