"Gerçekten" haber verir 07 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Zenginlerin tuhaf ilişkileri

Süleyman Yaşar, (...) yazısına çok önemli bir tespitini dile getirerek başlıyor: “Bazı devlet politikaları ekonomik kaynakların getirilerini yapay olarak yüksek tutacak bir biçimde tasarlanır. Mesela gümrük tarifeleri, ithalat kotaları, devletin sınırladığı alanlara girebilme, bir takım politik kararlara bağlıdır. Türkiye’de işadamları Ankara’da bu kararları aldırabilmek için politikacılardan ziyade askere güvenir.”

İşadamlarının bu kararları aldırabilmek için siyasetçinin karşısına “askeri” koyduklarını söylüyor Yaşar.

Aslında bu tespit, bizim yaşadığımız ülkedeki ekonomik sistemden çok “siyasi” sistemin nasıl işlediğini oraya koyuyor. Askerin siyasi sistemin içinde kendisine bir rol istemesinin temelinde ciddi “ekonomik çıkarlar” olduğunu da görebiliyoruz.

28 Şubat’ta işadamlarının ve işadamı olan gazete patronlarının sahibi olduğu gazetelerin yayın politikalarına bu açıdan baktığınızda bambaşka gerçekler görüyorsunuz. O “postmodern darbe” döneminin, Türkiye’nin en büyük banka soygunlarının gerçekleştiği dönem olmasının esbabı mucibesini de kavrıyorsunuz.

Bankası elinden alınmış bir medya patronu olan Mehmet Emin Karamehmet’in Jandarma İstihbarat Daire Başkanı ile görüşmesinin şaşırtıcılığı da azalıyor. Siyasetle ve yargıyla başı derde giren Cem Uzan’ın, Jandarma Genel Karargâhı’nda niye dolaştığının da muhtemel cevabı kafanızda şekillenebiliyor.

Ankara’daki askerî karargâhları ziyaret eden işadamlarının, gazete patronlarının, iş takibi yapan gazete temsilcilerinin listesini görebilsek, birçok olayı da aydınlığa kavuştururuz.

Hangi gazete temsilcisinin hangi ziyaretinden sonra gazetesinde nasıl bir manşet çıktı? Hangi işadamı, Genelkurmay’a gittikten sonra nasıl bir demeç verdi? Gazetecilik dışında birçok işleri olan gazete sahiplerinin asker ziyaretlerinden sonra gazetelerinin politikaları nasıl belirlendi?

Bütün bu soruların cevaplarını anlarız.

Türkiye bir “sahtelikler” ülkesi. Medya önümüze bir dekor koyuyor. “Laiklik düşkünü bir ordu”, “laik rejimi korumak isteyen bir komutan”, “laiklik için çarpışan gazeteler.”

Bir de bu dekorun arkası, karanlık ilişkilerin sürdüğü kulisi var. O kuliste iş ilişkileri, para konuları konuşuluyor.

İhale hesapları yapılıyor. “Park projelerine” izin çıkartılıyor.

Bazı ekonomik kararların çıkartılması için sivil hükümetlere yapılacak baskılar belirleniyor. Sonra, sanki ortada hiç “para “meselesi yokmuş gibi demeçler veriliyor, yazılar yazılıyor, manşetler atılıyor.

Halka, bütün bu olanlar “siyasi” bir olaymış gibi gösteriliyor. Birçok işadamı ve gazete patronu, askerin siyasette kalabilmesi, kendilerine bir menfaat sağlayabilmesi için “tehlikeler”, halkı korkutacak “dehşet hikâyeleri” yaratıyor.

“Bölünüyoruz, şeriat geliyor, demokrasi isteyen Batı ülkemizi parçalama peşinde.”

Bu korkunç tabloların arkasında ise bambaşka işler kotarılıyor. İşlerini askerle halleden bir patron “demokrasi” ister mi? İşlerini askerle halleden bir patron “Avrupa Birliği’ne girmemizi” ister mi?

İşlerini askerle halleden bir patron, “hukukun geçerli olmasını” destekler mi? İşlerini askerle halleden bir patron, “askerin kışlasına dönmesi gerektiğini” kabul eder mi? Onlar askeri siyasetin içinde tutabilmek için çeşitli bahaneler uydururlar.

Halka çeşitli masallar anlatırlar. Ve, “paradan” hiç söz etmezler. Para ilişkilerini hiç dile getirmezler.

Size bir soru sormama izin verin. Sizce, Genelkurmay, son on yılda Ankara’daki karargâhları ziyaret eden işadamlarının, gazete sahiplerinin, gazete temsilcilerinin listesini açıklar mı? Eğer ortada bir saklanacak bir şey yoksa bu listeyi açıklamaları gerek.

Kimler ziyaret etmiş o karargâhları? Askerlerle o adamların ne işleri varmış? Bir işadamının ya da gazete patronunun askerlerle ne işi olabilir? Ergenekon sanığı emekli General Levent Ersöz bir iki “ziyaret” örneği verdi.

Konuşulanlar hakkında bilgi sahibi olduk. O konuşmalar normal mi? Bir medya patronunun, bir gazete temsilcisinin askerlerle öyle ilişkileri olabilir mi? Öyle ilişkileri olursa, bu gazetelerine nasıl yansır?

“Demokrasini bu ülkenin çıkarına olmadığını söyleyen” gazeteler, gazete sahipleri, işadamları, aslında “demokrasinin kendi çıkarlarına olmadığını” söylüyorlar. Gerçekten de demokrasinin onlara bir faydası yok, zararı var.

Demokrasi olduğunda o kadar rahat para kazanamazlar. Ama halka bunu böyle anlatmıyorlar elbette.

“Bölücülük,” diyorlar, “şeriat” diyorlar, “dünya Türkiye’ye düşman” diyorlar. “Aslında bizim haksızca kazandığımız paralarımıza, gizli ilişkilerimize karışmayın” demek istiyorlar. Bence siz Türkiye’deki bütün siyasi tartışmalara bir de “para” açısından bakın. Askerlerin siyasetin içinde olmasını savunanların iş ilişkilerini bir izleyin.

Ve Genelkurmay’dan rica edin: “Son on yılda karargâhlarınızı ziyaret edenlerin bir listesini açıklayabilir misiniz lütfen?”

Taraf, 6 Şubat 2009

Ahmet Altan

07.02.2009


Yahudileri kim tedirgin ediyor?

Türkiye’de iki büyük Yahudi karşıtı olay meydana gelmiştir.

Bunlardan ilki 1934’teki (dikkatinizi çekerim, Atatürk o tarihte hayattaydı ve sağlıklıydı) Trakya Olayları’dır.

Devlet görevlilerinin ve ırkçı milliyetçilerin kışkırtmasıyla Yahudiler taciz edilmiş, malları yağmalanmıştı.

Korkan Yahudi aileler İstanbul’a kaçmış, bu arada evlerini, eşyaları, tarlalarını, dükkânlarını yok pahasına satmışlardı.

Bu olayda devletin iki temel amacı vardı:

1) Sadece Müslümanlardan oluşan bir millet yaratmak için nüfusu homojenleştirmek.

2) Hâlâ Türkiye’de kalan Yahudileri, İstanbul’da toplayarak denetim altında tutmak.

Öteki büyük olay Varlık Vergisi’dir. İkinci Dünya Savaşı başlayınca, Alman saldırısından çekinen hükümet, asker sayısını 2 milyona çıkarmıştı.

Yani bu kadar emekçi ekonomiden çekilerek, hazır yiyici haline getirilmişti.

Açığı kapatmak için azınlıklara, özellikle de Yahudilere inanılmaz bir vergi yüklendi (1942-43 yılları).

Bu iki büyük olayda da Yahudilerin can kaybı çok azdır. Hele Ermenilere kıyasla yok denebilir. Yahudiler esas olarak para ve mal kaybetmiş, bazıları da hükümetin arzuladığı gibi ülkeyi terk etmiştir.

İki olayın ortak noktası, arkasında devlet iradesinin olmasıdır. Bunun altını bilhassa çizmek gerekir. Çünkü:

Kâh dinden, kâh tutuculuktan, kâh kıskançlıktan (Yahudiler serbest piyasaya Müslümanlardan önce geçmiştir) kaynaklanan nedenlerle ortalama Müslüman, Yahudilikten (Musevilik) hoşlanmaz.

(Not: “Türk Kimdir” sorusuna bir araştırmada şu cevap verilmiştir: “1) Türk, Müslüman’dır, 2) Hıristiyan değildir, 3) Yahudi değildir, 4) Eşcinsel değildir!”)

İsrail devletinin 1948’de kurulmasından sonra Ortadoğu’da meydana gelen çatışma ve savaşlar bu hoşlanmama durumunu daha artırmıştır.

Ayrıca, komplocu bakışa eğilimli yarı eğitimli Müslümanlar, Yahudilerin, ABD aracılığıyla dünya çapında etkin olduğunu düşünür.

Yine de, Türkiye’de ilginç bir durum vardır:

Ortalama Müslüman-Türk, Musevilikten rahatsız olsa da, tek tek Yahudilere karşı düşmanlık beslemez.

Tuhaf ama mutluluk veren bir çelişkidir bu: Çünkü biliyoruz: Yahudilere karşı baskı, Cumhuriyet döneminde “Vatandaş Türkçe Konuş” (1928) kampanyalarıyla başladı.

Son olarak da Eskişehir’deki basın toplantısında “Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez, köpeklere giriş serbesttir” pankartı açıldı.

Böyle bir ortamda korkunç olaylar beklenebilir. Halbuki öyle olmuyor: Ortalama Müslüman, Yahudiliğe atıp tutar ama mesela komşusu olan Yahudi’yi kesip biçmeyi düşünmez. İşte bu yüzden, Türkiye Yahudi Cemaatini tedirgin etmeye çalışanlar çok ama çok kötü bir işin içinde.

(Bu kışkırtmaya girişen kamuoyu önderlerinin ve medyacıların, aynı zamanda Ergenekon dostu olması tesadüf mü?)

Bugün asıl korkulması gereken Müslüman halk değil, derin devlet kuruluşlarıdır. Yerli ve yabancı güçler, daha önce defalarca yaptıkları gibi, uygun bir tetikçiye işlerini gördürebilir, ondana sonra da kabahati Başbakan Erdoğan’ın üstüne atmaya kalkışabilirler.

(Bakınız: Uğur Mumcu suikastı ya da Danıştay saldırısıyla oluşturulan “Laiklik elden gidiyor” havası.)

Sabah, 6 Şubat 2009

Emre Aköz

07.02.2009


Dünya krizden nasıl çıkacak?

ABD’de yönetim değişti. Birtakım hazırlıklar açıklanıyor. Ama bu arada kriz de derinleşiyor. Üstelik küresel etkilerinin ağırlaşacağı anlaşılıyor. Herhalde 1929-30 krizinden sonra yüzyılın en derin ve sıkıntılı kriziyle boğuşuluyor.

Geçen hafta Wall Street Journal’da çıkan bir yazıda (Harold Cole ve L. Ohanian imzalı) ABD hükümetinin (tıpkı 1933-1936 arası New Deal’da olduğu gibi) depresyonu uzattığını yazıyordu. O politikaların devlet müdahalesini esas alarak bir yandan işsizlere iş yaratmaya çalışırken, diğer yandan iş ve finans dünyasında reformlar ele aldığını ve ekonomiyi canlandırmaya çalıştığını biliyoruz.

1930-1932 döneminde ortalama çalışma saati 1929’a göre yüzde 18 düşmüştü. 1933-1939 arası ise (yani New Deal döneminde) işçilerin ortalama çalışma süresi yüzde 23 daha düşük hale gelmişti. Hatta şöyle ifade edelim; kişi başına tüketim geçmişe göre yüzde 27 düşmüştü.

1929 krizinden çıkış

Fakat bu arada çok önemli değişimler gerçekleşti. 1933 itibariyle verimlilik hızla arttı. Fiyat düzeyi hep istikrarlıydı. Reel faiz oranları çok düşük olduğu için likidite de bolluk içindeydi. Böylece 1935’te hava değişti ve 1937’de canlanma gözlenmeye başladı. Buradan canlanmanın çok çabuk olmadığı dersi çıkıyor. Devlet müdahalesi olmadan ise toparlanma çok daha geç sağlanıyor.

Ancak tartışma müdahalenin nasıl ve hangi yoğunlukta yapılacağında kilitleniyor. 2009 yılında dünyada artık büyüme beklentisi yüzde 0.5’e inmiş durumda. Çünkü hem ABD’de, hem de AB’de daralma bekleniyor. İngiltere, ABD, AB, Japonya, Kanada ve diğer tüm gelişmiş ülkeler aynı durumda.

İş Demokrat

Obama’ya düşüyor

Gelişmekte olan ülkelerin önemli bir kısmı ise küresel krizden daha az etkilenecek görünüyor. (Bunun nedenlerini bir başka yazıda değerlendireceğiz). Rusya, Brezilya ve Meksika ise bir hayli etkilenmiş görünüyor. Tıpkı Türkiye gibi.

Bu ülkelerin mali yapıları güçlü ya da para birimleri rezerv niteliğinde olanlar kamu harcamalarıyla efektif talebi şişirebiliyor. Kaldı ki, dış açık sorunları da pek yok. Fakat bu ülkeler para politikalarının aşırı ölçüde gevşemesiyle likidite tuzağına düşmüş durumda. Yani para politikası etkinliğini yitirdiğinden şaşırmış durumdalar. Oysa sabretmeleri ve bankacılık sistemini geçici bir süreyle FED kanatları altına almaları gerekiyor.

Şu ana kadar şirketlerin sermaye artırarak iflastan kurtulmaları süreci hızlanmış değil. Belki en doğrusu bu şirketlerin içine Hazine bonosu konularak özkaynaklarının güçlendirilmesi. Ama asıl sorun para sistemindeki tıkanıklık. Parasal gevşemenin hemen sonuç vermediği görüldü. Çare yok: Gelişmiş ülkeler mali gevşeme yapmadan bu krizi aşamaz. Tıpkı New Deal’de olduğu gibi. Hızlı hareket etmeli ve etkili kesimlere harcanmalı. Tüm gelişmiş ülkeler birlikte hareket etmeli. New Deal’deki Başkan F. Roosevelt bir Demokrattı. Obama da bir Demokrat. Bakalım Demokratlar bir New Deal daha yaratabilecek mi?

Milliyet, 6 Şubat 2009

Hurşit Güneş

07.02.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır